BIST 9.390
DOLAR 34,43
EURO 36,29
ALTIN 2.837,00
HABER /  POLİTİKA

İlker Başbuğ istifaya mı zorlanıyor?

Islak imza ve Genelkurmay'ın tavrı yazarların en önemli gündem maddesi haline geldi. Başbuğ'u istifaya davet edenler bile var..

Abone ol

Islak imza ve Genelkurmay'ın tavrı yazarların en önemli gündem maddesi haline geldi. Başbuğ'u istifaya davet edenler bile var..İşte önemli kalemlerin "Islak imza" hakkında yaptığı çarpıcı yorumlar:

Mehmet Ali Birand: En kritik kararı Başbuğ alacaktır(Milliyet)

Ben, gelişmelerden son derece rahatsızım. Bir şeyler bilip de saklamıyorum. Lafı ağzımda gevelemeye de çalışmıyorum.
Ortada, bir an önce açıklığa kavuşturulması gereken bir iddia var. Şu soruların da yanıt bulması gerekiyor:
1. İrtica ile Mücadele planı, iddia edildiği gibi Genelkurmay Başkanlığında mı hazırlanmıştır?
2. Eğer içerde hazırlanmışsa, kimler emir vermiştir? Genelkurmay Başkanı’nın haberi var mıdır, yoksa ondan da habersiz mi hazırlanmıştır?

3. Sorumluluk, Genelkurmay Başkanlığını da kapsıyorsa, bir darbe niteliğindeki bu belgeye katılan ve göz yumanlar istifa ettirilmekle mi kalacaklar, yoksa mahkemeye mi verilecekler?

Başbuğ'u istifaya mı zorluyorlar?

Org. Başbuğ, yakın tarihin en talihsiz Genelkurmay Başkanlarından biri oldu. Tanıdığım Başbuğ’un böyle bir plan hazırlanmasını isteyeceğine de , göz yumabileceğine de ihtimal dahi veremiyorum.

Ben hala bu gelişmenin Başbuğ’un dışında, ondan habersiz geliştiğini veya belgenin tümüyle büyük bir dış komplo olabileceğine inanmak istiyorum.

Her iki koşulda da, bu olayın esas hedefinin Başbuğ’u istifaya zorlamak olabileceğini de gözden uzak tutmayalım.
Varsayımları şimdi bir yana bırakalım.
Ortada, neresinden bakılırsa bakılsın, gerçekten vahim bir durum var.

Eğer gerçekten Genelkurmay’da hazırlanmışsa, TSK’ya bir darbe hazırlığı gölgesi düşecektir. Komuta kademesi büyük bir töhmet altında kalacak, istifalar hatta yargılanmaları kadar gidebilecek bir süreç başlayacaktır.
Eğer bu plan dev bir komplo ise ve Genelkurmay dışında hazırlanıp, komuta kademesine gölge düşürmeyi, Org. Başbuğ’u kontrolü kaybetmiş bir 1 inci Başkan gibi göstermeyi amaçlıyorsa, bu defa bambaşka bir sürece girilecektir.

Önce işin özü anlaşılmalı...

TSK’yı kurum olarak hırpalamadan korumak ve kollamak istiyorsak, hiç zaman harcamadan, olayın gerçek yüzünü ortaya çıkarmalıyız.

Bazılarımız, ayrıntılarla uğraşıyor.

Belgenin neden bu kadar geç ortaya çıkarıldığı, neden öncelikle basına sızdırıldığı sorgulanıyor.
Mutlaka bu sorular da önemli, ancak asıl önemli olan, belge’nin orijinalliği, içerde mi dışarıda mı ve kimler tarafından hazırlandığının bulunmasıdır. Bu noktalar kesin şekilde saptanmadığı taktirde, ortadaki kuşku ve töhmet bulutları dağılmayacaktır.

Bu karanlık bulutları da yine ancak TSK kendi kendine dağıtabilir. Org. Başbuğ da, bu konuda en güvenilecek isimdir. Her konuşmasında, TSK’nın hukuk içinde ve demokrasiye sadık kalacağını söyleyen Genelkurmay Başkanı, gerekirse her fedakarlığı da yapabilecek karakterde bir askerdir.

HASAN CEMAL'İN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Hasan Cemal: Asker yıpranmak istemiyorsa bir karar almak zorunda (Milliyet)

Genelkurmay karargahından çıkan ‘ıslak’ imzalı rapor, bir gerçeği bir kez daha olanca açıklığıyla gözler önüne sermiş durumda:
Asker eğer daha fazla yıpranmak istemiyorsa değişmek zorunda!
Başka çaresi yok.
Asker askerliğini yapacak!
Bir başka deyişle:
Demokrasilerde olduğu gibi kendi asli göreviyle, yani ‘yurt savunması’yla ilgilenecek.
Siyasetle ilgilenmeyecek.
Politikaya karışmayacak.
Daha önemlisi:
Asker, savunma görevlerinin gereğini yaparken de, anayasal olarak seçimle gelen siyasi otoriteye, yani hükümete bağlı olduğunu unutmayacak.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, ama özellikle çok partili demokrasiye geçilmesinden bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri yukarıda kısaca özetlediğim çerçevenin içinde hareket etmedi.
Siyaset yaptı.
Darbe yaptı.
Post-modern darbe yaptı.
Darbe ve müdahale dönemlerinde yaptığı anayasal ve yasal düzenlemelerle kendi ‘kırmızı çizgileri’ni siyasal rejimin içine yerleştirdi. Böylece, sivil bürokrat yandaşları ile birlikte seçimle gelen hükümetleri gözetim altında tuttu.
Kısa deyişle:

Siyasal parti gibi davrandı.

Çünkü seçimle gelen iktidarlara inanmadı, sivilleri genellikle başıbozuk takımı olarak gördü.
Cengiz Çandar’la CNN Türk’te yaptığımız Tecrübe Konuşuyor programında geçen pazartesi akşamı eski dışişleri bakanlarından emekli Büyükelçi İlter Türkmen şöyle dedi:
“Bir bakarsanız, Genelkurmay Başkanlığı’nın Kıbrıs’la ilgili dairesinin, bizim Dışişleri’nin Kıbrıs dairesinden daha kalabalık olduğunu görürsünüz.”

İlginç bir tespittir bu.

Ama şaşırtıcı değildir.

Asker kendini öteden beri devlet içinde devlet gibi konumlandırmıştır ve devlet içinde devlet gibi hareket etmeyi benimsemiş, içselleştirmiştir.
Kendisini hep nihai kurtarıcı olarak gördüğü için de Kürt sorunuydu, Kıbrıs’tı, Ermeni meselesiydi, laiklik ve eğitimdi, üniversitelerdi, demokrasi ve hukuk çıtasıydı gibi bu ülkenin en temel konularını her zaman kendi tekeline almaya çalışmıştır.

Bu açılardan kendi koyduğu ‘kırmızı çizgiler’in aşılmasına kırmızı ışık yakmıştır.

Böylece asker, demin belirttiğim bazı temel meselelerde, çözümün değil çözümsüzlüğün, yani sorunun bir parçası haline geldi bu ülkede.

