Yazı dizisinin ilk konuğu ise, bir zamanlar kitleleri peşinden koşturan, kitapları on binlerce satan Şule Yüksel Şenler.
Abone olŞule Yüksel Şenlerin bir başka özelliği de, Tayyip Erdoğan ve Emine Erdoğanı bekârlık yıllarından beri tanıması. Tanımakla kalmamış, bu iki genci birbiriyle tanıştırmış ve evlenmelerine vesile olmuş. Tayyip ve Eminenin kader çizgisinin nasıl kavuştuğunu da Şule Yüksel Şenlerden dinledik.
Şule Yüksel Şenler, ağabeyinin telkini ile Risale-i Nur toplantılarına katılıyor ve yüreğinde iman ateşi yanıyor. 14 yaşındaki aşkını ise hiç unutamıyor
Sayın Yüksel, ailenizde İslâmî yaşantı var mıydı?
Şule Yüksel: Maalesef, aksine, annemler çok modern yetiştirilmişti. Annem şapkalı, makyajlı, modern bir hanımdı. Babamsa, açık, lükse düşkündü. Daha sonra bizler yetiştik. Modern hayatın icap ettirdiği ne varsa, her şeyin içindeydik.
Siz İslâmiyet ile nasıl tanıştınız?
ŞY: Ağabeyim lise çağlarında, Risale-i Nur camiasıyla tanışıyor. Tabiî fikrî ve mânevi ufku değişiyor ve namaza başlıyor. O bana örtünmeyi telkin etti. Ağabeyimin telkinlerine çok direndim. Çok münakaşalar ettik. Örtünmem için yalvarıyordu. Ben daima tepki gösteriyordum. Annem de öyle. Annem evlâdım ben makyajlı, şapkalı, manikürlü bir modern hanımım, babanın iş icabı arkadaşlarıyla da, hanımlarıyla da görüşüyorum. Çizgimiz tamamen farklı ben bunu yapamam diyordu. Ağabeyim, bir ara aklımı, fikrimi çeldi. Düşünmeye başladım. Anneme gittim, yalvardım, Anne bari ben örtüneyim. Hem ağabeyimin içi rahat olsun dedim. Annem Olmaz, çünkü ben örtünemem. Haydi sen örtündün, dışarıya çıktığımız zaman açık bir hanımın yanında, kapalı bir genç kız. Bu hoş kaçmaz diye itiraz etti.
Sizi ağabeyiniz nasıl ikna etti?
ŞY: Ağabeyim bizi ikna edemedi ve kaçtı gitti. O, evi terk edince hepimizde bir burukluk meydana geldi. Yeri belliydi, arkadaşlarıyla birlikte kalıyordu ama eve gelmiyordu. Kandillerin haricinde. Şöyle bir uğrar hemen çıkar giderdi. Evi terk ettiğine çok üzülüyordum. Bu arada, İffet Halim Oruz hanımefendinin çıkartmış olduğu haftalık kadın gazetesinde Duyuşlar Görüşler köşesinde yazı yazmaya başladım. Kadına ilişkin, mevzular ele alıyorduk. Aynı köşeyi paylaştık kız kardeşim Gonca ile. Milli, manevi meseleleri ele alıyordum. Başı açık, kolsuz bluz giyen bir fotoğraf ve o ismin altında inanılmayacak yazılar çıkıyor; ağır başlı ve maneviyata ağırlık veren yazılar. İffet Halim Oruzla fikren anlaşamıyorduk; sansür uyguluyordu. Bana, Şule Hanım siz bahar gibi modern bir genç kızsınız. Bu geri fikirler sizde nasıl barınıyor, nasıl oluyor? diye soruyordu. Ağabeyimin işlediği fikirler, adeta kalbime tohumlar halinde ekilmişti. Hiç farkında olmadan onun tesiri altında kalmıştım. Ağabeyimin söylediği zamanlar, karşı geldiğim, tasvip etmediğim şeyleri, sonradan akıl süzgecinden geçirerek doğruluğunu anladım. Ben başörtülü bir kadını basit görürdüm. Çünkü köy kadınları, rençber olanlar, hoca/imam olanların hanımları, Anadoludan gelmişler...hep onlar örtünüyordu.
Nasıl aştınız bu düşünceleri?
ŞY: Benim araştırma yönüm çok kuvvetli. Bir cemaat içine girmek ve bu şekilde kendimi geliştirmek istedim. Bir türlü o cemaati de bulamadım. Bir ara ırkçılara karıştım.
MHPlilere mi?
ŞY: O zaman MHP yoktu. Nihal Adsız ve talebeleriyle birlikte oldum. Kızlı erkekli bir gruptuk. Milli taraf çok ağır basıyordu. Bana ümmetçi dediler. Allah aşkına ümmetçiliğin benim anladığımın dışında bir mânâsı var mı? diye sordum. Bana izah eder misiniz? Elbette, Peygamber Efendimizin ümmetindenim.
Ağabeyinizle görüşüyor musunuz bu arada?
