BIST 9.725
DOLAR 35,20
EURO 36,75
ALTIN 2.968,40
HABER /  MEDYA

İslam ve eşcinsellik tartışması büyüyor! Hayrettin Karaman'a cevap

Hayrettin Karaman'ın "Modernistlerin marifeti" yazılarında eleştirdiği yazar Esat Arslan, Karaman'ın iddialarına cevap verdi.

Abone ol

Hayrettin Karaman "Modernistlerin Marifeti" başlık 3 ayrı yazı kaleme aldı geçen haftalarda. Yazılarda isim vermeden, bir yazarın özellikle "İslam ve eşcinsellik" konusu üzerine söylediklerini ele alıyordu Hayrettin Karaman. 

İsim vermiyordu ama alıntılardan o ismin yazar Esat Arslan olduğunu anlamak zor değildi.  

Esat Arslan, "Şeriat Mekke'de tamamlandı" isimli son kitabıyla veinternethaber.com'dan Hatice Kübra Kocaoğlu'na verdiği röportajında yaptığı açıklamalarla dikkatleri üzerine çeken bir isim olmuştu. Özellikle İslam'ın eşcinsellere yaklaşımı ile ilgili açıklamaları ezber bozmuştu. 

Hayrettin Karaman, Esat Arslan için "Son günlerde okuduğum bir kitabında ve röportajında bu yeni müçtehidlerden (entelektüel derinlik sahibi dedikleri kişilerden) birinin büyük laflar ettikten sonra "eşcinselliğin İslam'daki yeri" konusundaki bir içtihadına ve içtihadına dayanak kıldığı bir tarihi belgedeki saptırmaya muttali oldum" ifadelerini kullanırken İslam ve eşcinsellik için de "Sonuç olarak Kur'an'da olduğu gibi hadislerde de İslam'da eşcinselliğin normal karşılandığına dair bir delil bulmak mümkün değildir" diyordu.

Esat Arslan, Hayrettin Karaman'ın iddialarına tek tek cevap verdi. İşte Esat Arslan'ın Karaman'a cevabı: 


MUKADDİME:
1.
İmam Şafii otuzlu yaşlarında Irak'a geldi. O sırada Hicaz'ın ve
İmam Malik'in hikmetini tevarüs etmiş ve bağımsız düşünür kişiliğini
kazanmış bir hukukçuydu. O sırada ellili yaşlarında olan İmam
Muhammed onu tanıyınca çok sevdi. İmam Muhammed, Iraklı Ebu
Hanife'nin öğrencisiydi. Ve Ebu Hanife İmam Şafii'nin doğduğu sene
vefat etmişti (Hicri 150). Muhammed, Şafii'yi Ebu Hanife'nin
bilgeliğiyle tanıştırmaya başladı. Malik ekolünden gelmiş Şafii'nin Ebu
Hanife'nin her fikrini kabul etme şansı yoktu. Özellikle onun 'istihsan'
fikrini... Yani olayları ayete ve hadise kıyası bırakıp 'vahiyle kutsanmış
aklın' özgürce güzel gördüğü hükmü tercih etme fikrini... Yanlış bir
düşünceyle karşılaşınca İmam Şafii kızarır, bozarır bir şey söylemek
ister, fakat Ebu Hanife'ye saygısından dolayı ağzını açamazdı. Çünkü o
Malik ekolünden geliyordu. Ve İmam Malik tartışmacı bir öğretim
benimsemezdi. Oysa İmam Muhammed, Ebu Hanife ekolünden
geliyordu. Ve Ebu Hanife'nin kendi okulunda öğrettiği ilk derslerden
biri kendisinin eleştirilebilmesiydi. Ve bu eleştiri kültürü öyle bir
kültürdü ki, Ebu Hanife'nin yanlışını gördüğü için kimsenin ona karşı
sevgisi ve saygısı kırılmazdı. Bu yüzden İmam Muhammed Şafii'yi Ebu
Hanife'yi eleştirebilsin diye kışkırtırdı. Onu zorlardı. Çünkü o da Ebu
Hanife gibi hakikatin ancak ve ancak eleştiri kültürüyle
kazanılabileceğini bilirdi. Muhammed İmam Şafii'yi kışkırttı, kışkırttı
ve İmam Şafii Ebu Hanife'nin yanlışlarını konuşmaya ve yazmaya
başladı. (Bu arada onun bilgeliğini de tevarüs ediyordu.) Nihayetinde
şu sözleri söyledi Ebu Hanife için: "İstihsanı icad eden kimse, kendine
yeni bir şeriat icat etmiş demektir." Ama bu cümleden sonra bile Ebu
Hanife'ye ne sevgisinde ne de saygısında hiçbir kusuru olmadı. Onun
mescidinde onun mezhebine göre namaz kıldı. Ve şu sözleri Ebu
Hanife için söyledi: "Fıkıh ilmiyle uğraşan herkes Ebu Hanife'nin
ailesidir." Kibarca şu anlama geliyordu bu söz: "Ben de dahil tüm
fıkıhçıların beynini Ebu Hanife döllemiştir."

