BIST 9.743
DOLAR 35,18
EURO 36,82
ALTIN 2.978,80
HABER /  GÜNCEL

Ilıcak İnternethaber'e konuştu

Son yazısıyla fırtınalar koparan Nazlı Ilıcak ilk kez İnternethaber'e konuştu. Ilıcak'a göre Başbakan Tayyip Erdoğan etrafındaki "Çin Seddi"nden gedik açtırmıyor...

Abone ol "Erdoğan'ın etrafından Çin Seddi var" yazısıyla medyada yeni bir tartışmaya yol açan gazeteci-yazar Nazlı Ilıcak, İnternethaber'e konuştu. Ilıcak, Erdoğan'ın son zamanlardaki fevri çıkışlardan AK Parti'den kopuşlara, askeri müdahalelerden AB ile ilişkilere, Süleyman Demirel'le olan dostluğundan Turgut Özal'lı yıllara, Merve Kavakçı olayından Türkçe'nin meselelerine kadar bir dizi konuda görüşlerini açıkladı. İnternethaber yazarı Fikri Akyüz ile Gazeteciler.com Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Şimşek gazeteci-yazar Nazlı Ilıcak'la konuştu:

Fikri Akyüz: 28 Şubat’tan 17 Aralık’a uzanan süreçte Başbakan Tayyip Erdoğan’ın vermiş olduğu iç ve dış siyasi mücadeleyi demokrasiye vurgu yapmak suretiyle sahiplenen yazarlar var. Bunlar arasında sizinle birlikte, Mehmet Barlas, Fehmi Koru, Mehmet Altan, Ali Bayramoğlu, Ahmet Taşgetiren ilk akla gelen isimler. Bu yazarlar ‘liberal-demokrat” veya “muhafazakar-demokrat” olarak tanımlanıyorlar. Bu yazarların Tayyip Erdoğan’a izafeten dile getirdikleri eleştirilerin Tayyip Erdoğan üzerinde ciddi bir tesir oluşturduğunu düşünüyor musunuz?

Şu an itibarıyla etkisi olmayabilir; ancak zaman içerisinde düşünme fırsatı olursa bunun bir tesiri olacaktır. Mesela Tayyip Bey basın mensuplarıyla kahvaltılı bir toplantı yaptı. Toplantıda “çeşitli güç odakları çeşitli düğmelere bastı” gibi bir cümle kullanıyor. Şayet güç odaklarından birisi de basın ise, normal olarak şöyle bir şüphe düşer içime. Şöyle ki: “Acaba Tayyip Erdoğan bizi bir yerlerden güdümlü olarak bu eleştirileri dile getirdiğimizi mi düşünüyor?” diye şüphelendim.. İnşallah öyle düşünmüyordur. Mesela şu anda biz yanında olmadığımız için ben eleştiriyorum diyelim. Oysa öyle değil. Sayın Erdoğan’ı muhafazakar çevreden Ahmet Taşgetiren eleştiriyor, Ali Bayramoğlu eleştiriyor… Şimdi diyebilirler ki “Nazlı Ilıcak hep böyledir. Bir süre beraber gitmiştir ve sonra hep ters düşmüştür. Bir şeylere kırılmıştır. Kendisini belki hep ön planda görmek istiyor” diyebilirler. Ahmet Taşgetiren daha muhafazakar oysa. Sizin politikalarınızı beğenmediği için bu şekilde konuşuyor. Mehmet Barlas’a “Amerikancı” diyebilirler. Buna mukabil “Ali Bayramoğlu’na “fazla liberal” derler. Neticede herkese bir etiket bularak farklı bir gerekçeyi Tayyip Erdoğan’a sunup onu ikna edebilirler.

