Milli mücadele döneminin önemli isimlerinden Rauf Orbay'ın yeğeni Zafer Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması için hazırlanan komployu açıkladı.
Abone olRauf Orbay'ın yeğeni Zafer Orbay dayısının kurucusu olduğu Terakkiperver paritisinin kapatılması için kurulan İzmir suikastini Aksiyon dergisini anlattı.
Milli Mücadele ateşini yakan çekirdek kadrodan biri olan Hüseyin Rauf Orbay ve arkadaşlarının Atatürk’e ‘altından heykelini yapalım, ama CHF’nin başına geçme’ dediklerini anlatan yeğen Zafer Orbay, paşaların, ülkede halk yönetimi istediklerini, muhalif partiyi bu sebeple kurduklarını söylüyor. Orbay, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması için birçok komplo hazırlandığını, bunlardan bir tanesinin de İzmir Suikasti olduğunu iddia ediyor.
Yakın veya uzak tarih daha ne çok sır barındırıyor içinde kim bilir? Bunların bir kısmı, üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra dile getirildiğinde ancak ortaya çıkıyor: “Dayımın dediği ‘Biz oturduk konuştuk.’ Mustafa Kemal Paşa’ya, ‘Bak Paşa’ demişler, ‘senin altından heykelini dikelim, sen otur. Biz aramızda tartışalım. Sıkıştığımız zaman, en doğru kararı sen veriyorsun, sen karar ver. Öyle değil, böyle de. Biz o yolda gidelim. Ama partinin (Cumhuriyet Halk Fırkası) başına geçme. Doğru değil. Sen büyük kumandansın.’ Yani politikacı olsun istememişler. Onun için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kuralım demişler, Halk Fırkası’na karşılık.”
“Dayımdan dinledim.” diyen Zafer Orbay, sözleri sarfeden de Hüseyin Rauf Orbay. Hüseyin Rauf da, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal, Refet Bele ile birlikte Milli Mücadelenin nüvesini oluşturanların başında geliyordu.
1881’de doğup 1964’te 83 yaşında iken vefat ettiğinden, kız kardeşi İffet Hanım’ın 1923’te dünyaya gelmiş çocuğu Zafer Orbay, gerek merakını dindirmek gerekse tarihî olayları ilk ağızdan dinlemek için kendisine çokça soru sorma imkanı bulmuştu. O sorulara verilen cevaplardan biri de bu beşlinin, İstanbul kendilerine dar geldikten sonra Ankara’da bir araya geldikleri zaman, üzerine ant içtikleri konuydu: “Dayım ‘Biz Ankara’da en kötü zamanlarımızda ant içtik’ diyor, ‘Mustafa Kemal dahil. Ve dedik ki bundan sonra bu memleketi halk yönetecek. Halk idaresi olacak. Tek kişi, aile veya bir grup yönetimini istemiyoruz. Padişahlık da olmayacak. Böyle bir şeye müsaade etmeyeceğiz.’ Ama bu aralarında bir sır tabii.” Bunlar konuşulduğunda Ankara Hükümeti henüz daha ilân edilmemiş.
Necmü Zafer Orbay’ın dayısına sorular sorup aldığı cevaplar sayesinde şimdi taşlar biraz daha yerine oturuyor. Zafer Orbay, Rauf Orbay ve Milli Mücadelede memleket hizmetinde seneler geçirmiş onun gibi düşünenlerin, bu yüzden derleme ve toplama olan İkinci Meclis’i beğenmediklerini anlatıyor. Onların isteği, Milli Mücadeleye başladıkları ilk günlerde verdikleri sözü tutarak, seçimin halk tarafından yapılmasıydı.