2.
Ehl-i Sünnet'in unutulmuş bir bilgeliği daha var. Unutulmuş,
çünkü biz bunun tezahürlerini bugün de görebiliyoruz. Bir kavga
cereyan ettiği vakit hemen saflardan birini 'mutlak iyi' diğerini
'mutlak kötü' diye damgalıyoruz. Ve mutlak iyinin safında mutlak
kötüye karşı yok edici bir mücadeleye giriyoruz. Oysa İslam'ın
kuruluşundaki tecrübe, çatışmaları ele almanın daha barışçıl, rasyonel
ve yaşama katkı sunan bir formunu sunuyor. Meşhur Cemel Savaşı
bu. Hazret-i Ali'nin Hazret-i Ayşe, Zübeyr ve Talha'yla girdiği ve onbin
şehit verilen savaş bu. Bu savaşlardan dolayı Şiiler, Ayşe ve
arkadaşlarını mutlak kötü ilan ettiler. Hariciler herkesi kötü kabul
ettiler. İlk dönem Ehl-i Sünnet alimleriyse derin bir bilgelik 
geliştirdiler. O da şuydu: "Bu trajik savaşın iyisi kötüsü yoktur. Her iki
taraf da iyidir. Her iki taraf olayları farklı yaşam koşullarından
hareketle farklı tarzda yorumluyordu. Bu sebeple her iki tarafın niyeti
iyi olsa da içtihatları kökten farklıydı. Ve bu içtihatlar siyasete taalluk
ediyordu. Bu sebeple çatışma kaçınılmazdı. Onun içi ölen de öldüren
de bizim büyüğümüzdür. Biz bu kavgada Ali'yi haklı bulsak da,
Ayşe'ye, Zübeyr'e ve Talha'ya en ufak bir hürmetsizlik etmeyiz."

3.
Hayreddin Karaman Hoca Yeni Şafak'ta 4-9 Ekim 2015 tarihleri
arasında yazdığı "Modernistlerin Marifetleri I-II-III" yazı serisinde
ismimi vermeden ve fakat yazılarımdan alıntı yaparak beni eleştirmiş.
Karaman Hoca'yla aynı düşünce ekolüne bağlı olmasam da ona her
zaman sevgiyle ve saygıyla yaklaştım. Fikirlerimiz farklı olsa da ondan
istifadeye engel olabileceğim bir hususum olmadı. Fakat
eleştirildiğime göre yanıt verme zorunluluğum da doğuyor. Bu yazı
Hayreddin Hoca'nın beni eleştirirken dile getirdiği düşüncelerin
eleştirisidir. Bu hususlarda kökten farklı düşünüyoruz. Fakat bu bir
mutlak iyi-mutlak kötü kavgası değildir. İslam ümmetinin bugünü ve
geleceği krizde. Hepimiz buna yanıt aramaya çalışan iyi niyetli
insanlarız. Yanlışlarımız birbirimizi mahkum etmeye sebep olmamalı.
Onun için İmam Şafii nasıl Ebu Hanife'yi eleştirmişse ve Ayşe, Zübeyr
ve Talha nasıl Hazret-i Ali'yle kavga etmişse (ki her iki olayda da her
iki saf birbirinden kökten farklı düşünse de birbirinin büyüklüğünü
takdir ederdi.) burada da bir tartışma çıkması kaçınılmaz. Bu sebeple
eleştirilere net bir biçimde yanıt verdim. Aşağıdadır.

