BIST 9.666
DOLAR 35,22
EURO 36,73
ALTIN 2.961,25
HABER /  GÜNCEL

İşte önümüzdeki 5 yılda olacaklar

Önümüzdeki beş yılda neler olacak? Büyük Körfez savaşı, İran-İsrail nükleer savaşı, petrol çağının sonu... Harvard Üniversitesi profesöründen 'yakın' tarih öngörüsü...

Abone ol

Harvard Üniversitesi Tarih Profesörü Niall Ferguson İngiliz The Sunday Telegraph gazetesine, önümüzdeki 5 yılda gerçekleşecek 'yakın geleceğin tarihi'ni yazdı. Bir sonraki dünya savaşının arifesinde miyiz? Gelecekte tarihçilerin, Ortadoğu'daki gelişmelerin bir sonraki safhasını nasıl anlatacağını tahayyül etmek hiç zor değil. Şöyle ki: Yeni asra girildikten sonra her geçen yıl Körfez bölgesindeki istikrarsızlık arttı. 2006'nın başına gelindiğinde, bir savaşın (ölçeği ve kapsamı itibarıyla 1991 ve 2003 savaşlarından çok daha büyüktü) neredeyse bütün ateşleyici bileşenleri yerli yerindeydi. Savaşın üç nedeni Savaşın ilk baskın nedeni, bir petrol kaynağı olarak bölgenin görece öneminin artmasıydı. Bir taraftan dünyanın geri kalan petrol kaynakları hızla tükeniyordu. Diğer taraftan da Asya ekonomilerinin aşırı büyümesi, küresel enerji talebinde muazzam bir artışa neden olmuştu. Bugün inanması zor, ama 1990'ların büyük bölümünde petrolün varil fiyatı ortalama 20 doların altındaydı Savaşın ikinci önkoşulu demografikti. Avrupa'daki doğum oranları 1970'lerde ölüm oranlarının gerisine düşerken, İslam ülkelerinde bu düşüş çok daha yavaş yaşanmıştı. 1990'lara gelindiğinde, güneydeki sekiz Müslüman ülke ile Avrupa Birliği'nin doğusundaki doğum oranı, Avrupa rakamlarının iki buçuk katıydı. Bu eğilim bilhassa İran'da karşılığını buluyordu; 1979 Devrimi'nin toplumsal muhafazakârlığı (devrim sonrası evlenme yaşı düşürülmüş ve doğum kontrolü yasaklanmıştı), İran-Irak savaşındaki büyük can kayıplarıyla ve bunu takiben yaşanan doğum patlamasıyla birleşince, yeni asrın ilk 10 yılında olağanüstü miktarda bir genç erkek nüfusu ortaya çıktı. 1995'te İran nüfusunun beşte ikisi 14 yaş ve altındaydı. 2007'de savaşmaya hazır olan nesil işte buydu. Bu durum İslam toplumlarına, ihtiyarlayarak uyuşan Avrupa ile dikkat çekici bir zıtlık içeren bir gençlik enerjisi vermedi sadece. Dünya nüfus dengesinde köklü bir değişimi de beraberinde getirdi. 1950'de Britanya'nın nüfusu İran'ın üç katıydı. 1995'e gelindiğinde ise İran'ın nüfusu Britanya'yı geride bıraktı ve 2050 tahminleri yüzde 50 daha fazla nüfus olacağını ortaya koydu. Ancak Batı'daki insanlar, bu değişimin etkilerini ortadan kaldırmanın mücadelesine girişti. Batılıların bilinçaltında Ortadoğu, aynı 20'nci asrın ortalarında olduğu gibi, hâlâ hükmedebilecekleri bir bölgeydi. Savaşın üçüncü ve belki de en önemli önkoşulu ise kültüreldi. 1979'dan itibaren, sadece İran değil, Müslüman dünyanın giderek büyüyen bir kesimi dinsel bir heyecan dalgasının etkisi altına girmişti; oysa laikleşme süreci, tam tersine, Avrupa'nın kiliselerinin giderek boşalmasına yol açıyordu. Dört başı mamur bir teokrasi kurmak hususunda pek az ülke İran'ın izinden gitse de, her yerdeki politikalarda bir dönüşüm yaşanıyordu. Fas'tan Pakistan'a dek, 1950'lerden beri İslami politikalara hâkim feodal hanedanlıklar veya demir yumruklu askeri liderler, dinci radikallerin artan baskısı altındaydı. 'İslamcılığı' doğuran ideolojik kokteyl, en az Batı'nın bir önceki asırda yarattığı aşırı ideolojiler (komünizm ve faşizm) kadar güçlüydü. İslamcılık Batı-karşıtı, antikapitalist ve anti-Semitik'ti. Dönüm noktalarından biri, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad'ın Aralık 2005'te, Soykırım'ın bir 'efsane' olduğunu söyleyerek İsrail'e yönelik yaptığı çıkıştı. Daha önce de İsrail devletinin 'utanç verici bir leke' olduğunu ve 'haritadan silinmesi' gerektiğini söylemişti. Ahmedinecad farkı 2007'ye kadar İslamcılar, düşmanlarına karşı terör araçlarıyla savaş açmak dışında bir alternatif görmemişti. Gazze'den Manhattan'a kadar, 2001'in kahramanı ihtihar bombacılarıydı. Ancak İran-Irak savaşı gazisi Ahmedinecad, vücuda bağlanan patlayıcılardan daha ciddi bir silaha sahip olmak için can atıyordu. İran'ın nükleer silah programını hızlandırması yönünde aldığı karar, İran'a Kuzey Kore'nin halihazırda Doğu Asya'da sahip olduğu türden bir güç sağlamayı hedefliyordu: yani ABD'yi yıldırma gücü; Amerika'nın en yakın bölgesel müttefikine boyun eğdirme gücü. Farklı koşullar altında Ahmedinecad'ın bu ihtiraslarını bertaraf etmek zor olmazdı. İsrailliler, 1981'de Irak'ın nükleer tesislerine önleyici hava saldırıları düzenlemeye muktedir olduklarını göstermişlerdi. 