EKİBİNE FAZLA SAHİP ÇIKIYOR

Tayip Erdoğan’ın şöyle bir özelliği var. Ekip diye belirlediği insanlara çok fazla sahip çıkıyor.Onlardan hiçbir zaman vazgeçmiyor. Dikkat ederseniz belediyeden getirdiği bir ekibi var onun. Zaman zaman hepsi hakkında bazı cümleler basında da çıkıyor. Tayyip Bey yıpranmak pahasına sahip çıkıyor bu insanlara. Bu sefer de böyle olacaktır diye düşünüyorum. Onlarda şu yaklaşım var ‘surda gedik açtırmayalım’… Her lafın arkasında sanki başka bir mülahaza varmış da onun için bunlar yazılıyormuş gibi bir yaklaşım içersindeler…

Mehmet Şimşek: Bu bir siyasal paranoyaya mı dönüşüyor?

Böyle bir şey de olabilir tabi ki. böyle bir iddia zaman zaman gerçek de olabilir.Diyelim ki, bir medya patronunun bir talebi vardır. Talep yerine getirilmeyince o kişi aleyhinde yazı da yazabilir. Bu oldu geçmişte. Ama ille de aynı kefeye koymak doğru değil.

Fikri Akyüz: Tamamlamak açısından ilave etmek etmek istiyorum. Tayyip Erdoğan’ın az önce adını saydığımız gazetecilerin fikirlerine itibar ettiğine inanıyorum. Erdoğan’ın basındaki ‘müzmin muhalifler’den değil de, çok saygı duyduğu bu isimlerden eleştiri alması mı acaba Başbakan’ın “fevriliğinin” tetikleyicisi oluyor? Yani, Fehmi Koru, Nazlı Ilıcak, Ahmet Taşgetiren’in 1’er tane eleştiri yazısı yazması yerine Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun’un 500’er tane eleştiri yazısı yazmış olması halinde dahi, Başbakan Erdoğan yine sinirli görünür müydü?

O fevriliğin bize karşı olmadığını düşünüyorum. Birtakım fevri çıkışları oluyor ama başkalarını muhatap almış çıkışlar. Mülahazalarımızın üzerinde direkt bizi hedef alan yorumları olmadı Tayyip Bey’in. Tabi ki, bizim ağırlığımız olabilir, tabii ki bizi daha az ard niyetli bulabilir. Ama eleştiride üzülen bir yapısı var . O fevri davranış üzüntüsünün ifadesi oluyor. Şundan dolayı üzülüyor: “Ben bu kadar çabalıyorum, bu kadar çalışıyorum, vatanım için kendimi feda ediyorum anlamıyorlar beni!” Bu bir fedakar annenin daha sonra çocuğunun ille de kendisiyle beraber olması, kendisine hiçbir zaman arkasını çevirmemesi gibi bir şey.

BU DİYALOG NİYE KESİLDİ?

Türkiye iyiye gidiyor. Ekonomik büyümede büyük patlama var. Dış ilişkilerde ilerleme var. Kıbrıs sorunu bence çok önemli. Hiç kimsenin el atmaya cesaret edemeyeceği kadar önemli aslında. AB yolunda da ben bu hükümeti kararlı görüyorum. Öyle cayma falan da yok Dikkat ederseniz Katma Protokol’ün Rum kesimine teşmil edilmesi konusunda ciddi adımlar atıldı. Ama tabii ki biraz yavaş yavaş atılıyor bu adımlar. Diyelim ki, Kıbrıs’ta seçimler olacak, bizim basında bir sıkıştırma meydana geliyor. Diyalog olmadığı için Tayyip bey tepki gösteriyor. Bu işler medya aracılığı ile olunca hadise çok daha fazla büyüyor. Gerek ben, gerek Ahmet Taşgetiren ve gerekse Fehmi Koru olarak diyoruz ki; insanlarla yüzyüze görüş… Sizin de sıraladığınız destek olan kişiler Tayyip Bey’le fikir teatisinde bulunsunlar. Bugün Tayyip Bey’in çevresinde bulunan kişilerin bir ağırlığı varsa aslında sizin saydığınız kişiler onlardan daha büyük bir ağırlık taşıyor. Üstelikte bir menfaatleri yok. Bakan olmak istemiyorlar, bir yerlere atanmak istemiyorlar. Bu bakımdan diyalogun niye kesildiğine dair benim zihnimde soru işaretleri var. “Vaktim yok” meselesi değil; vakit bulacaksınız. Bir sünnet düğününe katılır gibi vakit bulmak elbette mümkün. Çünkü Türkiye’nin iç politikasında medyayla doğru dürüst ilişkiler kurulmazsa, hoşgörü ipliği geri plana atılırsa daha büyük sıkıntılarla karşılaşılabilir. Medyayı yumuşatmak lazım. Hem yaptıklarının daha iyi anlatılması açısından, hem de yanlış aksetmemesi açısından bu gerginleşmenin hiçbir anlamı yok. Bakın ceza kanununda atılan geri adım çok iyi oldu. Bu erteleme kararıyla sivil toplum örgütlerine verilen önemin de altı çiziliyor. Bu medyayı fevkalade rahatlatıcı önemli bir gelişme. Bir takım jestlerle bu ortam daha da yumuşatılabilir.