ŞY: Ancak kandillerde görüşüyorduk. Bir de bir yılbaşı balosunda. Beni aşağıya çağırdı. Ağır hakaret etti. Ağlayarak çıktı gitti balodan. Ve ben o gün onun o haline çok üzüldüm.
Siz anneniz yüzünden mi gidiyordunuz o balolara?
ŞY: Hayır efendim, kendi irademle gidiyordum. Çünkü kurtulamıyordum. Bir ayağım modern hayatın içinde, bir ayağım manevi hayatımla ilgili atılımlar yapma ihtiyacında. Böyle bir bocalama içindeyim. Tabiî bunlar hep bende bir birikim yaratmaya başladı. Ağabeyime de hak veriyordum. Diyordum ki, araştırmalarıma göre ağabeyim yerden göğe haklı. Bir Müslüman kızı olarak, böyle değil, onun istediği gibi olmalıyım. Ama yaşayamıyorum, yapamıyorum. Daha sonra ağabeyim bir hastalık geçirdi. Sarılık. Hastaneye yattı. Ölümle yüz yüze geldi. Dayanamadık, annemle ziyaret ediyoruz, ihtiyaçlarını götürüyoruz. Ağabeyimin hep yüzü asık bizi öyle gördükçe. Ağlayarak yalvardım: Ağabey ne olur, ne isteğin varsa, yapacağım dedim. Şöyle dedi: Bir hanımlar topluluğu var, senin oraya gitmeni istiyorum. Falanca hanım teyzeyi git gör, o seni oraya götürsün Söz verdim. Kalktım, yine o açık halimle, başıma küçücük bir şifon taktım, kolsuz elbisemin üstüne ceket aldım. Yaz günüydü; açık bir vaziyette gittim. Odaya girince, o nur yüzlü hanımların, anlatılamayacak kadar feyiz ve saflık dolu güzellikleri beni cezbetti. O ortamda çok utandığımı hissettim. Ve dedim, Müslümanlık bu kadar saf ve bu kadar temiz, bu kadar güzellikler içeriyor, biz ise nelerin peşinde koşturuyoruz ve neye hizmet ediyoruz.
Bu topluluk, neyin topluluğuydu?
ŞY: Risale-i Nur toplantılarıydı. Beni Üzeyirin kız kardeşi diye tanıttılar. Muhakkak, o güzel okur dediler. Elime kitabı verdiler. Ellerim ojeli ve manikürlü. Ayağımda çorabım yok. Çekiştiriyorum her tarafımı. Mahcubiyet içindeyim. Hepsi hayretle bakıyorlardı; hatta tırnakları orangotana benziyor diyorlardı. Başka bir genç kız olsaydı, kitabı atar çıkardı dışarıya. Ben onu yapmadım. Sonradan da çok iyi yaptığıma inandım. Risale-i Nuru anlayarak okudum ve öğrendim. Çünkü Arapça ve Farsça biliyordum. Risale-i Nurun etkisi altında kalmıştım. Artık etrafıma da anlatmaya başladım. Aşağı yukarı 20 yaşlarında filândım. Gelmek istiyorum ama ne olur bana kıyafetimden dolayı hiçbir şey söylemeyin dedim. Onlar da ne olur örtünsen, namaz kılsan diye telkinde bulundular. O sizin söylemenizle olursa, kısa süreli olur, siz söylediğiniz için olur. Ben iman yönünden o kadar kuvvetlenmeliyim, o kadar irademe hâkim olmayım ki, kim gelirse gelsin başımdan örtümü alamamalı. Bunu, inanarak, güvenerek yapmalıyım. Bu şekilde devam ettim. Yavaş yavaş Risale-i Nurları okudukça, o tesettür risaleleri filân ikna oldum.
Sizin kitaplarınız hangi konular üzerineydi? Aşk da yazıyor muydunuz?
ŞY: Her konuda yazıyordum. Huzur Sokağına bakarsanız aşktır. Maneviyat da var tabiî.
Sizin hayatınızda oldu mu böyle aşklar? Yaşamadan da yazabiliyor musunuz?
ŞY: Yaşamadan da insanın öyle ince duyguları vardır ki, onları hisseder. Ama yaşanmış olursa belki daha güzel hisseder. 14 yaşımda çocukluk denebilecek yaşta, böyle bir hal yaşadım, 4 yıl devam etti ve istenildim, söz kesildi. Sonra sözden dönüldü. 18 yaşındaydım. Benim için çok büyük yıkım oldu. Bütün hayatıma tesir etti. Sonra evlendim ve hiç mutlu olamadım. Söz kestiğim kişiyi hep hatırladım. Çok küçük bir şeyden babam bozmuştu sözü, aileler anlaşamamıştı. Bu yüzden aileme gücendim. Yaşı da geldiyse, kız karar vermeli. Çünkü İslâmda da böyledir. Kıza sorulur, birbirlerini görürler ve kızın kalbi ısındıysa, olur. Olmaz derse, zorla verilmez. Bu durumdan dolayı ben 32 yaşında evlendim. Evlenmeyeceğim diye ahdetmiştim
Nasıl evlendiniz?
