BIST 9.390
DOLAR 34,43
EURO 36,29
ALTIN 2.837,00
HABER /  MAGAZİN  /  KÜLTÜR VE SANAT

İstanbula mektup var

Kadın Öykülerinde İstanbul'da yirmi dokuz kadın yazarın öyküsü yer alıyor.

Abone ol

Mary Shelley'e göre "bir kentti cehennem, Londra'ya çok benzeyen". Hugo'nun şehrinde "insanlar arttıkça gölgeler derinleşir"di. Baudelaire kalabalığın uyuşturucu olduğunu söyler ama bununla yaşamaya lanetli bir şair olmaktan da vazgeçmezdi. Gönlünü Oran şehrine kaptırmış Camus için Avrupa'nın şehirleri "geçmişin uğultularıyla fazla dolu"ydu, "yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar"dı insan ve "Batı'nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar"dı. Joyce şenlikli bir yaşam isteniyorsa Paris'i, günahkârlık tercih ediliyorsa Berlin'i önerirdi. Thomas Mann için Venedik "dünyanın bittiği yer"di. Tanpınar içinse İstanbul "iklimini değiştirmiş zamansız hayat"tı.

Hande Öğüt'ün hazırladığı Kadın Öykülerinde İstanbul 'da yirmi dokuz kadın yazarın öyküsü yer alıyor. Kiminin İstanbul'u fantastik bir masal, kimininki sonsuz şiir, kimininkiyse acı gerçek. Kimi nefretli bir aşkla seviyor bu kenti, kimi merhametli bir sevgiyle. Ama hepsinin şehrinin garip bir kokusu, keskin bir tadı ve rengi var. Kadın kaleminin ve dilinin bedene daha yakın durmasından belki, sayfalardan koklamak, tatmak daha kolay İstanbul'u.


Öykülerin çoğunda İstanbul'un rengi erguvan, hem geçmişi hatırlayan, hem her baharda açan. Zaten metinlerin hepsinde ikili karşıtlıklar yan yana, iç içe, sarmaş dolaş. Umutları Batı'nın Doğu'ya, geleceğin geçmişe, ölümün aşka, erkeğin kadına hükmetmediği şehre dair. Dünyanın ve İstanbul'un acımasız kurallarını haykırsalar da, şehirle hem koyun koyuna hem dişe diş yaşamayı sükûnetle öğrenmiş, öğrenmek zorunda kalmış kadınları dillendiriyorlar. Bu kadın kahramanlarca İstanbul uzaktan izlenilen bir manzara değil, senli benli dertleşilen, birlikte değişilen sokaklar, evler, pastaneler, parklar. Şehre cesaretle saçılan kadınlar arasında en çok korkanlar, sokakların kocalarını ve çocuklarını yutacağını düşünen analar. İstanbul'da herkesin kaçacak bir yeri, kaybolacak bir deliği var; zenginler adalara kaçıyor, fakirler trenlerde kayboluyor. İstanbul'un kadınlarını yazmak için her karış topraktan mutlaka bir çiçek ya da ağaç çıkıveriyor, her odada bir ayna peydah oluveriyor.

Marilyn Monroe şehrimizde
Stella Aciman'ın öyküsü yaşanmışlıklarla dolu, melankolik bir mektup gibi İstanbul adlı sevgiliye. Nilüfer Açıkalın'ın kadını İstanbul'un arka sokaklarına kucağını açmış, Büyülü Cadde'sinde soluklanmış, kendi bedenindeki kanseri nasıl seviyorsa İstanbul'un kanserlerini de öyle sevebilmiş bir yürek. Cihan Aktaş savaşın ve sınırların gerçek olmadığı yalanına kanmadan yazar, tüm yersiz yurtsuzluğun, geliş gidişlerin, arada kalmanın tedirginliği ve gerçekliği içinde. Berat Alanyalı'nın çarşısı İstanbul'un rüyalara sürükleyen sürrealist yanı. Sabâ Altınsay'ın baba, oğul ve kedi üçgeniyse İstanbul'un sıcacık bir ânı. Erediz Atasü bir annedeki vakur ve kırık İstanbul'u, kızındaysa hızlı, acımasız İstanbul'u anlatır. Esmahan Aykol, Bebek'teki bir evde yine sırlar peşinde. Boğazdan gelen adamların esrarı, kadın fantezilerinin neye benzediğinin kanıtı. Sezer Ateş Ayvaz'ın Nadide'sinin gönlü paramparça, istenilen zamanı ve mekânı yaşatabilme sihrine sahip çay bahçelerinden birinde oturur hep. Nalan Barbarosoğlu'nun Leyla'sınınsa yüzünün, kalbinin bir yarısı yok. Çünkü İstanbul'da yüzünün bir yarısı ve Mecnun'unda kalbinin ki. İstanbul anlatır, Leyla dinginleşir.

Elbette erguvandır Oya Baydar'ın İstanbul'u ve elbette İstanbul'un hançeri ancak umutlu ve masum bir devrimcinin yüreğine böyle derin saplanabilir. Gaye Boralıoğlu'nun Mi Haticesi Sirkeci Garı'ndan her akşam yorgun argın trenine biner kocasıyla. Kadının korkutucu gücüdür -mi sesinin içindeki ve o ses çıkacaktır o akşam. Sevinç Çokum, Tarlabaşı'nın sürgünlerini anlatır, gurbetçilerini, hiç görmediklerimizi, istemediklerimizi. Nazlı Eray'ın gerçeküstü evreninde kadınlar, kadın kadınalıklar, erkekler, erkeksilikler ve gerçekle yüzleşmeler gerçekten daha gerçektir. Leyla Erbil kişisel tarihini, Trianon pastanesindeki kutsal anılarını, 6-7 Eylül Olayları'nın sonuçlarıyla kesiştirir. Kutsal anıların nasıl yağmalandığını yazar. Müge İplikçi başörtülü bir kızın tıp fakültesine girerse, başına ne geleceğini sorar okuruna. Ta giriş sınavında gösterir, sonrasını. Gül İrepoğlu kurumuş bir çınarla, hâlâ canlı bir hanımelinin sarmaşıp dolaşmasında kendi geçmişini ve şimdiki İstanbul'u görür. Şebnem İşigüzel, Marilyn Monroe'yu ölmeden önce İstanbul'a getirir. Mutsuz, deli sanılan bir efsaneyi, alçakgönüllülükle kısacık da olsa mutlu ediverir.

Berrin Karakaş'ın şiirli, gelgitli şehri tüm kavuşamadıklarını depremle ve denizde kavuşturur. Karin Karakaşlı ölümünü en son yaşamak isteyeceği adamın ölümü anlatır; aidiyetsizliklerin şehri Belabul'un o adama neler yaşattığını. Kabullenmeyişi hiç solmamıştır, ağlayıp rahatlığa kavuşmamıştır. Gönül Kıvılcım'ın İstanbul'uysa yaşlı, yalnız ve ölüme yer açmayı unutan bir kadındır. Handan Öztürk gencecik bir kızın ailesiyle İstanbul'a gelişini anlatır. Trende annesinin öykülerinden kendi öykülerine geçip şehrin ona, onun şehre bıraktığı hediyeleri serer birer birer. Yıldız Ramazanoğlu'nun kadın kahramanı gençlik aşılar tüm müşterilerine bitkilerle, doğayı satar paketlerle ve hiç durmayan çenesiyle. Suzan Samancı'nın kahramanı kendini "bütün sesleri içine çeken, akışkan nehir, hercai menekşe, etnik espri İstanbul"a kaptıracak mıdır, kanacak mıdır ona? Yoksa hapishaneden yeni fırlatılmış ve umutsuzca dolaşmış olduğu şehre sırtını dönüp koşacak mıdır memleketine? Jale Sancak'ın kadınları "Nusaybin, Cizre, Şırnak kadınlar, uzak, terk edilmiş şehirler gibi"dir. Tarlabaşı'nda o kadınlar yaşam mahkûmiyet günlerini sayarlar.

Mine Söğüt öldüren İstanbul'u anlatır. Bütün kadınları üstüne giyer yazarken, İstanbul'un ölüm tuzaklarına düşen kadınların hepsi olur. Der ki "Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez." Feryal Tilmaç'ın kadını bir alışveriş merkezinde, aklında Can'ı, dilinde pop ezgiler, gözü vitrinlerde, elinde bir kahve enerjisini unutmaya harcamaktadır. Aslı Tohumcu'nun Ayser'i, Selma'sı, Zehra'sı ve Nurgül'ü engellenmiş, istedikleri hayatları yaşamayan kadınlar. Ama hepsi farklı bir dala tutunmuş. Ve iyice baksalar birbirlerinin tutunacak dalı olacaklar. Semra Topal'ın kahramanları; İstanbul'un şizofren arka sokakları ve şizofren vitrinleri aynı odada, İstanbul'u anlatırlar monologlarında. Menekşe Toprak, İstanbul'un tecavüzünü anlatır, tiksinilerek kaçılan ama sonrasına hep arzulanan.

İstanbul ne kadar derin bir yara olursa olsun, o kadar da büyük bir derman. Bunu biliyor kadınlar. İstanbul'la savaşmayı, İstanbul için savaşmayı en son onlar bırakacaklar. Şehirlerine, kalemlerine ve yaşamlarına koyulan engelleri teker teker kaldıracaklar.
(Senem Kale)