İşte ‘asker sorunu’ budur.
Bu sorun sadece anayasal ve yasal yapımızdan kaynaklanmıyor. Bu sorun aynı zamanda kendini ‘nihai kurtarıcı’ olarak gören köklü bir ‘zihniyet’ten güç alıyor.
İşte asıl bu otoriter zihniyetin varlığıdır, kendini halk oyunun üzerinde gören, seçim sandığından çıkana güvenmeyen... İşte bu zihniyetin varlığıdır, darbelerle müdahalelere yol açan... İşte bu zihniyetin varlığıdır, ‘andıç’larla insanların hayatıyla oynayabilen mahvedebilen... İşte bu zihniyetin varlığıdır, siyaseti kendinde hak gören...

Onun içindir ki:

Islak imza olayı şaşırtıcı değil.

Eğer bu ülkede demokrasi ve hukuk devletinin taşları yerli yerine oturacaksa, bu olay bir fırsattır.

Şimdi bu rapor neden sızdırıldı, nasıl sızdırıldı, niye bu zamanda sızdırıldı, hükümete tuzak mıydı, Erdoğan’la Başbuğ Paşa’nın arasını bozmak için bir komplo muydu, Fethullahçı tezgah mıydı gibi sorular sorulabilir.
Soruluyor da...

Ama işin özü bu değil.

İşin özünde, hükümeti devirme planı yatıyor.
Hey, farkında mısınız?..
Bu bir darbe hazırlığıdır.
Ahmet Altan dün soruyordu Taraf’taki başyazısında:
“Kimileri en çok belgelerin ortaya çıkmasının ‘zamanlamasıyla’ ilgililer. Doğrusu ya çok merak ediyorum, ordunun içindeki cuntaların ve darbe hazırlıklarının ortaya çıkmasının ‘en uygun’, ‘en doğru’ zamanı ne zamandır?”

Islak imza olayı aydınlanacak!

Başka çare yok.

Ve Türkiye ‘asker sorunu’nu çözmek zorunda, eğer bu ülkede demokrasi, hukuk devleti ve gerçek istikrar isteniyorsa...
Elinde silah olan bir siyasal partiye demokrasilerde yer yoktur.

Başa dönersek:

Asker de değişmek zorunda, eğer daha fazla yıpranmak istemiyorsa...

Ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde de, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne yakışan kurumsal bir değişikliğe, demokratik bir zihniyet değişimine taraftar olanların gitgide ağırlık kazandığını düşünmek istiyorum.

TAHA AKYOL'UN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Taha Akyol: Askeri İdeoloji (Milliyet)

Andıçlar, ıslak imzalı belgeler, Bilgi Destek Planları, cunta grupları... Bunlar münferit birkaç olay değil... En azından 1960’tan beri sık sık karşılaştığımıza göre, bir ‘temel’den geliyor olmalı. Bu temel, “askeri ideoloji”dir.

Onun için birkaç generalin yaptığı birkaç münferit olay değil bunlar.
Elbette cumhuriyetin kuruluş yılları “devrim dönemi” idi; devrimler tabiatı icabı “total toplum mühendisliği”dir; ele almadığı, el atmadığı alan bırakmazlar. Bizde ordunun kendisini her siyasi ve sosyal olaydan sorumlu görüp bir türlü müdahale etmek istemesi bu alışkanlıktan geliyor...

Yönetmeden hükmetmek

Sadece subaylar değil, sivil okumuşlar da böyle eğitilmişti. “Ordu göreve” sloganı bu anlayışın simgesidir.
O dönemde üniversitenin halini Yassıada Komutanı Tarık Güryay’dan dinleyelim:

“Öğretim üyelerinin Org. Gürsel ile vedalaşmaları görülmeye değer bir manzara idi. Aralarında el öpenler, el sıkanlar çoktu. Ben, hepsinin de gözleri sevinç ve şükran yaşları ile Gürsel’in boynuna ve ellerine sarılanları gördüm.” (Bir İktidar Yargılanıyor, sf. 41)

Bugün böyle bir şey düşünülebilir mi?

Evet, ordu hiçbir zaman kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi. Bugün de ülkeyi yönetmek, ekonominin, dış politikanın, grip salgınının sorumluğunu üstlenmek istemiyor elbette...

Ama Steven Cook’un “Yönetmeden Hükmeden Ordular” adlı akademik eseri, ordunun iktidarı almadan iktidarlara hükmetme geleneğini anlatıyor. (Hayy Kitap, 2007)
Sorun budur ve “yönetmeden hükmetme” geleneği tamamen sona ermedikçe, ne andıçlar biter ne de basına sızmaları önlenebilir!

Dahası, Türkiye artık eski Türkiye değildir; bugünkü eğitim, şehirleşme ve dışa açılma düzeyinde, toplum da siyaset de “hükmedilmeyi” içine sindiremez. Doğan tepkiler de orduyu yıpratır.

Ordunun saygınlığı

Bu noktada, “Andıçlar” dizisinde son olarak ortaya çıkan “Bilgi Destek Planı”ndaki şu satırlara dikkat çekmek isterim:

“TSK’yı destekleyecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine, basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.”
Bu satırları yazan generaller, ordunun “imaj düzeltmesi yapması” gerektiğini de belirtiyorlar. Çok doğru...
Fakat bunun yolu, ordunun siyasete, kılık kıyafete, toplumsal akımlara müdahale etmesi değildir! Daha ustaca ‘halkla ilişkiler’ teknikleri uygulayarak da toplumsal destek sağlanamaz.

Bunun yolu, ordunun bu alanlardan çekilmesidir. Ordunun sadece asli görevleriyle ilgilenmesinin ‘en hakiki vatan hizmeti’ olduğunu anlatan bir eğitimin Harbiye’den itibaren uygulanmasıdır.

Şunu hepimiz iyi görmeliyiz: Devrim döneminde cumhuriyetimiz “kuvvetler birliği”ne dayanıyordu, Atatürk ömrü boyunca bunu savunmuştu... Ama bugün “kuvvetler ayrılığı” Anayasa’nın temel bir ilkesidir!

Bu, cumhuriyetin evrimine bir örnektir.

Ordu artık “görevler ayrılığı”nın modernleşmenin zaruri bir sonucu olduğunu dikkate alarak ideolojisini gözden geçirmeli, işlevini profesyonel görevleriyle sınırlandırmalıdır.

İşte o zaman “andıç”lar da hazırlanmaz, Genelkurmay da böyle ikide bir “bilgi sızması” sorunlarıyla karşılaşmaz.
Unutmayalım: Türkiye’nin siyasetten tamamen çekilmiş, yüksek profesyonel kabiliyete ve caydırıcılığa sahip saygın bir orduya ihtiyacı vardır.

YASEMİN ÇONGAR'IN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Yasemin Çongar: Paşa Paşa istifa et (Taraf)

Taraf’ın ilk olarak 12 haziranda duyurduğu ve şimdi ıslak imzalı orijinali savcıların elinde olan İrticayla Mücadele Eylem Planı ile o plana ilişkin ihbar mektubu ve ekleri, memleketimizin durumu hakkında bize üç temel bilgi veriyor.