Ve Zafer Orbay da, Ali Fuat Cebesoy’un yeğeni Ayşe Cebesoy’un anlattıklarını destekleyerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasındaki amacın, ülkede demokratik bir ortam oluşturma çabası olduğunu dile getiriyor. Ama ne olduysa ondan sonra oluyor, partide bahsi geçen paşalarla Atatürk’ün arası bundan sonra açılmaya başlıyor: “Onun detayına hiç girmeyelim. Çünkü sonradan da başımıza geldi. Bu, politikada olan şey. Muhalif bir parti ortaya çıktığı zaman iktidarda olan, şu veya bu sebeple muhalif partiyi susturmaya çalışıyor.”
-Atatürk’e kenara çekil mi diyorlar? ‘Altından heykelini dikelim’ teklifine Mustafa Kemal’in tepkisi ne oluyor?
Kenara çekil diye bir şey yok. Olur mu? Atatürk Meclis reisi o zaman. Cumhurbaşkanlığı henüz yok. Bu partiyi kapatmak için bir sürü komplo hazırlanıyor. Hazırlananlardan bir tanesi de İzmir Suikasti.
-Partinin kurulması ile bağlantılı bir durum mu bu?
Valla partiyi kapatmak için...
-Suikastle bağlantı nasıl kuruluyor?
Suikasti yapan Ziya Hurşit diye birisi. Bilinen isimler o ve etrafında dört kişi. Bunun kardeşi mebus. Meclis’te konuşmuş. Atatürk’ü kastederek “Tek başına işte, padişah olmak istiyor. Ben bunu öldürürüm.” gibi laflar etmiş. Kardeşine söylemiş güya. Ve hazırlık yapacağız gibi laflar etmiş. Ondan sonrası karanlık.”
-Bu konuda yapılan yorumlar ne?
Atatürk’ün İzmir’e gideceğini biliyorlar. Bunları İzmir’de bir otele yerleştiriyorlar. İdam sehpasında birinin söylediği “Hepimizi affedecektiniz, onun için biz bunu kabul ettik.” diyor, ipi çekiyorlar o sırada. Şimdi biz bundan şüphelendik. Acaba otelde, yatakların altına tabancalar, dolaba bombalar filan yerleştiriliyor da, Atatürk’ün gelmesinden iki gün evvel polise ve jandarmaya baskın mı yaptırıyorlar? Zaten bunları orada suçüstü yakalayıp “Atatürk’e suikast girişimi budur.” diye götürüyorlar hepsini. Ondan sonra da “Madem biliyordu da niye haber vermedi diye.” birçok kişiyi suçlamaya başlıyorlar.
Hüseyin Rauf Orbay, Kafkas asıllı, yani Çerkes. Babası Kafkasya’dan, Zahum Kale civarındaki Kafri Köyü’nden ikiz kız kardeşi ile kaçarak İstanbul’a gelmiş Mehmet Muzaffer adında birisidir. Önce Üsküdar’da akrabalarının yanına yerleşen Mehmet Muzaffer, tahsilini tamamlar, zabit çıkar. Sultan Aziz zamanında eğitim görmesi için İngiliz donanmasına gönderilir. Mehmet Muzaffer Paşa olarak Sivastopol’un bombalanmasından Trablusgarp’a kadar, yıllarca askeriyeye hizmetleri olur. Ayan Meclisi üyeliği yapar. Paşa, çocuklarına şu vasiyeti yapacak kadar yeni vatanına bağlı birisidir artık: “Benim hemcinslerim Kafkasya’da değil devlet memuru olmak, varlıklarını korumak için dinlerini değiştirmeye zorlandıkları bir sırada biz Türk topraklarına sığındık. Devlet ve millet bizi cins ayırmadan okuttu. En yüksek mevkilere getirdi. Bunu daima göz önünde bulundurarak sizin de hedefiniz bizim için mukaddes olan devlet ve millete kayıtsız ve şartsız fedakarlık ve hizmet etmek olmalıdır. Bu düstûr her düşünce ve hareketinizi düzenlemelidir.” Rauf Orbay, babasının vefat ederken de tekrar ettiği bu sözleri hiçbir zaman hatırından çıkarmaz.