2006 yılı boyunca yeni muhafazakâr yorumcular Başkan Bush'a benzer bir saldırı düzenleme çağrısı yaptı. ABD'nin böyle bir saldırının altından kusursuz biçimde kalkabileceğini iddia ediyorlardı. Komşu Irak ve Afganistan'da üsleri vardı. İran'ın Nükleer Silahsızlanma Anlaşması'nı ihlal ettiğine dair kanıtlara da sahipti. ABD gönüllü değildi Fakat ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Başkan'a diplomasi yolunu tercih etmesini salık verdi. Sadece Avrupa kamuoyu değil, ABD kamuoyu da İran'a saldırılmasına büyük oranda karşıydı. 2003'teki Irak işgali, Saddam Hüseyin'in elinde bulunduğu söylenen kitle imha silahlarının bulunamamasıyla ve ABD öncülüğündeki koalisyonun kanlı bir isyanla başa çıkamamasıyla itibarından çok şey kaybetmişti. Amerikalılar denizaşırı askeri girişimlerini çoğaltmak istemiyordu; aksine bunu azaltmak niyetindeydiler. Avrupalılar, İran'ın kendi kitle imha silahlarını yapmak üzere olduğuna dair hiçbir şey duymak istemiyordu. Ahmedinecad CNN'den bütün dünyaya bir nükleer deneme gösterse bile, liberaller bunun bir CIA hilesi olduğunu söyleyecek durumdaydı. Şaron almayınca Ve tarih tekerrür etti. 1930'larda olduğu gibi, anti-Semitik bir demagog ülkesinin uluslararası anlaşmalarla belirlenen yükümlülüklerini feshettti ve savaş için silahlandı. İranlılara ikna edici ekonomik avantajlar önerip yatıştırma siyaseti güden Batı, uluslararası kurumlara da (Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve BM Güvenlik Konseyi) başvurdu. Ancak Çin'in vetosu yüzünden BM, boş kararlar ve (İran'ın 2006 Dünya Futbol Şampiyonası finallerinden dışlanması gibi) etkisiz yaptırımlardan başka bir şey üretemedi. Başkan Bush'un krizi çözme kararlılığını ancak bir adam güçlendirebilirdi: Bu adam, ülke içindeki itibarını Irak konusunda yerle bir eden Tony Blair değil, Ariel Şaron'du. Fakat İran krizi doruğa çıktığı sırada o da felç geçirmişti. İsrail'in lidersiz olduğu bir ortamda, meydan Ahmedinecad'a kalmıştı. Yine 1930'larda olduğu gibi, Batı iyimser düşüncelerle geri adım attı. Bazılarının dediği üzere, Ahmedinecad belki sadece atıp tutuyordfu, zira ülke içindeki konumu çok zayıftı. Belki İran din adamları kastı içindeki siyasi hasımları, ondan kurtulma noktasına gelmişti. Böyle bir durumda, Batı'nın yapması gereken son şey, katı bir tutum sergilemekti; böyle bir tutum olsa olsa Ahmedinecad'a İran halkının duygularını ateşleme imkânı verirdi. Böylece Washington ve Londra'daki insanlar, Tahran'da kendi içinden yükselecek bir rejim değişikliği umuduna sarıldı. Tahran zaman kazandı Bu da İranlılara, nükleer silahlarda kullanılacak zenginleştirilmiş uranyum üretmek için ihtiyaç duydukları bütün zamanı verdi. İsrail, Pakistan ve Hindistan tarafından çoktan boşa çıkarılmış nükleer silahsızlanma düşü, kesin olarak yok oldu. Artık Tahran'ın elinde, Tel Aviv'e doğrultulmuş bir nükleer füze vardı. Ve İsrail'deki Benyamin Netanyahu hükümeti de benzer bir füzenin burnunu Tahran'a çevirmişti. İyimserler, Küba'daki füze krizinin, Ortadoğu'da tekrar sahneleneceğini iddia ediyordu. Her iki taraf savaş tehditleri savuracak ve ardından her iki taraf da geri çekilecekti. Başkentler arasında fır dönen Dışişleri Bakanı Rice'ın umudu (aslında, duası) da bu yöndeydi. Fakat hiç de öyle olmayacaktı. Ağustos 2007'deki yıkıcı nükleer çatışma sadece diplomasinin başarısızlığını temsil etmiyor, petrol çağına da son noktayı koyuyordu. Hatta bazıları bunun Batı'nın alacakaranlığı olduğunu bile söyledi. Sonrasında, Irak'ın Şii nüfusunun ülkelerinde kalan son Amerikan üslerini ele geçirmesi ve Çin'in Tahran'ın tarafında müdahale tehdidinde bulunması üzerine çatışmanın yayılmasını yorumlamanın bir biçimiydi bu. Tarihçiler, 2007-2011 savaşının gerçek öneminin, Bush yönetiminin ilk başta ortaya attığı önleyici saldırı ilkesini haklı çıkarıp çıkarmadığını sormakla yükümlü. Zira eğer bu ilke 2006 yılıında hayata geçirilebilmiş olsaydı, İran rejiminin nükleer gayreti asgari ölçüde bir kayıpla bertaraf edilebilirdi. Ve sonuçta Büyük Körfez Savaşı hiç yaşanmayabilirdi.