4.
Bu bakışım Türkiye'de tanıdığım muhafazakar ya da solcu,
gelenekçi ya da modernist neredeyse her Müslüman düşünürü
kapsamaktadır. Hepimiz insanız. Ve kusurla ma'lül yaratıklarız. Kötü
bir kasıt ve garez olmadıktan sonra, kökten yanlış içinde bile olabilsek,
iyi niyetli yanlış içtihatlarımız dostluğa ve kardeşliğe engel olmamalı.

TARTIŞMA
Bold ve altı çizilmiş ifadeler Hayreddin Karaman Hoca'nın
iddialarıdır. Altındaki pasajlar benim bu iddialara yanıtlarımdır.

I: USUL TARTIŞMASI

1: Fıkıh usulü tamamlanmıştır ve fıkıhçı için yeterlidir.
Bu cümleyi fıkıh usulü tarihi yalanlar. Sadece Ehl-i Sünnet
geleneğinin muteber saydığı isimlerden bahsedeceğim. Eğer tarihin
herhangi bir diliminde büyük fıkıh usulcüleri fıkıh usulünün fıkıhçı için
yeterli olacak şekilde tamamlanmış ve kusursuz bir usul olduğuna
inansalardı, Şafii, Ebu Hanife ve Malik'i cerheden usulünü yazmazdı.
İbn Hazm Şafii'yi cerheden usulü yazmazdı. Şatıbi geçmiş tüm
külliyatın eksikliğine parmak basan ve onu yepyeni bir biçim altına
alan usulünü yazmazdı. Şah Veliyullah Dehlevi bir yandan fıkıh
usulündeki telfik'ten (eklektizm) şikayet edip, bir yandan da fıkıh
usulüne ontolojik ve sosyolojik temeller bulmaya çalışmazdı. Birinci
sınıf usulcüler her zaman fıkıh usulünün kusurlu ve tamamlanmamış
bir proje olduğuna inandılar. Ve onu kusurlarından arındırıp
mükemmelleştirmeye çalıştılar. Kendimizi modern çağlarda bu
tamamlanmamış projeye niye adamayalım ki?...

2: Tefsir usulü tamamlanmıştır ve tefsirci için yeterlidir.
Fıkıh usulünün tamamlanmamış bir proje olduğuna dair kanıt
burada da aynen geçerlidir. Sadece Ehl-i Sünnet geleneğinin muteber
saydığı isimleri zikredeceğim. Zemahşeri'nin ve Razi'nin tefsir usulleri
akla dayanır. Bunlar dirayet tefsirleridir. Bunlardan biri (Zemahşeri)
belagat analizine, diğeri (Razi) ayetlerle felsefi hikmetler arasında
bağlantılar kurmaya dayanır. Ve gerek birbirinden gerekse de rivayete
dayalı tefsirlerden yöntem olarak kökten farklıdırlar. Bu iki isim 10.
Yüzyıldan sonra yaşamışlardır. Ve onların tefsir usulüne getirdiği
yeniliğin ümmet-i Muhammed'de öncesi yoktur. Eğer tasavvufu da
Ehl-i Sünnet geleneğine ait sayacaksak İbn Arabi'nin sembol
çözümlemesine dayalı tefsiri de tefsir usulüne 13. Yüzyılda getirilmiş
kökten bir yenilik sayılmak zorundadır. Bu haliyle tefsir usulü de aynı
fıkıh usulü gibi hem çoğulcudur, hem de tamamlanmamış bir projedir.
Pek çok Kuran müfessirinin dediği gibi Kuran'da sonsuz hazineler
saklıdır. Ve her usul her hazineyi keşfedemez. Onun için yeni tefsir ve
fıkıh usullerine açık bir kafa yapısına sahip olmak gerekir, eğer
geleneği yaşayan bir varlık haline getirmek istiyorsak. Zira yeni bir
usul, eski usullere de farklı bir biçim altında yepyeni bir nefes
kazandırır.