Birincisi, ortada bir suç faaliyeti vardır ve “muhtemel suçlular” en tepededir; seçimle işbaşına gelmiş hükümeti ve toplumun geniş bir kesimini adeta “düşman” belleyerek doğrudan hedef alan, AKP’ye ve Fethullah Gülen cemaatine karşı komplo kurulmasını öngören Ergenekon tipi bu suç faaliyetinin, Genelkurmay karargâhındaki en üst rütbeli bazı subaylarca bizzat yürütüldüğü yönünde somut bazı deliller ortaya çıkmıştır.

İkincisi, bu suç faaliyeti geçmişe değil bugüne aittir; söz konusu eylem planı 2009’da hazırlanmıştır ve bu plan, eğer belgesi basına yansımasaydı, muhtemelen şu anda çoktan uygulamaya sokulmuş olacak bir dizi suç eylemini kapsamaktadır.

Üçüncüsü, bu suç faaliyetinin sınırları muğlaktır, failleri bütünüyle meçhul olmamakla birlikte, bütün failleri bilinmemektedir; bu nedenle de, ortadaki suç belgesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurmay kademesini bir bütün olarak “şaibeli” kılmakta ve daha da vahimi, ordunun üzerine bir bütün olarak kara bir leke düşürme potansiyeli taşımaktadır.

Şimdi iş gelip, bu üç temel bilgiye sahip sivil ve asker yetkililerin, Türkiye’yi bu bilgilerin yansıttığı kirlilikten kurtarmak için ne yapacaklarında düğümleniyor. Öncelikle yanıtlanması gereken çok kritik bir soru var:

Genelkurmay karargâhının bulaştığı suç, ne ölçüde Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bilgisi dahilindedir?

Başbuğ, daha önce “kâğıt parçası” diye küçümsediği belgenin kendi bilgisi dahilinde hazırlanmış olması olasılığının gündeme getirilmesini bile “hakaret” sayacağını söylemişti.

Şimdi, Başbuğ’un bu belgeye “kâğıt parçası” dediği tarihte, “belgenin aslının imha edildiğine kanaat getirmiş olduğunu” kayda geçiren bir ihbar mektubu var ortada.

Ve bu mektup, Başbuğ’un, belgenin gerçekliği konusunda yalan söylemiş olabileceğini düşündürüyor.

Bu olasılık, Başbuğ’un “böyle bir belgenin hazırlanması emrini vermenin” kendisine yakıştırılmasını “hakaret” sayan sözlerinin samimiyetine kuşku düşürüyor ve suç faaliyetinin birinci derecedeki sorumlusunun Genelkurmay Başkanı olması ihtimalini kuvvetlendiriyor.

Eğer durum böyleyse, Başbuğ, ya paşa paşa istifa etmeli ya da Başbakan tarafından görevden azledilmelidir.

Yok, durum böyle değilse, ortada iki seçenek kalıyor...

Ya Başbuğ –ihbar mektubunun da ima ettiği gibi- kendi bilgisi haricinde hazırlanmış bir suç belgesinden sonradan haberdar olmuş ve karargâhındakileri korumak adına bu belgeyi “yok” saymıştır.

Ya da Başbuğ’un bu suç faaliyetinden ve belgesinden hiçbir zaman haberi olmamıştır...

Her iki seçenek de, bence Başbuğ’u bizzat suç faaliyetinin başında konumlayan olasılık kadar vahimdir.

Zira ilk seçenekte, suçu emretmese bile suça ve suçlulara kol kanat geren bir Genelkurmay Başkanı profili ortaya çıkmaktadır.

İkinci seçenek ise, Başbuğ’un kendi karargâhına sahip olamayan, Genelkurmay’da neler döndüğünden bihaber, yanıbaşındaki cunta faaliyetinin farkına bile varmayan bir general olduğunu düşündürür ki bunun anlamı, Başbuğ’un, Genelkurmay Başkanlığını sürdürmesine engel oluşturabilecek kadar büyük bir komuta zaafı gösterdiğidir.

Hele de, basında bu belgeyle ilgili çıkan bütün haberlerden, AKP’nin yargıya başvurarak konunun üzerine gitmesinden ve karargâhta kapsamlı bir imha çalışması yürütülmesinden sonra Başbuğ’un aynı komuta zaafını devam ettirmiş olmasının hoş görülmesi ziyadesiyle zordur.

Şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a düşen görev, Orgeneral Başbuğ’a, bu suç faaliyetinin neresinde olduğunu, suç belgesiyle ilgili olarak neyi, ne kadar bildiğini sormak ve vereceği cevabın gerektirdiği siyasi kararı almaktır.

Suçu yöneten şahıs ya da suç ortağı olması, Başbuğ’un görevden alınmasını kaçınılmaz kılar... Yok eğer Başbuğ, “suçlu” değil de, sadece “zaaflı” ise ve karargâhını içten içe oyduğu anlaşılan “cunta” konusunda gereğini bundan böyle yapacaksa, o zaman Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın dün söylediği yerden işe başlamalıdır. Yani söz konusu suça adı karışan bütün askerî personeli, dört yıldızlı generaller dahil bütün subayları yargı süreci tamamlanıncaya dek açığa almalıdır.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve komuta kademesini bir bütün olarak lekelenmekten kurtarmanın tek yolu budur.

ERHAN BAŞYURT'UN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Erhan Başyurt: Soruşturma Başbuğ'un onuruna emanet (Bugün)

Türkiye, darbe planı üzerindeki "ıslak imza"ya kilitlendi.
İhbar mektubuyla gönderilen belgenin "orijinal" olduğunu Adli Tıp'ın teyit etmesi, "kağıt parçası"nın aslında suçüstü belgesi olduğunu ortaya koydu.

Yani, tutuklanan ve mahkeme heyeti değiştirilerek 18 saatte serbest bırakılan Albay Dursun Çiçek, açıkça adaleti yanıltmış.

"Islak imza" çıkınca herkes gibi, Albay Çiçek hakkında görevden el çektirme ve iç soruşturma bekledim.

Zira Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ "AK Parti ve Gülen'i Bitirme Planı" gündeme geldiğinde kamuoyuna basın toplantısıyla söz vermişti;

"TSK, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine bağlıdır ve saygılıdır.

Bu ilkelere aykırı davranışlarda bulunan kişileri TSK bünyesinde barındırmaz.

Bunu Genelkurmay Başkanı olarak ben söylüyorum.

TSK'nın komutanı olan Genelkurmay Başkanı'nın bu ifadesi en büyük teminattır."

İşte demokrasi ve hukuk devleti karşıtı darbe "Eylem Planı..."

Neyi bekliyoruz?

Başbuğ, temsil ettiği makamı göstererek teminat verdi.

"Asker sözü" vererek kendisini ortaya koydu.

Şimdi Türk milletine karşı sorumluluğunu yerine getirmesi lazım.

Oysa tam tersi gelişmeler yaşanıyor.

Savcıların ifade almak için çağırdığı 6 er ve erbaş, üzerinden beş gün geçmesine karşın gönderilmedi.

Hatta adliye koridorlarına sızan kulislerde, Genelkurmay Askeri Başsavcısı Hakim Albay Yavuz Şentürk'ün İstanbul Başsavcısı'na gönderilip "erlerin gönderilmeyeceği" bildiriminde bulunulduğu ileri sürülüyor.