Mehmet Şimşek: Mehmet Altan’ın çok kuşatıcı bir tespiti vardı. Altan’a göre İstanbullu Erdoğan son zamanlarda ‘Ankara ağzı’nı kullanmayı tercih etti? Sözgelimi Erdoğan ‘düğmeye basmak’tan bahsetti. Siz Erdoğan’ın söylemindeki eksen kaymasını nerelere bağlıyorsunuz? Yoksa gerçekten birileri düğmeye basıyor mu?


Tabi ki bu iktidardan memnun olmayıp değişmesini isteyen bir sürü insan var. Bunların içinde güç odakları da var; bu kesin. Mesela medyanın önemli bir bölümü Tayip Erdoğan’a kerhen katlanıyor. Çünkü farklı bir çevreden gelmiş birisi Tayip Erdoğan. Ve onlar eski politikacılara ulaştıkları kadar kolay ulaşamıyorlar. Bir zamanlar Mesut Yılmaz’ın bir medya patronu ile olduğu kadar içli dışlı bir ilişki de doğru değil. Sanki bir komuta zinciri varmış gibi siyasetçilerle bu kadar iç içe olmak da doğru değil; ama daha farklı bir fikir beraberliğinde birlikte olabilirsiniz. Basının bir bölümünde de zaten içine sindiremeyenler var.

HERKESİN BİR DÜĞMESİ YOK

Dış mihraklar konusuna gelince. Onlardan da bazıları istemeyebilirler Tayyip Bey’i. Tayyip Bey iç dünyasında çok Müslüman bir insan. İsrail’e bakış açısı ister istemez ne kadar ılımlı olmak istese de ABD’nin hoşuna gidecek davranışlarda bulunmak istese de içindeki İslam, tabii olarak, kabarıyor. Filistin’in bu mağduriyeti, Irak’taki Müslümanların katledilmesi vesaire, bu tür politikaları benimsemesine imkan yok. İsrail için ‘devlet terörü’ lafını telaffuz edebildi; ancak şimdi onu telafi etmeye çalışıyor. Dolayısıyla dış basında çıkan bazı eleştiriler bence telkinle olmuş olabilir; bir hizaya getirme çabası da olabilir. Ondan istifade ederek bir takım yanlış maddelerden de istifade ederek muhalefet kampanyası başlatmak isteyenler de olabilir. Benim zihnimde böyle bir düşünce yok Biz istiyoruz bu parti güçlensin. Ben Tayyip Erdoğan’ın bir alternatifi olduğunu düşünmüyorum. Hiç kimsenin onun kadar samimi olarak AB yolunda adım atabileceğini de düşünmüyorum Kendi tabanının hassasiyetlerini de gözardı ederek yaptığı işler var. Milli Görüş için Kıbrıs konusu herkesten ve çok şeyden daha önemli. Etnik kimlikleri açmak bakımından yaptığı önemli işler var. Mesela DYP, AK Parti’nin yerini tutamaz. DYP’de aşırı milliyetçi gruplar var. CHP zaten devlet partisi. Bu partilerde hiçbir yumuşama olamaz. Bence AK Parti’nin alternatifi hala yok. Birileri bir takım amaçlarla eleştirilerini yapabilirler, “fırsat bu fırsattır” diye, iktidarın üzerine çullanmak isteyenler de olabilir . İşte biz bu dengeyi nasıl koruyacak nasıl uzlaşma yolu sağlayacak diye yol gösteriyoruz. Herkesin bir düğmesi yok. Ben kendi adıma konuşuyorum. Biz iktidarla bir güç gösterisi içerisinde değiliz. Patronlar düğmeye basmadı.