Mehmet Muzaffer, kendisi gibi başka bir yerden, Selanik’ten İstanbul’a gelip yerleşmiş Rüveyde Hanım’la birleştirir hayatını. Ve evliliklerinden Safiye, Murat, Hüseyin Rauf ve Necmü Zafer Orbay’ın da annesi olan İffet Hanım dünyaya gelir. Murat, Karadeniz’de Nilüfer adlı mayın gemisi ile mayın döşerken, nasıl olduğu çözülemeyen bir kaza sonucu hayatını kaybeder. Koca gemiden geriye sadece bir asker şapkası ile üzerinde Nilüfer yazılı bir cankurtaran simidi kalmıştır. Celal adında bir oğlu olur. Onun da, bugün kimya profesörü olan ve adını Murat koydukları bir çocuğu gelir dünyaya.
Ailenin büyük kızı Safiye Hanım ise Aziz Bey’le evlenir. Onların da Güzin (Kahyagil) ile Melike (Şasa) adında kızları doğar. Melike Hanım, Avni Şasa ile evlenerek meşhur Bedirhanilerle de akraba olur. Ünlü Ayşe Şasa, bu çiftin kızlarıdır.
İffet Hanım ise Çanakkaleli bir aileye gelin gider; Divan-ı Muhasebat ve Sayıştay azalığı yapan Ziya Akif Bey ile evlenir. Onların da Ferit ve Necmü Zafer adında iki çocukları gelir dünyaya. Her ikisi de havacılığa meraklı olan çocuklardan Ferit, erken yaşta şehit düşer.
Ailenin diğer çocuğu ise 21 Ocak 1923 tarihinde Büyük Zafer’den sonra dünyaya geldiği için, dayısı Rauf Orbay tarafından kendisine zafer yıldızı anlamında ad verilen Necmü Zafer’dir. İşte bu Zafer Orbay, çocukluğundan beri dayısı Rauf Orbay’ı hiç rahat bırakmaz, ona sürekli sorular sorar. Aldığı cevaplarla bir dönemi kendi kafasında da olsa aydınlatır.
İstanbul doğumlu (1882) Hüseyin Rauf Orbay ise Deniz Harp Okulu’nu ve Mühendishane’yi bitirir. Trablusgarp ve Balkan Savaşları’na katılır. Hamidiye gemisinin kaptanyken gösterdiği başarı larla halk kahramanı olarak ün yapar. Amerika, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde görevler alır. Görevlerinden biri de Sultan Osman Zırhlısı’nı İngiltere’den teslim almaktır.
Osmanlı devleti donanmayı güçlendirmek için İngiltere’den büyük bir zırhlı sipariş eder. Rauf Bey de, zırhlıyı İngiltere’den teslim alacak ekibin kaptanı seçilir ve bin kişilik bir mürettebatla yola çıkar. Churchill de o sırada Bahriye nezaretinde bakan yardımcısıdır: “1914 yılının maalesef, maalesef diyorum nisan ayı. Mayıs’ta ortalık karışıyor. Birinci Dünya Savaşı çıkıyor. Çıkınca da İngilizler zırhlıyı teslim etmiyor, son ödemesi de 700 bin altın olarak yapılmış olduğu halde. Onun için, görüşmelerde dayımın en büyük kozlarından biri de oydu. İngilizler kendilerini dayımın karşısında daima ufak hissediyorlardı, Churchill dahil. Çünkü Sultan Osman’a haksız olarak el koymuşlar. Churchill emir vermiş. Oradan tanışıyorlar yani. 1942-44 yıllarında Londra sefiri olunca da bayağı yakın davranmış Churchill. Yanına alıp radar mevzilerini bile gezdirmiş. Çok sayıyorlar, hürmet ediyorlar ama İngiliz İngiliz’dir, Amerikalı da Amerikalı.”