Şentürk, Albay Dursun Çiçek'in imzası ile ilgili ifadenin Genelkurmay'da alınması için de daha önce gelip ricacı olmuştu.

Başbuğ'un verdiği teminat ile Genelkurmay'ın mevcut icraatları ters düşüyor.

Daire Başkanı olarak terfi ettirilen Albay Dursun Çiçek de halen görevinin başında.

Bu mudur hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye saygı?

Vatan gazetesinde "güvenilir askeri kaynaklara" dayandırılarak dün yayınlanan bir haber yaşananların nedenine dair önemli ipuçları veriyor.

"Güvenilir kaynak", askeri personele sivil yargılama yolu açan yasanın Anayasa Mahkemesi'nde Kasım ayında görüşüleceğini, sonucunun beklenmesi gerektiğini söylüyor.

Oysa, Anayasa Mahkemesi söz konusu yasal değişikliği iptal etse de bir şey değişmiyor.

Eski yasaya göre de general rütbesinin altındakiler sivil mahkemelerde yargılanıyordu.

Nitekim Albay Çiçek, yeni yasal düzenlemeden önce sivil mahkemece tutuklanmıştı.

"Güvenilir kaynak" tarafından ileri sürülen bir diğer oyalama gerekçesi ise, Çiçek'in soruşturmasının Ankara Başsavcılığı'na sevk edildiği şeklinde.

Bu da gerçeği yansıtmıyor.

Yetkisizlik kararı verilerek Ankara'ya sevk edilen dosya "sahte evrak" ile ilgili araştırmadan ibaret.

"Kim sızdırdı" ile ilgili şikâyet talepleri de incelenmek üzere Kadıköy'e gönderilmişti.

Zira hem "sahte evrak" hem de "sızdırma" konusu Ağır Ceza'nın yetkisinde değil.

Buna karşılık 250'nci madde kapsamına giren ana dosyanın soruşturması İstanbul'un yetkisinde sürdürülmeye devam edildi.

Bazı uzmanlar ise "ıslak imza" skandalının "TSK ile hükümetin arasını açmak" için olduğunu ileri sürüyor.

Evlere şenlik bir sulandırma... 27 Nisan bildirisini, lahikaları, eylem planlarını da herhalde bu "fitne-fesat merkezleri" yazmıştır!!!

Uyanın! Askeri cunta mensuplarının, hükümeti devirmek için hazırlanan darbe planına suçüstü yapılıyor.

Hangi ilişkileri bozmaktan bahsediyorsunuz?

Kendimizi ve kamuoyunu kandırmaya çalışmaktan vazgeçelim.

Türk demokrasisi yeni bir "hukukun üstünlüğü" sınavı veriyor.

"Halkına savaş açanlar" mutlaka yargı önüne çıkarılmalı.

Bu soruşturmaya destek vermek, suçluları TSK içerisinde barındırmamak Başbuğ'un onur borcu.

Çünkü Türk halkının gözlerinin içine bakarak TSK komutanı olarak teminat verdi.

Tutulmayan söz "asker sözü" olamaz...


GÜLAY GÖKTÜRK'ÜN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Gülay Göktürk: Islak imzanın dönüşü (Bugün)

Demek ki "ıslak imza"lar asla kurumuyor!
Attığımız her imza, ömür boyu ıslak ıslak bizi takip ediyor. Kaybolmuyor, silikleşmiyor. "Zamanı geldiğinde" ortaya çıkıp son sözü söylemek üzere öyle sinsi sinsi bekliyor.

O yüzden de ıslak imzalar "kötü adamlar"ın hayatlarının kâbusu olabiliyor.

Basında yer alan ama henüz yetkililer tarafından doğrulanmayan haberlere göre, Albay Dursun Çiçek'in müellifi olduğu 'İrticayla Mücadele Eylem Planı'nın ıslak imzalı kopyası karargâhta çalışan bir subay tarafından son anda imha edilmekten kurtarılmış ve on gün önce beş sayfalık bir ihbar mektubuyla birlikte Ergenekon savcılarına yollanmış. Savcılar belgeyi incelenmek üzere Adli Tıp'a göndermişler. Adli Tıp'tan gelen rapor, belgedeki imzanın Dursun Çiçek'e ait olduğunu doğrulamış.

Gerçi olay unutulacak gibi değil, üstelik de çok yakın bir tarihte yaşadık; ama biz yine de neydi şu "İrticayla Mücadele Eylem Planı" şöyle bir hatırlatalım:

Olay geçtiğimiz Haziran ayında Taraf Gazetesi'nin bir haberiyle patlak vermişti. Genelkurmay'ın beyni sayılabilecek bir birim olan Harekât Başkanlığı'nda, hem de olayın duyulmasından sadece iki ay önce hazırlanan bir eylem planında Türkiye ordusunun kendi halkına karşı savaşan bir ordu haline getirilmesinin planı yapıldığını öğrenmiştik. Planda meşru hükümeti yıkmak için harekete geçilmesi, halka karşı komplolar kurulması, etnik sorunların tahrik edilmesi, bazı komşu ülkelerle aramızın açılması, suçsuz insanlara karşı provokasyonlar düzenlenmesi, iftiralar atılması düşünülmüş ve bütün bu korkunç suçlar, altında Kıdemli Albay Dursun Çiçek'in imzasıyla resmi bir rapor haline getirilmişti.

Taraf'ta yayınlanan belge fotokopiydi. Yani hukuken kanıt değeri taşımıyordu. Ama besbelli ki planın aslı Genelkurmay'da bir yerlerde mevcuttu ve bir gün "ortaya çıkmayı" bekliyordu.

Haberin yayınlanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı soruşturma emri verdi ve aynı gün askeri savcılık soruşturma başlattı. Fakat biz daha Genelkurmay'ın işi ciddiye aldığına sevinemeden, askeri savcılık, o dakika belgenin sahte olduğuna kanaat getiriverdi ve "Belgenin sahte olmasının anlaşılması üzerine" olayla ilgili soruşturmaya yer olmadığına karar verdi.

Daha sonra Dursun Çicek Ergenekon Davası kapsamında "örgüt üyeliği" suçlamasıyla tutuklandı ve askeri cezaevine kondu ama tutuklamanın üzerinden 24 saat geçmeden, tutuklama kararını veren heyetin bir üyesi el çabukluğuyla değiştirildi ve Dursun tahliye edildi.

İki hafta kadar sonra, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, o talihsiz basın toplantısını düzenleyerek belgenin "kağıt parçası" olduğunu söyledi. Genelkurmay, "sahte belge üretenlerin yargılanması için" gerekeni yapacaktı!

Ama ne oldu; daha "sahteciler" yargılanamadan, belgenin sahte olmadığı anlaşıldı.

Ve doğrusu Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, daha genel olarak da ordu, halkın karşısında son derece güç bir pozisyona düştü.

Şu anda iki şeyi birbirinden ayırmak durumundayız.

Orijinal belgenin neden tartışmaların en ateşli zamanında ortaya çıkarılmayıp, aradan dört ay geçtikten sonra savcılığa yollandığı, belgeyi bugün ortaya çıkaranların amaçlarının ne olduğu ayrı bir meseledir; belgenin doğrulanması ayrı bir mesele...