Fikri Akyüz: Az önce Erdoğan’ın İsrail’in devlet terörü uyguladığını söylediğini ifade ettiniz. Erdoğan’ın İsrail’e yapacağı bir ziyaret var. Şimdi Erdoğan, İsrail’e gittiğinde bu sözlerini tevil mi etmeli; yoksa üzerinde durmamalı mı? Bu sözleri deyip de, ‘demedim’ derse, veya “demedim” demeye getirirse, bunun AK Parti tabanındaki yansıması ne olur ve aşınma derecesi ne kadar olur?

ERDOĞAN GERİ ADIM ATMAZ

O sözleri sarf edip de ‘demedim’ derse olumsuz etkiler. Ama ben şahsen kulağımla duymadım. Basına böyle yansıdı. Basına yansıyan doğru ise, öyle zannediyorum ki geri adım atmaz. Yalnız şöyle diyebilir: “İsrail devleti ile her zaman iyi ilişkiler olmasına özen gösteriyoruz; müşterek menfaatlerimiz var; işbirliğimiz var” diyebilir. Bu şekilde Filistin’e yönelik bir mesaj mutlaka verir. Ama sonuçta bu sözleri söylediyse “Ben demedim” diye konuşmaz. Başbakan Erdoğan bu kişilikte bir insan değil.

Mehmet Şimşek: AK Parti’den kopuşlara gelmek istiyorum. Basında çıkan yorumlarda istifa eden vekillerin ‘adam yerine konmamak’tan, Başbakan’a ulaşamamaya kadar birtakım gerekçeler göze çarpıyor. Sizce istifa gerekçeleri alınganlık ve kişisellik üzerine mi kuruluyor; yoksa son zamanlarda iddia edilen milliyetçi kabarmanın veya Erkan Mumcu’nun ANAP Genel Başkanlığına seçilmesinin etkileri var mı?

Ak Parti’den kopuşların milliyetçi kabarmadan kaynaklandığına inanmıyorum. Onların daha ziyade ifade ettikleri şey, “görüşemiyoruz, etrafında bir duvar var, kendisine ulaşamıyoruz “gibi gerekçeler söylüyorlar. Ama bu istifalar farklı farklı gerekçelere dayanıyor. Bir bölümü bir daha nasıl seçilebilirim diye bakıyor. AK Parti kadroları çok dolu. Bunların aşağı yukarı yarısı yenilenecek diye düşünüyor. Bunların kimisi de hasbelkader listelere girip seçilmesin diye koyulmuş isimler. Onlar kendisine yeni bir kapı açmak için başka partilerde umut arayanlar. Gerekçe her zaman üretilebilir. Kimisi gerçekten kırgın olabilir. Aslında bu insanlar gönülleri alınsa o gönül alma işini grup başkan vekilleri değil de lider yapsa durum değişebilir. Ben bu kanamanın Ak Parti’de büyük kayıplara yol açacağına inanmıyorum.

Mehmet Şimşek: Erkan Mumcu’nun istifa edip ANAP’a genel başkan olması neye denk düşüyor?