Rauf Orbay, Birinci Dünya Savaşı sırasında İran ve Irak’ta Teşkilat-ı Mahsusa’da görevli çalışır. Milli Mücadele’de çekirdek kadroda yer alır. Atatürk ve Fevzi Çakmak’tan sonra üçüncü başbakan olarak 12 Temmuz 1922’de göreve gelip 22 gün sonra ayrılır. İlerleyen süreçte ise Mustafa Kemal’in tek adam olma isteğine karşılık, ona, yukarıdaki teklifi yapanlardan birisi olur. Sonrasında İzmir Suikasti ve bilinen gelişmeler yaşanır. Takrir-i Sükûn ve suikast hadisesi, Rauf Orbay’a göre muhalefet yapılmasını önlemek için alınan bir sürü tedbirden biridir.
Suikast davası sürerken Rauf Orbay sağlık nedenleriyle yurtdışına gider. Yokluğunda İzmir İstiklal Mahkemesi 10 yıl yurtdışına sürülmesine karar verir. Daha sonra Atatürk af çıkarmasına rağmen geri dönmez. Ancak 1936 senesinde, ailesinin de baskısıyla, yaşamakta olduğu Mısır’dan İstanbul’a gelir.
-Geldikten sonra Atatürk’le teması oldu mu Rauf Bey’in?
Olmadı. İstanbul’a geldiğinde bütün paşalar karşılamaya geldi dayımı. Sonra Ankara’da iken bir gün Ali Fuat Cebesoy bizim eve geldi, babamla konuştu. Babamın bize söylediği aynen şu: “Mustafa Kemal bizim Rauf Beyi muhakkak surette karşılamak, kucaklamak, -tabir aynen bu- istiyormuş diye haber getirdi Ali Fuat Paşa.” Bu iyi bir şey. Çünkü bizim ailemiz oldukça dışlanıyordu, aile olarak dışlanıyorduk. Çekmediğimiz kalmamıştı yani.
Burada sorulması gereken “Neler yaşadınız?” sorusunu yöneltmeden evvel, Milli Mücadeleden sonra, bir sebeple Atatürk’ten uzağa düşen paşaların aynı muameleye tabi tutulduğunu aktarmak gerekiyor. Kazım Karabekir, böyle bir döneminde peşine takılan sivil polislerce takip ettirilmişti. Zafer Orbay’ın anlattıklarına göre Rauf Orbay da aynı muamele ile karşı karşıya kalmış.
-Hissettiniz mi bu baskıyı?
Hissetmek ne demek, evi bastılar tabancalı adamlar.
-Kimdi onlar?
Siyah giyimli, resmî, sivil polisler. Dayım Avrupa’da iken türlü zorluklar çıkartıldı aileye. Sene 1930. Erenköy’de, büyükbabamdan kalma köşkte kalıyorduk. Annem, anneannem ve teyzem İstanbul’a inmişti. Yengem ve biz çocuklar vardık evde. 6-7 silahlı kişi, ‘kıpırdamayın, arama tarama’ var dediler. Buldukları birkaç eski gazete ve mektubu alıp gittiler. Ardından anneannemler geldiğinde yengem olanları anlattı. Köşkün alt katında Atatürk’ün büyük boy bir resmi vardı, üniformalı. Üzeri yazılıydı. Her şeye rağmen duruyordu orada. Anneannem ‘Benim bu memleket için hayatını veren oğluma bu mu yapılır?’ dedi, indirdi resmi aşağıya, üzerinede tepine tepine camını da kırdı, resmi de yırttı. Kadıncağız oğlunun birini Karadeniz’de kaybetmişti, diğeri Avrupa’da yaşıyordu.