Birinci meselenin uzmanları çok Türkiye'de. Bugünden başlayarak bu sızmanın niteliği üzerine kalem oynatmaya başlayacaklardır.

Türkiye için, demokrasimiz için önemli olan ise ikincisidir. Yani, böyle bir belgenin hazırlanmış olduğu; ordu karargâhında ülkenin seçilmiş yönetimine ve halka karşı komplolar kurulduğu, darbe hazırlıkları yapıldığı gerçeğidir.

Bu öyle ağır bir durum ki, ne Genelkurmay ne de halk böyle bir gerçeği sineye çekip hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir.

Bu gerçekle hesaplaşılmadan, halk ile ordusu arasında güvene dayanan sıcak bir ilişki kurulamaz.

İlişkinin restorasyonunun tek yolu var; Genelkurmay'ın şimdiye kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapması: Halkına karşı açık ve dürüst davranması... Hiç değilse bu noktada, artık bir şeylerin üstünü kapamaya, bir şeyleri korumaya çalışmadan; kıvırtmadan, gizlilik bahanelerine sarılmadan; toplumu aptal yerine koymadan gerekeni yapması.

İşe samimi bir özeleştiriyle başlayarak, bizi olan bitenden ders çıkardığına inandırması... Kısacası bizi şaşırtması...

Ne dersiniz, hayal mi kuruyorum?

MEHMET ALTAN'IN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Mehmet Altan: Genelkurmay Ordu'yu yıpratıyor (Star)

Bir Silahlı Kuvvetler Komutanı, çalıştığı katta hazırlandığı ispatlanan “askeri darbe yapmaya yönelik bir cunta çalışmasının” ortaya çıkmasını isteyenleri rahatça “orduya karşı asimetrik psikolojik harekat” yapmakla suçluyor.

Aradan dört ay geçmeden, aslında bunun askeriyenin neredeyse tüm yönetim katını saran “demokrasiye karşı asimetrik bir fiili harekât” olduğu anlaşılıyor.

Şaşılık mı?

Körlük mü?

Art niyet mi?

Yetersizlik mi?

Generallerin demokratlara karşı çok sevdikleri üslupla “maksatlı bir çarpıtma” mı?

Neyse ne, ama “doğruları” işaret edenleri böylesine ağır ve fütursuzca suçlayan üsluba rağmen dört ay ilerisini bile öngöremeyen bir zafiyetin varlığı ortada.

En tepe yönetimdeki bu eksiklikler orduyu yıpratmaz mı?

***

Ayrıca...

Genelkurmay’ın kendi yönetim katında oluşturulan bir belgeyi, “askeri savcılık” araştırması üzerinden “kâğıt parçası” olarak sunması ve büyük bir iştahla bunu savunması da kendi başına bir skandal, “orduyu çok ağır yıpratan” bir “yönetim beceriksizliği” değil midir?

Genelkurmay katında olup bitenden bu kadar habersizsek, sınırlardaki güvenlik nasıl sağlanacak?

Yok, haberliysek ve üzerini örtüyorsak, bu nasıl “demokrasiye ve hukuka” bağlı bir zihniyet?

Genelkurmay’ın bu açmazı orduyu yıpratmaz mı?

***

Üzücü olan...

Gerekeni yapmak yerine, doğruların peşine koşanlara hakaret etmenin ve onları korkutmayı yeğlemenin...

Belgenin ortaya çıktığı gün yazdıkları ile dün yazdıkları arasındaki fark ile “milli dansözlere” dönen TSK gazetecilerine güvenerek cuntacılığı unutturmaya kalkmanın, gittikçe toplumsal eleştiri ve güvensizlik dozunu artırması.

Genelkurmay’ın Dursun Çiçek’i korumaya kalkmasının, o nedenle de orduyu çok yıpratan bir yanlış olduğu görülmekte.

***

Tabii aynı mantıkla kaleme alınan önceki günkü bildiri...

“Türk Silahlı Kuvvetleri, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine bağlıdır ve saygılıdır.”

“Bu ilkelere aykırı düşünce içinde olan ve davranışlarda bulunan personelini Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde barındırmaz.”

“Türk Silahlı Kuvvetleri, her ortamda, hukuk devleti ilkelerine, hukukun üstünlüğüne, soruşturma usul ve yöntemlerine bağlı olduğunu söylem ve eylemleriyle ortaya koymuştur ve koymaya da devam edecektir.”

Bunlar uykudan önce çocuklara anlatılan masallara döndü.

Örneğin bu söylenenlere “27 Nisan Muhtırası” dâhil mi, değil mi?

Ya da...

Dursun Çiçek Belgesi sonrasındaki tavır bildiriye dâhil mi, değil mi?

Genelkurmay’ın matrağa alınan bu tür bildirileri de “orduyu” yıpratıyor, kurumun ciddiyetini ve ağırlığını yok ediyor.

***

Doğrusu, son olup bitenlerle, artık ayyuka çıkan skandallarla kendi ordusunu böylesine yıpratan bir yönetim görmedim.

Ordu çok önemli bir kurum olduğu için “yönetim yanlışlarını” eleştirip duruyoruz.

Cuntacı zihniyetin de “gerçek bir ordu” isteyenlere nasıl yaklaştığı, nasıl rezilane bir psikolojik savaş yönettiği en iyi bu son belge sürecinde ortaya çıktı.

Artık sadece hukukun değil, siyasi iradenin de gerekeni yapmasının zamanı geldi.

Orduyu yıpratan bu yönetim anlayışına hiç birimiz daha fazla tahammül edemeyiz çünkü...

AHMET KEKEÇ'İN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Ahmet Kekeç: Bu ordunun başka işi yok mu? (Star)

Meçhul “muhbir subay”ın üç ihbar mektubu daha çıktı ortaya...

Konu “kâğıt parçasıydı, yok değildi” tartışmasının ötesinde, daha travmatik bir duruma işaret ediyor.

Şudur:

Biricik görevi “sınırları korumak” olan ordumuzun bazı işgüzar subayları, kendilerini siyasetin geleceği üzerinde söz sahibi sanıyor.

Dünyanın her yerinde orduların görevi bellidir:

Emir gelirse, savaşırlar.

Emir gelmezse, kışlalarında bekler ve güçlerini tahkim ederler. Başka da bir işe karışmazlar.

Meçhul muhbir subayın mektupları, bizde durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor.

Dursun Çiçek’e atfedilen “Kaos Planı”ndan önce, yürürlük için sıra bekleyen başka planlar da hazırlanmış.

Bu tür çalışmalar, genellikle emir-komuta zinciri içinde yapılır... İşin içinde bir “müellif” varsa, müellifi yönlendiren bir de “üst irade” vardır.

Kimliğini bilmediğimiz “üst irade”nin talimatıyla hazırlanmış planlardan ilki, iki yıl kadar önce Taraf gazetesinde görücüye çıkmıştı.

Buna “plan” demek ne kadar doğru olur?

Bir tür “durum tespit tutanağı”ydı.

Korgeneral rütbesini taşıyan “müellif”, bu kez, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri teşrih masasına yatırmıştı.

Okuyanlara, mutlaka “Size ne? Siz işinize baksanıza!” sorusunu sorduracak tespit tutanağında, “2007 seçimleri sonucunda milliyetçilik söylemleri ve politikalarının darbe aldığını kabul etmek gerekmektedir. Seçim sonuçları ılımlı İslam’ın bir zaferi olarak kabul görmektedir. Batının İslam karşıtlığının bu kadar yaygın olduğu bir dönemde, İslamcı olarak niteledikleri bir hükümeti bu derece desteklemeleri özellikle dikkat çekicidir” türünden ifadeler yer alıyor

du.
Korgeneral rütbesini taşıyan müellif, sadece “durum tespiti”yle yetinmiyordu.

İcabında tavır da koyuyordu.

Mesela, DTP’nin meclise girmesini “büyük talihsizlik” olarak yorumluyordu.

Başka?

İktidar partisine oy veren seçmenleri “fütursuz” ve “cüretkâr” davranmakla suçluyordu.

Başka?

TSK’yı destekleyebilecek kesimlerin son derece azaldığını; basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir kısmının artık TSK karşıtı bir tutum içinde olduğunu, derhal bir “imaj tazeleme çalışmasına gidilmesi” gerektiğini öğütlüyordu.

Meçhul muhbir subayın mektupları da gösteriyor ki, askerlerimiz, askerlik dışında neredeyse her işle ilgili...

İşte, yine Taraf gazetesi eliyle görücüye çıkan 73 sayfalık Genelkurmay andıcı...

Bu andıç, sivil toplum örgütlerini ve faaliyet kalemlerini ele alıyordu.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den Rahmi Koç’a, Sabancı ailesinden Eczacıbaşılar’a, Can Paker’den Oktay Ekşi’ye, TÜSİAD’dan TESEV’e kadar kamuoyunca bilinen birçok isim ve kuruluşun fişlendiği andıç belgesinde, ismi geçen kişi ve kuruluşlar ayrıca “Türkiye’yi bölmek isteyen ABD ve AB’nin projelerini Türkiye’de yürütmek için birçok fondan yardım almakla” suçlanıyordu.

Bu belge, ilgili komutanlara takdim edildi.

Muhtemelen “aferin” de aldı.

Fakat hiçbir komutan çıkıp da, “Bundan bize ne? Bu ülkede savcılar var, mahkemeler var. Biz askeriz, askerliğimize bakarız!” demedi.

Bunu diyebilecek bir “üst irade” oluşmadan, ordu asli görevine iade edilmeden bu ülkede darbe geleneği bitmez.

Bir Dursun Çiçek gider, bin Dursun Çiçek gelir.


BİLAL ÇETİN'İN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Bilal Çetin: Belge soruşturması nereye varacak? (Vatan)

Ergenekon soruşturması kapsamında darbe hazırlığı gerekçesiyle gerçekleştirilen hemen her gözaltı operasyonu, her dalga Türkiye’yi derinden sarsıyordu. Fakat bu son olay, hepsinin ötesinde anlam ve önem taşıyor.

Çünkü bugüne kadar yürütülen operasyonlar, aralarında bazı muvazzaf subaylar da olsa daha çok emekli generaller, bazı öğretim üyeleri, gazeteci-yazarlar ve genellikle de hükümete muhalif kesimler üzerinden yürüyordu.

Dursun Çiçek imzalı “İrticayla Mücadele Eylem Planı” ile ilgili soruşturma ise doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Genelkurmay’ın kalbine, ordunun sinir uçlarının geçtiği merkeze yönelik.

Soruşturma nasıl yürütülecek, nasıl sonuçlanacak henüz bilmiyoruz. Bilinen iki önemli unsur var. Birincisi, daha önce düzmece olabileceği kanısı hakim olan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından da “hiçbir hukuki değer taşımayan kağıt parçası” diye nitelenen belgenin şimdi ıslak imzalı aslının savcıların elinde oluşu.

İkinci nokta ise Genelkurmay bünyesinde hazırlıkları yürütülen bir darbe girişiminin bütün aşamalarını bildiğini iddia eden adı savcılarda gizli bir subayın ihbar mektubu ve tanıklık yapmaya hazır olduğu beyanı.

Artık bu konu, açılım tartışmalarının bile önüne geçmiş ve siyasetin, hatta ülkenin bir numaralı gündemi haline gelmiş durumda.

Belgenin gerçekliği kabul edildiği andan itibaren şu nokta da ne yazık ki kesinlik kazanıyor:

Genelkurmay bünyesinde siyasete ve siyasi iktidara karşı ciddi bir müdahale hazırlığı yapılmış. Yani, demokrasiye ve anayasal düzene karşı vahim bir suç işlenmiş.

İşte bu noktada İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bu konuyu soruşturuyor.

Genelkurmay da soruşturma açıldığını bildirdi ama asıl olan İstanbul’da Ergenekon savcılarının yürüttüğü soruşturma.

Kritik soru şu:

Bu soruşturma belgenin altında imzası olan Kurmay Albay Dursun Çiçek ve aynı dairede çalışan bir kaç alt rütbeli subayla mı sınırlı tutulacak?

Bu işin üstünün örtülmesi, kırığın yen içinde saklanması olur.

Aksi olur, olay bütün yönleri ile soruşturulacak olursa ne olacak?

İşte o zaman Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde çok derin, çok kapsamlı bir cunta soruşturması gündeme gelecek. O soruşturmayı acaba Ergenekon savcıları mı yürütecek yoksa Genelkurmay Askeri Savcılığı mı?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 26 Haziran günü yaptığı açıklamaya dikkat edilecek olursa bu soruşturmanın TSK içinde cadı avına dönüştürülmeden ancak bu demokrasi ve hukuk dışı faaliyet içine girmiş bulunan, rütbe ve makamı ne olursa olsun herkesi içine alabileceğini söylemek yanlış olmaz.

Çünkü Orgeneral Başbuğ o toplantıda demokrasi ve hukuk dışı faaliyeti tesbit edilen hiçbir personelin TSK bünyesinde barınamayacağı teminatını vermişti.

Bu durumda, eğer belgenin gerçek olduğu kesinlik kazanırsa o zaman bu belgeyi hazırlama talimatını kim, hangi üst rütbeli komutan verdi? Kim veya kimler onayladı? Daha sonra da kim veya kimler niçin gizledi? Bütün bunlar açığa çıkarılacak.

Ergenekon savcılarının elindeki ihbar mektubunda bu belgenin hazırlanışı ile ilgili çok önemli iddialar var. TSK bünyesinde halen kritik görevlerde bulunan komutanların adı geçiyor bu ihbar mektubunda.

Özetle bu soruşturma, demokrasi ve demokratik sürecin devamlılığı açısından olduğu kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarının korunması açısından da kritik önem taşıyor.

İSMET BERKAN'IN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


İsmet Berkan: Hükümeti düşürmek askerin işi midir? (Radikal)

Abdullah Gül yeni Cumhurbaşkanı seçilmişti. 2007 yılının 30 Ağustos resepsiyonuna özellikle gitmek istedim. Acaba askerler yeni Cumhurbaşkanı’na nasıl davranacaktı, acaba Cumhurbaşkanı resepsiyona eşini de getirecek miydi?

O gün zaten kısmen ‘olaylı’ geçmişti. Harp Okulu öğrencileri cephe selamını Cumhurbaşkanı’na doğru değil, komuta kademesine doğru vermişlerdi. Hitaplarda ‘Sayın Cumhurbaşkanım’ yerine ‘Sayın Cumhurbaşkanı’ denmişti.

Askerler, özellikle de komuta kademesindeki askerler için bir hayli yorucu olan 30 Ağustos bayram koşturmasının son durağıydı Genelkurmay Başkanı’nın verdiği geleneksel resepsiyon. Cumhurbaşkanı’nın gelişini kaçırdım, aslında nasıl karşılandığını da izlemek istiyordum. Ama herhalde olaysız ve usule uygun karşılanmış olmalı ki diğer gazeteciler bir şey demediler.

Sonra kalabalık resepsiyon alanının kenarındaki bir düzlükte, yan yana dizilen koltuklarda komutanlarla birlikte oturuşunu izledim. Cumhurbaşkanı saygı görüyordu ama bu mesafeli bir saygıydı.

O gecenin izlenimlerini sıcağı sıcağına yazmıştım. Tamamen izlenim: İki tane devlet vardı sanki, biri normal devlet, biri de askerlerin devleti.

Sonuçta Abdullah Gül, Anayasa’da yazılan usuller uyarınca seçilmiş ve cumhurbaşkanı olmuştu. Ama daha içe sindirilmiş değildi onun Devlet Başkanlığı ve Başkomutanlığı.

Nasıl olur da içe sindirilmezdi, bunu anlamaya çalışıyordum. Sonuçta Anayasa ortada, yasalar ortada. Meclis daha yeni seçilip gelmiş Meclis, bir meşruiyet sorunu yok. Verilen oylar ortada.

Sırf siz beğenmiyorsunuz, benimsemediğiniz bir siyasi anlayıştan geliyor diye bir Cumhurbaşkanı’na saygısızlık yapılabilir miydi? Maalesef yapılıyordu, hala yapılıyor. Önümüz 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Yine Cumhurbaşkanı’nın eşini göremeyeceğiz. Bu da bir saygısızlık değil mi, bir insana ‘Hayat arkadaşını buraya getirme’ demek? En azından gayrımedeni bir tutum.

Bu davranışlar zaman içinde aşıldı. O ilk günlerin ikili devlet görüntüsü ortada yok. Cumhurbaşkanımızın Abdullah Gül isimli eski Refah, Fazilet ve Ak Partili siyasetçi olduğu gerçeğini herkes kabullendi.
Ama 2007’nin 30 Ağustos’unda bu kabullenmeden eser yoktu. Çok iyi hatırlıyorum.
***
Bütün mesele şu tuhaf hiyerarşiden kaynaklanıyor. Bir halk var, devlet onun sahibi ve efendisi, devletin sahibi ve efendisi de ordu.

Oysa sıralamanın tam tersi yönde olması gerekir. Bir devlet var ve bir de ordusu. Halk da onların sahibi ve efendisi.

Evet, eğer rol olsun diye değil, öyle söylemesi şık duruyor diye değil, gerçekten demokrasi olacaksak sıralamanın böyle olması gerekir.

Yaşadığımız sıkıntılı dönemlerin, seçilmiş siyasetçilerin karar vermesi gereken konuların bile askere soruluyor olmasının vs. sebebi, henüz söylediğim sıralamaya geçilememiş olması.

Öyle olunca, asker, kendini sadece Meclis ve hükümetin değil, bir bütün olarak Anayasal düzenin de üzerinde görüyor, beğenmediği veya sakıncalı olduğunu düşündüğü siyasi iktidarları yıpratmak için, düşürmek için planlar hazırlamakta beis görmüyor, toplumu kendi istediği gibi şekillendirme ümidiyle beceriksiz mühendislik çalışmaları yapıyor, hatta ‘sivil toplum örgütü’ bile kurduruyor.
Bu ülkede askerin kendi görev alanına çekilmesinin zamanı geldi de geçiyor bile.

CENGİZ ÇANDAR'IN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Cengiz Çandar: TSK'yı kip yıpratıyor (Radikal)