MUMCU GÖSTERGE DEĞİL


Erkan Mumcu partiye üye olurken seçimlere katılırken lider olma arzusunu gönlünde taşıdığı için müsait bir zamanda istifa eder bir başka parti kurarım diye düşünüyordu. Kabinenin değişiminde bu bir kez daha gündeme geldi. Basında, Erkan Mumcu’nun ismi de revizyona uğrayacak olan isimlerin arasında yer alıyordu. Erkan Mumcu o günlerde bakanlıktan alınsaydı o zaman çok zor durumda kalacaktı. O zaman ayrılsa bile bu sefer “bakanlık^tan alınmasından dolayı partiyi bıraktı” diye bir yafta yapıştırılabilirdi. Sözün kısası Erkan Mumcu’da zaten liderlik hevesi vardı. Anavatan orada duruyordu. Daha önce ona liderlik teklif edilmişti ama seçimlere giremezdi. Baraj tehlikesini gördü o. Erkan Mumcu olayı ayrı. Diğer taraftan, ilke yönünden ayrılanlar da olabiliyor. Kendilerine yeniden yer bulmak için ayrılanlar da olabiliyor;çok muhtelif sebepler olabiliyor.Burada milliyetçiliğin kabarması söz konusu değil.

Fikri Akyüz: Milliyetçi kabarmadan hareketle, şu üç pozisyondan hangisi, milliyetçi dalgalanmayı “daha fazla” genişletir ve hangisi hükümeti “daha fazla” olumsuz etkiler? Birincisi; Ermeni sınır kapısının açılması. İkincisi; Güney Kıbrıs’ın 3 Ekim’e kadar resmen tanınması. Üçüncüsü; Abdullah Öcalan’ın Uluslararası Mahkeme kararı uyarınca yeniden yargılanması.


Bunların hepsi birbirini besleyecek olan dinamikler. Burada en önemli konu Apo’dur .Apo’nun yeniden yargılanması gündeme gelecek bu başka türlü olamaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ninn bu istikamette bir karar vermesi kuvvetli. O zaman basının ne yapacağı çok önemli. AİHM bunu isterse, nasıl olsa bir daha yargılansa da mahkum olacak. AİHM “Apo’yu tahliye edin; onu ödüllendir” demeyecek. Şayet yargılamanın menfiliği noktasında bir karar verecekse, “Yeniden yargıla, çünkü gerekli incelemeleri yapmadın biraz süratle bu işleri yaptın” gibi bir karar verecektir. Bu dönemde basın ne ölçüde destek verebilir. Fikir adamları, düşünce adamları “bravo yap bunu” demek suretiyle bu mesuliyeti paylaşırsa bunun yükü daha da hafifleyebilir.

Fikri Akyüz: Öcalan’ın dışarıda yargılanacağı yönünde birtakım haberlere rastlıyoruz.


ÖCALAN DIŞARIDA YARGILANMAZ!

Böyle bir şey yok. Böyle bir şey katiyen kabul edilemez. Böyle bir şey bahis konusu değil ama tekrar Türk mahkemelerinde yargılarsanız karar değişmez. Türk mahkemeleri Apo’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verecektir. Kıbrıs Rumları’nın meselesine gelince. Bu mesele yine yazılacak çizilecek. Bu olay 17 Aralık’ta zaten anlaşıldı. Bu teşmil edilecek. Bu şartla zaten imzalandığına göre, başka bir türü olmuyor. Bu mesele Apo kadar büyük bir akis yaratmaz. Ermeni sınır kapısının açılması Azerbeycan’la durumuzu daha kritik hale getirebilir. Çünkü orada bir Ermenistan işgali var; Karabağ’da. Sınır kapısı açılabilir .Ben bunun bir tepki göreceğini zannetmiyorum. Orada ki iş hacmini arttırıp Türkiye’ye menfaat sağlarsa bence o kadar tepki yaratmaz. Bence sözde Ermeni Soykırım Tasarısı’nın Amerika’dan geçmesi Amerika’ya karşı büyük bir tepki doğurur. Ve bizim Batıyla olan ilişkilerimizi de zedeler. Haketmediğimiz bir suçlamayla karşı karşıyayız. Böyle bir tavır Tayyip Erdoğan’ı da büyük infiale sürükler. Ancak onun tepkili ve öfkeli yapısı var. “Ülke olarak haksızlığa uğradık” diye düşünür Tayyip Bey o zaman.

Mehmet Şimşek: Konuşmanızın başında “AK Parti tabanının hassasiyetlerine rağmen Erdoğan bu işleri yapıyor” diye bir tespit yaptınız. AB’ye tam üye olma sürecindeki tarama pratiğine bakıldığında aday olan ülkedeki milli hassasiyetlerle birliğin ilkeleri çoğu zaman çakışıyor.

Zaten AB ile müzakereleri yürüten hiçbir siyasi parti bir daha seçim kazanamadı diyorlar.Ama ben kararlılıkla bunu yürüteceğini düşünüyorum Tayyip Erdoğan’ın. Zaman zaman ayak sürümesi olsa da Tayyip bey çok cesur bir adam. Fedakar bir adam. Kendine göre belirli fedakarlık kodları var onun. Şunu düşünebilir: “Bu, milletim için vatanım için faydalıdır”. Bu noktada bunu göze alabilir. Ben öyle görüyorum. Çok milli hassasiyetler zaten yerle bir edildi Türkiye de.O kadar tutkulu AB’ye yapışmışız ki maşallah, ne olursa olsun bırakmıyoruz. Bu güzel bir şey hakikaten. Rumlar konusunda Kıbrıs konusunda atılan adım çok önemli. Milli politika dediğimiz Kıbrıs meselesinde ‘anlaşmayan taraf biz değiliz’ mesajını verebilmek için bayağı bir çaba sarfedildi. Bu hassas bir konuydu bundan önceki hükümetler için….Başka ne hassasiyet olabilir? Ermeni meselesi konusunda ise.. Ondan ürkecek bir durum yok. Kuzey Irak’taki oluşumlar var. Bu konu daha çok ABD ile alakalı. Bu bakımdan egemenliğin devri gibi konular var . Biz de diyeceğiz ki her ülke kısmen egemenliğini devrediyor. Ben inanıyorum ki Tayyip Erdoğan gereken adımları atacaktır.

Mehmet Şimşek: Hırvatistan’ın üyeliğinin askıya alınması kararına benzer bir tavırla Türiye, AB’de bir muameleyle karşılaşırsa nasıl bir tablo bizi bekliyor. Deyiş yerindeyse ülkede bir cadı avcılığı başlar mı sizce?


Askıya alınırsa çok kötü olur. Ben zannetmiyorum. Müzakereler kesintiye uğramadan devam ettirilebilirse ne kadar uzun olacağı bilinmiyor. Burada mühim olan o yolda kendinizin standartınızı düzeltin deniyor. Sonunda almazsa ne olur? Demokrasi yolunda AB olmadan da bunları yapmamız lazım bizim. Bir bayrak yakılıyor . Bu konu önemli . Ben de önemsiyorum ama bu kadar ayaklanan milli heyecanları olan sürekli ezilmişlik duygusu taşıyan bir millet ‘beni işgal mi edecekler, beni istismar mı edecekler’ gibi düşmanlarla uğraşan bir milletin korkularını aşıp da bu değişimi geçirmesi için bir ödül olması lazım. Biz Avrupa Birliği ödülü için uğraşıyoruz.

Fikri Akyüz: AB taraftarlarının oy oranının ileride yüzde 20’lere kadar ineceğini varsayalım. Böyle bir faraziyede Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği’nden feragat etmesi ihtimal dahilinde midir; ihtimal dahilinde ise bunu gerçekleştirmesi mümkün müdür? Yani başbakan Erdoğan şöyle der mi? “Her ne kadar halkın çoğunluğu AB’ye karşı olsa da, AB’ye ortak olma bir devlet politikasıdır”..