Rauf Bey, Avrupa’dan döndükten sonra da Bebek’te kız kardeşinin, Şasaların evinde oturmaktadır. Evin karşısında da tramvay durağı vardır: “Orada siyah giyimli 2-3 adam koymuşlar Ankara’dakiler. Dayım izleniyor. Safiye teyzem, onlara leylek diye isim takmış, ‘Leylekler geldi, Leylekler gitti’ diye konuşuyordu. Dayım Arnavutköy’e doğru yürüyüşe çıktığı bir sırada biraz oyalanmış, arkasındakinin kendisine yaklaşmasını sağlamış ve birden bastonunu boynuna sararak kendine doğru çekip Arnavutköy Karakolu’na götürdüğünde, zavallı komiser ayağa kalkmış. Herhalde tanıyor adamı. İkisi birden ‘Rauf Bey yapmayın, siz bizim büyüğümüzsünüz’ demeye başladılar.”
Neyse, Atatürk’ün Rauf Orbay’a davetine dönelim tekrar. Mustafa Kemal, Rauf Orbay ile yalnız kalacağı bir program tertiplenmesini ister. Rauf Orbay, kabul eder, İstanbul’dan yola çıkar. Ali Fuat Paşa, Orbay’ı, Ankara’daki kayınbiraderinin evinden almaya gelir. Aralarında konuşurlarken Orbay, birden Cebesoy’a bağırmaya başlar: “Biz şaşırdık. Çünkü normalde Ali Fuat Paşa’ya bağırmaz. Dayım ‘Ben sana demedim mi Paşa’ demeye başladı. Şunu net duydum ama ‘Aramızda görmek istiyoruz. ‘Beni’ dedi ‘kimin arasında görmek istiyorsunuz? Aranızda görünmeye hayır, arkadaşça kucaklaşmaya evet’ dedi. Sonra da bir araba çağırıp, trenle İstanbul’a gitmek için hareket etti.”
O, bu süreçte Atatürk’ün yakın çevresindekilerden kaçıyordu. Bu hadiselerden birini de Rauf Orbay’ın yeğeni Zafer Orbay yaşamıştı.
İlkokula önce Alman mektebinde başlayan Zafer Orbay, tahsiline, bugün adı TED olan Ankara’daki Türk Maarif Cemiyeti’nde devam ediyordu. Zafer Orbay, dayısının adı İzmir Suikasti’ne karışanlar arasında anılınca okul arkadaşları tarafından dışlanmaya başlanmıştı. Dışlayanlardan biri o tarihlerde Meclis Reisi olan Kazım Özalp’ın oğlu Teoman’dı.
Rauf Orbay, 1950’lerin sonuna doğru kaldırımdan düşüp istirahate çekildiğinde de Celal Bayar’dan Adnan Menderes’e, eski arkadaşlarından daha pek çok kişiyi ziyarete gelmişti. Rauf Bey’den izin alıp gelenlerden biri de Kazım Özalp’tı. Özalp, o ziyaretinde, Orbay’a, kendisine olan tavrının bir nevi mecburi olduğunu ifade etmişti. Bu tür hadiseler hakkında yorum yapmayan Rauf Orbay, insanları bulundukları şartlara göre değerlendirmeye alışmıştı.
Rauf Orbay, yurtdışından geldiğinde ilk işlerinden biri Yüksek Şûra’da dava açmak oldu. Avrupa’da iken de, İstiklal Mahkemeleri yoluyla yapılanların kanunsuzluğunu dile getiren Orbay, İzmir İstiklal Mahkemesi kararının hukuk dışı olduğunu, mahkemenin lağvedilmesi gerektiğini savunmuş ve mahkemeyi kazanmıştı. Orbay’ın mahkemeye başvurmasının sebebi, kesilen emekli maaşının tekrar bağlanmasıydı.