Neyi tartışmalıyız?
‘Kâğıt parçası’nın kâğıt parçası olmayıp, altında Genelkurmay Karargâhında görevli bir kurmay albaya ait olduğu kanıtlanmış imzanın bulunduğu ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ ve bu arada ortaya atılan Eylül 2007 tarihli ‘Bilgi Destek Planı’ gibi metinlerden ötürü bunların sorumlularının hesap vermesini mi; yoksa bunların medyaya kim tarafından niçin ve neden bu ‘zamanlama’yla sızdırıldığını mı?
Ahmet Altan dün Taraf’taki bu ‘absürd’ hali ‘Cuntayı açıklama vakti ne vakittir’ başlıklı yazısında ti’ye alıyordu:
“Ne zaman ordunun içinde hukuksuz işler döndüğünü ortaya koyan bir belge yayınlansa, televizyon ve gazetelerde aynı laflara rastlıyoruz.
‘Bu belge niçin şimdi ortaya çıktı?’
En çok belgelerin ortaya çıkmasının ‘zamanlamasıyla’ ilgililer.
Doğrusu çok merak ediyorum, ordunun içindeki cuntaların ve darbe hazırlıklarının ortaya çıkmasının ‘en uygun’ ve ‘en doğru’ zamanı ne zamandır?
Ne zaman Türk basını bu haberleri ciddiye alabilmek için ‘müsait’ olabilir acaba?
Bu basın, neredeyse ordunun ‘mütemmim cüzü’ haline gelmiş, ordunun darbe hazırlığı yapması, içinde cuntalar barındırması onların hiç ilgisini çekmiyor.
‘Bir ordunun içinde bu cuntaları kim kuruyor, kim darbe belgeleri hazırlanması için emir veriyor’ diye soran pek yok. Sanki darbe yapmak, cunta kurmak dünyanın en doğal işi.
Onlara göre tuhaf olan bunların belgelenip gazetelerde yazılması...”
Tabii, bu saptama basının bir bölümü ve basındaki bazıları için geçerli. Ve yine tabii ki, böyleleri basında bir hayli yer kaplıyorlar. Böylelerinin medyadaki mevcudiyeti Genelkurmay’ı da kesmiyor ki, Genelkurmay Başkanlığı’nın
önceki gece yayımladığı bildiri medyayı hedef alıyor.
Yani basında işgal ettikleri mevkiler ve yer ‘güneşi balçıkla sıvamaya’ yetmediği için söz konusu cunta ve darbe ile ilişkili belgelerin medyada yer alması, besbelli Genelkurmay’ı rahatsız etmiş, bildirinin 8. Maddesinde şöyle deniyor:
“Şayet ortada delil değeri taşıyan bir belge mevcut ise, bunun bulunması gereken yerin basın organları değil, yetkili soruşturma makamları olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Bu nedenle, 24 Ekim 2009 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nca yapılan açıklamada adlî makamlara gönderildiği öne sürülen ihbar mektubunun, soruşturmanın gizliliği ilkesi ihlal edilerek basına sızdırılmasının ve bunun ne amaçla ve kimler tarafından yapıldığının düşünülmesi gereken bir nokta olduğuna dikkat çekilmiştir.”
28 Şubat’ta beni de hedef alan ve benzerleri daha sonra defalarca ortaya çıkan o ‘andıç’ adındaki ‘kirli tertip’e ilişkin Genelkurmay tarafından bir duyarlılık gösterilseydi, ‘soruşturmanın gizliliği ilkesi’ yerine getirilerek sorumlulara ilişkin bir işlem başlatılsaydı, Genelkurmay açıklamasının yukarıya alıntıladığımız 8. maddesi bir anlam taşırdı.
***
Ne yazık ki, şimdi taşımıyor. Şimdi taşımıyor çünkü bir kez daha Genelkurmay, atın önüne arabayı koyuyor izlenimi veriyor. Genelkurmay’ın okları cunta oluşumu ve darbe hazırlıklarına dair ‘ihbar mektubu’nun sahibine ve buna yer veren medyaya yönelik. Kendi bünyesi içinde var olduğu öne sürülen (hadi ‘anlaşılan, belli olan’ demeyelim) cunta oluşumu ve darbe hazırlıklarına ilişkin kesin bir dil kullansa, bunların Silahlı Kuvvetler bünyesinden mutlaka ayıklanacağı konusunda bir ‘güvence’ verse, alıntıladığımız bildirisindeki
o cümleler değer ifade edecekti.
Bu kadar ciddi konularda ‘delillerin karartıldığı’na ilişkin güçlü bir izlenim kamuoyuna -hem de hiç haksız olmayan biçimde- yerleşmiş olduğuna göre söz konusu belgelerin basın organlarında yer alması bir ‘hukuk devleti ilkesi ihlali’nden ziyade ve tam tersine ‘hukuk devleti arayışı’ için bir katkı haline dönüşüyor.
Niçin şimdi cinsinden ‘zamanlama’ sorusunu, bu soru sürekli ‘esası kaçırmaya’ ve ‘yan yollara sapmaya’ yöneldiği için bir yana bırakıyorum.
Varsayalım ki, Ak Parti hükümeti ‘Açılım’ konusunda tıkandı ve bu nedenle ağır eleştiri bombardımanı altına girmek ile yüz yüze kaldı ve bu nedenle ‘gündem değiştirmek’ amacıyla ‘ihbar mektubu’ ve ‘ıslak imzalı belge’yi su yüzüne çıkarttı; ne fark eder?
Hükümeti devirmeyi öngören ve 2009 tarihli ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ ile 2007 Eylül tarihli (yani Cumhurbaşkanlığına Abdullah Gül’ün seçilmesinden hemen sonra) ‘Bilgi Destek Planı’ böylece meşrulaşmış mı olacak?
Bu ‘belgeler’in gerçekliği ve ‘gayrımeşru’ hatta daha da öteye ‘suç’ niteliği ortadan mı kalkmış olacak?
Bunları Türkiye halkı bilmemeli ve öğrenmemeli miydi?
Bu arada İstanbul Başsavcı Vekili ‘orijinal’ olduğu iddia edilen belgenin kendilerine 12 gün önce posta yoluyla ulaştığını dün açıkladı. 12 gün geriye gittiğiniz takdirde ‘zamanlama’yla ilgili dolaşıma sokulan ‘komplo teorileri’ yerle bir oluveriyor.
***
Taha Akyol’un dünkü Milliyet’te askerlere neyi, niçin düşünmeleri için yaptığı çağrıya imzamı atıyorum:
“Askerler bütün ciddiyetiyle düşünmelidir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, sadece geçmiş darbe
ve müdahalelerle değil, bu tür ‘andıç’ ve ‘provokasyon’ belgeleriyle hayli zedelenmiş bir görüntü sergiliyor. Ordunun itibarına çok zarar veren bir tablodur bu.
Dahası ‘Komutan’dan habersiz, gizli çalışmalar yapan, bilgi sızdıran, bilgi tertipleyen, bilgi
yok eden, hatta komutanı yanlış bilgi veren bir ‘Karargâh’ görüntüsü var ortada!
... Askerler bir de şunu düşünmeli: Niye öyle birkaç yıldır değil, en azından yarım yüzyıldan beri darbeler, cuntalar, müdahaleler, provokasyonlar, andıçlar söz konusudur?
Bu problem, ‘bilgi sızmasını önlemek’ gibi teknik bir sorun değil, ‘askeri ideoloji’ ile ilgili ciddi bir sorundur. TSK artık ‘toplum mühendisliği’nin çağının geçtiğini görmeli; Harbiye’den itibaren eğitimini buna göre
gözden geçirmelidir...”
Yoksa?
Yoksa böyle olur işte.
TSK yıpranır. Bizzat kendi eliyle...

FATİH ALTAYLI'NIN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA

[PAGE]


Fatih Altaylı: Belge neden 5 ay saklandı (Habertürk)

DEMOKRASİYE komplo belgesi olarak adlandırılan belgenin "ıslak imzalı" orijinalinin "ihbarcı bir subay" tarafından Ergenekon savcılarına yollandığı ve ekinde başka belgelerin de bulunduğu iddiasına iyiden iyiye inandırıldık.
Belgenin "varlığından" artık hiç kimsenin şüphesi yok.
Yarın öbür gün bunun yalan olduğu ortaya çıksa bile kimse inanmaz.
Ancak benim merak ettiğim bazı noktalar var.
Özellikle de "ihbarcı subayla" ilgili.
Demokrasiye komplo belgesi olarak adlandırılan çalışmanın varlığı Taraf Gazetesi aracılığıyla basına yansıyalı hemen hemen 5 ay oldu. Önce Taraf Gazetesi belgeyi yayınladı. Sonra biz belgenin orijinalinin ortada olmadığını ve savcılıktakinin fotokopi olduğunu duyurduk.
Ortalık birbirine girdi.
Fotokopiden bir tespit yapılamayacağı söylendi ve belgenin orijinaline kimse ulaşamadı. Aradan 5 aya yakın bir süre geçti.
Ve birdenbire "ıslak imzalı orijinal" belge ortaya çıktı.
Ergenekon savcılarından dün yapılan açıklamaya göre belge savcılığa 14 Ekim günü yollanmış.
Oysa ihbarı yapan kişiye göre bu belgeyle ilgili Genelkurmay'daki "yok etme operasyonu" haberin basında yer aldığı gün, yani 5 ay önce yapılmış.
Buna göre ihbarcı, Genelkurmay'daki bu belgeyi 5 ay önce "yürütmüş" olmalı ki, Genelkurmay'daki temizlik sırasında bu belge bulunamamış ve yok edilememiş.
Şimdi benim merak ettiğim şu:
Meşhur ihbarcı subayımız bu belgeyi hangi amaçla 5 ay boyunca saklamış?
Belgenin varlığını neden önce Genelkurmay Başkanı'na kimliğini saklayarak da olsa bildirmemiş?
5 ay boyunca kendine sakladığı bu belgeyi bugün ortaya çıkarmasına neden olan etken ne?
İhbarcı subay eğer dediği gibi mahkemede şahitlik yaparsa bu soruların yanıtını öğrenme şansımız olacak.
Tabii sorulursa.