3: Tefsir ve fıkıh usulü Allah ve elçisinin razı olduğu bir usuldür.
Bunu bilebilmek için Allah ve Peygamber'le konuşabiliyor
olmamız gerekirdi. Fakat ne yazık ki sufi değilsek Allah'la konuşmanın
tek yolu Kuran. Ve ne yazık ki Hazret-i Peygamber aramızda değil.
Karaman Hoca'nın bu sözle kastettiğinin ne olduğunu biliyorum.
Fıkıh usulü örneğinden hareket edeyim. Karaman Hoca fıkıh usulünün
tüm temel kavramlarının Peygamber ve Sahabi döneminde bir tohum
halinde hayatta olduğunu kastediyor. Örneğin Muaz şöyle der: "Önce
Allah'ın kitabına bakarım. Orada bulamazsam Hazret-i Peygamber'in
sünnetine bakarım. Orada da bulamazsam içtihat ederim." Böylece
Fıkıh usulünün üç temel kavramı türetilmiş olur: Kitap, Sünnet ve
Kıyas. Fakat mesele bu kadar basit değildir. Çünkü Sahabi ne Kuran'ı
bizim gibi ayet ayet okuyordu. Ne Sünnet'i bizim gibi hadislerdeki
kurallar olarak anlıyordu. Ne de içtihadı, illetle hikmeti ayırıp, sonra
illeti bulmak için sebr ve taksim gibi fonksiyonlara başvurmak zorunda
kalan kıyas ilkesi olarak anlıyorlardı.
Ashap Kuran'ı geleneğimizdeki gibi ayet ayet değil pasaj pasaj
anlardı. Bu başlarda ahkam ayetlerini pek etkilemiyor olabilse de,
İslami bilincin şekillenmesi açısından çok hayati bir farktır. Çünkü
pasajda kutsal bir aklediş vardır ki, bunu ayet ayet okunan Kuran'da
gösteremezsiniz. Ve bu aklediş bazen, Hazret-i Ömer'in ganimet
ayetlerinde yaptığı gibi, ayetteki hükmü paranteze aldırır. Sünnet
onlar için hadislerdeki kurallar ve onlardan kıyas ve maslahat ilkeleri
yoluyla türetilen normlar değil, bizatihi gördükleri ve beraber
yaşadıkları Hazret-i Peygamber'in yaşam tarzıdır. Bu, kıyas ve
maslahattan türetilen sünnetten dağlar kadar farklıdır. İçtihat ise
kıyas, maslahat, istihsan gibi forma sokulmuş ilkelerin bir uygulaması
değil, Kuran'ın makuliyetini ve Sünnet'in makuliyetini görerek
özümsemiş Müslüman bireyin özgür hüküm verme eylemidir.
Eğer tartışma devam ederse bu anlattıklarımı örneklerle
açabilirim.
Ashab Kuran'a ve Sünnet'e henüz yabancılaşmamıştı. Daha ilk
asırla beraber yabancılaşma gerçekleşti. Bizim tefsir ve fıkıh usulü
geleneğimiz bu yabancılaşmayı aşma çabasının ürünüdürler. O
yüzden Ömer'in kıyasıyla Şafii'nin kıyası arasında derin bir fark vardır.
Bugün için mesele Kuran'ın aynı mezhep imamları gibi hatta
sahabiler gibi anlaşılması değil, Kuran'ın bizim çağımızın sorunlarına
nasıl yanıt verdiğini keşfetmemiz meselesidir. Ancak o zaman Allah'ın
ve Peygamber'inin bizim Kuran kavrayışımızdan razı olduğunu ümit
edebiliriz. Sadece ümit, bu çok kuvvetli bir ümit olsa da...
4: Doğru tefsir ve fıkıh, geleneksel tefsir ve fıkıh usulüne tam bir
bağlılıkla mümkündür.
Hayır. Doğru tefsir ve fıkıh ancak ve ancak temiz, fıtri ve akli bir
Kuran ve Sünnet kavrayışına ulaştığımızda mümkün olacaktır. Yani
İbrahim gibi bir medeniyetin tüm birikimini parantez içine sokup
temiz bir kafa ve temiz bir vicdanla Allah'la muhatap olmayı
öğrendiğimizde mümkündür. Geleneğimizin tefsir ve fıkıh usulüne ait
kavramlar o çağlar için o çağların hakikatini ve adaletini keşfetmekte
yardımcı olmuş olsalar da, bugün için bu entelektüel miras bizlerin
Allah'la Kuran vasıtasıyla dolaysızca konuşmasına köstek olabilir hale
gelmiştir.

Devamı gelecek yazıya...