1938’de Atatürk vefat ettiğinde ise Dolmabahçe’deki programa katılmayı ihmal etmeyen Orbay, 1939 senesinde ise İsmet İnönü’nün teklifi ile Kastamonu’dan milletvekili seçilip Meclis’e girer. 1944’te Londra sefirliğinden istifa ederek geri çekilmesi, onun son resmi görevi olur. İnönü’nün, ona, Londra’da görev vermesinin sebebi, Orbay’ın İngilizlerle geçmişten gelen sıcak ilişkisidir. Rauf Bey, ondan sonra vaktini daha çok okumakla ve biraz da ailenin zorlamasıyla hatıratını kaydetmekle geçirir.
Mısır’da bulunduğu sürede kendisine gelen Mısırlı prenseslerin evlilik tekliflerini geri çeviren ve hiç evlenmeyen Hüseyin Rauf Orbay, kendi başına yaşamak uğruna bu karara vardığını dile getirir. Rauf Bey, soyad olarak da kayınbiraderi Zeki Arif’in bulduğu, eski Türklerde ‘kale’ anlamına gelen ‘or’dan türetilen Orbay soyadını kendisine alır.
Orbay soyadı o kadar beğenilir ki Genelkurmay Başkanlığı yapmış Kazım Paşa da, Ziya Akif Bey’i arayarak bunu soyadı olarak kullanmak için izin ister.
Rauf Orbay, 1964 senesinde vefat ettiğinde geride, sadece tarihçi Feridun Kandemir’e, o da vefatından sonra yayımlanması için verdiği mülakatları bırakmasına rağmen bugün çıkan kitaplara şaşırdığını belirten Zafer Orbay, dayısının ‘hatıralarım’ diye bir kitabının bulunmadığını, Cemal Kutay’ın beş ciltlik eserinde de tekrarlar olduğunu, yeni çıkan Rauf Orbay-İsmet İnönü Kavgası isimli kitabın da başlık olarak gerçeği yansıtmadığını anlatmaktadır.
1941’de Amerika’da MIT’te okuduktan sonra 1946’dan, kapanacağı 53 senesine kadar Ankara’da uçak fabrikasında çalışan, ardından 1965’e kadar da Türk Hava Yolları’nda teknik müdürlükte bulunan Zafer Orbay, 27 Mayıs 1960’ta burada yaşadığı bir olayı da unutamaz: “İhtilal olduğunda bir haber salmışlar. Bizim uçaklardan biri Kütahya’ya gidecek, Adnan Menderes’i alıp yurtdışına kaçıracakmış. Onun için bütün uçaklara el koyduk. Üç kaptanımıza tutuklama emri geldi o gece.”
1965’ten emekli olacağı 1984 yılına kadar da İTÜ’de ders veren Zafer Orbay, IRCICA’da çalışan ve bir demiryolu müteahhidi olan Selahattin Durusan’ın kızı Dilek Hanım’la evlenir. İki erkek çocuğu ve üç torunu bulunan Zafer Orbay, merakını giderip okuyabilmek için de eski yazıyı kendi başına öğrenmiş birisidir: “Bir de inat ettim. Dinimizi kimse öğretmedi bize. Malum, belki bilirsiniz, o tarihlerde din eğitimi yoktu. Ben kendim merak ettim. Nedir bu Kur’an-ı Kerim, din? Herkes bir şeyler konuşup duruyor. Okuyayım istedim. O vakit tefsirlerin hepsi eski Türkçe. Öyle olduğu için inat ettim eski Türkçeyi öğrendim. Hoca yok, öğreten yok ama öğreniliyor inat edince. Elif, be ile yaza yaza öğrendim. Babamdan da isteyemedim öğretsin diye.”
Dayısının, İngiltere’de hastanede iken kelime-i şehadet getirerek kendisini şahit tuttuğunu anlatan Zafer Orbay, çeşitli kaynaklarda Küçük Hüseyin Efendi’nin müridi olarak anılan dayısı Rauf Orbay’la ilgili de şunları kaydetmektedir bugün: “Görmedim öyle bir şeyini. Camiye gittiğini, namaz kıldığını, dualar ettiğini de hiç duymadım.”
Haber: Cemal A. Kalyoncu
Kaynak: