İstanbul Yahudileri ve Ayasofya
Fetih’ten önce var olanlara ilave olarak- birlikte barış içinde yüzyıllardır yaşadığımız bir sosyal kolektivite haline gelmiştir.
Günümüz demokrasilerinin en önemli hususiyetlerinden birisi de çokkültürlülüktür. Çokkültürlülük, farklı kültürlerin farklılıklarını yitirmeden bir arada yan yana ve iç içe yaşama pratiği olarak tanımlanmaktadır.
Çokkültürlülüğün esasen emperyal bir değer olduğunu tespit etmek gerekir.
Başka bir ifadeyle farklı kültürleri, farklı coğrafyaları, farklı din ve dilleri bünyesinde bulundurarak adaletle hükmetme iddiası olmadan kalıcı bir imparatorluk kurulamaz.
Bu bakımdan diğer imparatorluklarla mukayese edildiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun çokkültürlülüğü zirve seviyede anladığı, yaşadığı ve yaşattığı bir vakıadır.
Bu argümanın en somut ispatı, cumhuriyet dönemine geçmemize rağmen birlikte yaşamaya devam ettiğimiz dini azınlıkların sahip olduğu statü ve imkanlardır.
Ne var ki, Osmanlı dönemine dair ekalliyet (azınlıklar) hususunda pek çok çalışma mevcutken günümüzde söz konusu azınlıkların toplumumuz içinde var oluş ve kendilerini ifade etme biçimleri dair çalışmalar yok denecek kadar azdır.
Var olanlar ise sadece azınlıkların ekonomik, siyasi ve hukuki boyutlarıyla kendilerini sınırlandırmışlardır.
Öte yandan modernleşme olgusu endüstrileşmeyle de birleşerek imparatorlukları ulus-devlet haline dönüştürmüşlerdir. Haddi zatında modernleşme, inanç ve dinlerde de paradigmal bir değişim ve dönüşüm sürecini beraberinde getirmiştir.
1492 senesinde İspanya’dan sürülen Yahudilerin Sultan Bayezid tarafından kabulüyle beraber, bu din grubu – Fetih’ten önce var olanlara ilave olarak- birlikte barış içinde yüzyıllardır yaşadığımız bir sosyal kolektivite haline gelmiştir.
Haddi zatında Yahudiler Anadolu topraklarında, hiçbir dindaşlarının Avrupa, ABD ya da dünyanın herhangi bir diasporasında bulamadıkları emniyeti, huzuru ve güveni bulmuşlardı.
Osmanlı’nın son dönemine kadar çok büyük bir sorunla karşılaşmadan yaşamayı ve karşılıklı olarak kültürel alışveriş içinde olduğumuz bu toplulukla 19. Yüzyılın başlarında problemler yaşamaya başladık.
Malum olduğu üzere ihtilafın altında yatan temel neden, Arzı Mevud üzerinde (Yahudilerin bir kısmına göre Tanrı’nın söz verdiği topraklarda) bir devlet kurma fikri ve bunun ideolojisi olan siyonizmdi.
Peki, günümüzde Yahudi vatandaşlarımızla nasıl bir ilişki biçimi içerisindeyiz?
Modernleşme olgusu bu vatandaşlarımızı nasıl etkiledi?
Türkiye Cumhuriyeti Yahudi toplumu ile nasıl bir entegrasyon süreci işletmiştir?
Hepsinden önemlisi Yahudi vatandaşlarımız kendi inançları, dinlerini yaşayış biçimleri ekseninde ve Türkiye’nin büyük toplumuyla nasıl bir ilişki süreci geliştirmiştir?
Tüm bu soruların ve daha fazlasının cevabı, araştırmacı, yazar ve eğitimci Mahmut Haldun Sönmezer’in kaleme aldığı, Modernleşme Sürecinde İstanbul Yahudileri (Bir Alan Araştırması) adını taşıyan ve Post Yayınları tarafından Haziran 2020’de yayımlanan kitabında doyurucu bir biçimde veriliyor.
Gelenek ve modernite arasındaki tansiyon üzerinden din kurumunun günümüz İstanbul Yahudilerinde ne tür değişim ve dönüşümler yarattığını analiz eden yazar, buna cevap bulmak için -söz konusu Yahudi cemaati üyeleriyle görüşerek- gerçekleştirdiği özgün bir saha çalışmasından hareketle son derece ilginç ve ezber bozan sonuçlara ulaşıyor.
Özet olarak, modernleşmenin –tıpkı Müslüman toplumlarda olduğu gibi – rasyonalite ve sekülerleşme üzerinden dini inanç ve uygulamada zayıflamaya yaşayan Yahudi topluluğunun bir yandan özgün inanç sistematiğini korumak isterken öte yandan baskın kültürle çatışmamaya itina ettiği sonucuna ulaşıyor.
İstanbul Yahudilerinin Türkiye’de, Türklerle birlikte yaşamak ve hatta komşuluk ilişkileri içinde olmak hususunda son derece mutlu oldukları yönünde verilere ulaşan yazar, Yahudi topluluklarının inanç, ibadet ve yaşayış biçimi bakımından oldukça heterojen olduğu tespitinde bulunuyor.
İlk başta modernlik ve modernleşme olgularının etimolojik ve sosyolojik çözümlemesiyle bizi ilginç bir yolculuğa çıkaran kitap, Anadolu’da Yahudi varlığının kökenine yönelik kapsamlı bir tarihsel analizle devam ediyor. Burada ilginç bir tespit olarak, Yahudilerin MÖ 6. Yüzyıldan itibaren bu topraklarda yaşadıklarına dair bulgular, eserde çarpıcı bir biçimde paylaşılıyor.
Roma, Bizans dönemlerinde de İstanbul’da var olmaya devam eden Yahudilerin, huzur ve emniyeti Osmanlı döneminde yakaladıkları somut delilleriyle ve altı çizilerek vurgulanıyor.
Osmanlı döneminde tatbik edilen iskan politikaları neticesinde öncelikle Selanik’te yoğun bir biçimde yaşayan Yahudilerin, hangi gelişmeler ve gerekçelerle Osmanlı içerisinde nüfuslarının azaldığı, İstanbul’un niçin zamanla Yahudiler için bir merkez haline dönüştüğü ve Türkiye Cumhuriyeti’yle beraber demografik hareketlerin hangi istikamette seyrettiği sosyo-politik bir analizle ele alınıyor.
Ayasofya’nın resmen ibadete açıldığı bugünlerde, Osmanlı’dan günümüze çokkültürlülük pratiğimizi yeniden hatırlatmak ve ırkçılığın, faşizmin ve şovenizmin kol gezdiği Avrupa’nın bizim azınlık politikalarımız eleştirmede ne denli haksız olduklarını ifade etmenin en güzel vesilelerinden birisi olduğu için, bu eseri siz okuyucularıma takdim etmek istedim.
Son bir önemli not.
Ayasofya-i Kebir Camii,
bir cami, bir bazilika ve artık eski bir müze. Bizans İmparatoru Justinianus‘un, 532-537 yılları arasında tarihi yarımadaya inşa ettirdiği ve 1453 yılında İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülen yapı, son 85 senedir müze olarak kullanılmaktaydı. 1935 yılından bugüne yani 10 Temmuz 2020 yılına kadar müze olarak hizmet vermiştir.
Ayasofya tekrar eski hüviyetine geç olsa da kavuşmuş oldu. İlk namaz 24 Temmuz 2020’de.. Ülkemize hayırlı uğurlu olsun.