ŞY: Benim çok enteresandır evliliğim. Tabiî çok isteyenler oldu. Ama o zamanlar seri konferanslar veriyordum. Günlük yazılarım da Şevket Eygi beyin Bugün gazetesinde yayınlanıyordu. Maneviyat yönü ağır basan yazılar. Seri konferanslar için çok sık, hem de uzun süre devam eden, meselâ 15-20 günlük seyahate çıkıyordum; 30-35 konferans verip geliyorum. Bu arada mahkemelerim vardı. Bir uçakla veya arabayla gidip mahkemeye çıkıyorum, sonra tekrar konferansa dönüyordum.
Neden sizi mahkemeye veriyorlardı?
ŞY: Yazdığım hemen hemen bütün yazılardan dolayı. Türk Ceza Kanununun 163üncü maddesinden. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunaya hakaretten dolayı muvaffak oldular. Mahkûmiyetim gerçekleşti. 9 ay 10 gün hapiste yattım. Papa 6. Paul, Fener Patriği Athenagoras ile konuşmak üzere İstanbula gelmişti. Ben Cumhurbaşkanının Papayı karşılamasını eleştirdim. Bu yüzden mahkûm oldum.
Evlilik mevzuuna geri dönersek
ŞY: Beni taşıyacak birisi lâzımdı. Bu da mümkün değildi. Hiç kimse işini bırakıp benimle dolaşamazdı. Babam, işini kaybetti ve bizler bayağı sıkıntılara düştük, 1960 sonrası. Kızım sen maddiyatı düşünme, bu yolda hizmet et. Allah kerimdir. Az da yesek fark etmez bizim için, yeter ki, maneviyat çok zayıflamış ülkemizde, sen onlara koş dedi. Annem kalp hastasıydı. O seyahatlere annem de gelirdi. Arkamda çok büyük yığınlarla karşı karşıyaydık. Ona seyahat yasağı olduğu halde beni bırakmazdı. Annem evlenmem için çok ısrar ediyordu. Babamın da maddi yönden durumu çok çok zayıfladı. O zaman tamam dedim. Fakat uygun birisi olması lâzım. Bir çok kişiyi reddederek, en sonunda bu izdivaç ettiğim Abdullah Karsı buldum. Kendisi tiyatro sahibiydi. İslâmî temsiller sahneye koyuyordu. Ankara İlâhiyat Fakültesi mezunuydu, hem de Ankara Şehir Tiyatrosunda aktördü. İslâmî bir eseri sahneye koyunca hakkında yazı yazmıştım. Haber gönderdi ziyaretime gelmek için. Geldi ve Bir tiyatro eseri yazar mısınız? diye sordu. Yazarım dedim. O kadar gözü kara gidiyordum ki, tiyatro apayrı bir meslek. Bir iki defa geldi gitti, üçüncü gelişinde, izdivaç teklifini yaptı. İnanamadım, çok kızdım, sinirlendim.
Ailem istemedi, çok karşı çıktılar. Ben de önceleri istemedim. Sonra düşündüm, Şule, nefsine göre mi hareket etmek istersin, yoksa canını adadığın bir dava mı var? Bu yolda sana destek olacak birini mi istersin? O da bir dava adamıydı. İslâmî meseleleri, şahsiyetleri sahneye koyuyor, bu yolun insanı. Aynı sahnede o tiyatro eseri sergilerken, ben de konferans veririm diye düşündüm. Şahsiyetine fazla bakmadım. Evlenmek hak olduğu gibi ayrılmak da haktır. Olmadı, istediğim gibi olmadı, aksine çok şeyler oldu. Beni İslâmi hizmetimden alıkoyacak çok durumlarla karşılaştım. Çok şeyler yaşadım. 5 sene evli kaldım. Ama bir asra bedeldi. Bir daha evlenmemek kararı aldım. Annemi kaybettim. Ömür boyu babamla beraber yaşayacaktım. Fakat olmadı. Babamla anlaşamadığımız çok nokta vardı. Ben artık dul bir bayandım. Bütün ikazlarıma rağmen erkek arkadaşları geliyordu eve babamın, iş için. Ben görünmüyorum, yemeklerini verip çekiliyorum. Ama, etraftan, dul bir kadın olduğum için lâf çıkabilirdi.
İkinci evliliği mecburen yaptım. Kanadadan, malûlen emekli olmuş; Trafik kazasında eşini kaybetmiş, kendi de yarı felç geçirmiş. Biraz iyileşmiş ama eserleri üzerinde olan kibar, ince bir insanla evlendim. Benim yazdığım gazeteyi takip ediyor, beş vakit namazını kılıyordu. Yazılarımı çok beğenerek okuyormuş. Neticede bana talip oldu. Uzun bir mücadele verdim. Çünkü biri yetim, annesini kaybetmiş küçük bir kız çocuğu, birisi oldukça sakat bir adam. Benden 4 yaş büyüktü. Zor bir karardı; zor bir evlilikti. Ondan da ayrıldım.