Ben böyle bir varsayımın gerçekleşeceğine inanmıyorum. Türkiye bakın neler geçiriyor; hala Avrupa Birliği’ne yapışık. Burada kamuoyu ve aydınlar Avrupa Birliği’ne kenetlenmiş durumda. Bir zamanlar taşı toprağı altın olan İstanbul’a göçmek neyse AB’ye girmek de buna eşdeğer bir duygu olarak görülüyor. “AB zengin bir birlik, daha ileri bir ülke, ben de onun bir üyesiyim, o benim gururumu okşuyor” diye düşünüyor halkımız. AB talebinden dönüleceğine inanmıyorum. AB’ye girerken bu kadar yoğun talep, halkta bu kadar arzu olmasaydı Avrupa bizi almak istemeyecekti. Bakıyor ve şaşırıyor hiçbir ülkede bu kadar yoğun talep yok

Fikri Akyüz: Liberal demokrasi ile muhafazakar demokrasi arasında hayli tanım farklılıkları var. Liberal demokrasi ve muhafazakar demokrasi arasındaki fark nasıl görünüyor sizce?

Liberal demek özgürlükçü demek; ama liberal kelimesi taban tarafından pek hoş karşılanmayan bir tarif olarak mütalaa edilebilir. Biraz itibarını kaybetmiş bir kelime olarak düşünülebilir tabii. Halkın çok da benimsemediği bir kelime. Ama muhafazakarlıktan farklı.

Fikri Akyüz: Erkan Mumcu, özgürlükçü demokrasiyi vurgularken, “demokrasi değerler üzerinden vurgulanmamalı” dedi. Bir liberalin, değerleri yok mudur? Bir demokrat, hem “değerlerin muhafazası”nı savunup, hem de Türkiye’deki bilinen anlamıyla pozitif değer sahibi olmayanların düşünce serdetmesinin önündeki engellerin kaldırılmasını savunamaz mı?


O zaman muhafazakar demokrat da diyebilirdi kendisine. Tabii, bazı liberaller de aşırı özgürlükçü oldukları için halkın değerlerine çok önem vermezler. Mesela aile değerlerine karı-koca ilişkilerine o kadar da değer vermezler. Bakış açısı olarak orada da özgürlükten yanadır. Bir muhafazakar aileyi önemser; çocuğun aile çatısı altında doğması gerektiğini, komşuluk münasebetlerinin iyi olası gerektiğini savunur; evlilik dışı beraberlikleri tasvip etmeyebilir, müstehcenliğe karşı çıkabilir, liberallikle muhafazakar değerlerin o manada farkı var .

Fikri Akyüz: Örneğin, zina tartışmalarında, bazı liberaller zina yasasına karşı çıktığında, bu kişiler birtakım çevrelerde sanki zina yanlısıymış gibi algılandı. “Bir insan zina yapmıyorsa muhafazakar demokrat; zina yapanların hapse atılmasını istemiyorsa liberal demokrattır” diyebilir miyiz? Bununla birlikte, “zina yapılmasının bir sakıncası yok; bu, insanın doğal bir ihtiyacının giderilmesidir” diye görüş beyan edenlere de liberal demokrat denilmesi haksız bir itham değil midir?

İLERİCİ SAĞ-GERİCİ SOL!

Bu haksız bir itham. Liberal olanlar kendisi zina yapmasa da bırakın isteyenler yapsın diye düşünebilir. Bunları özgürlük çerçevesi içerisinde görebilir. Muhafazakar ise aile yapısı bozuluyor toplumun yapısı bozulabilir diye başkası da yapmasın diyebilir. Kürtaj konusunda da liberaller, muhafazakar kadar yasaklanmasını savunmayabilir.Kürtaj konusunda muhafazakar değerler daha ön plana çıkabiliyor; o bakımdan liberal anlayışta, her hususta daha çok özgürlük var. Zaten bizde farklı bir muhafazakarlık anlayışı var. Dünyadaki muhafazakarlarda hiçbir özgürlük yok. Bizdeki muhafazakarlar CHP tavrı yüzünden ilerici. Şu anda Ak Parti’de de bunu görüyoruz.TCK’nın 312. maddesi daha özgür hale gelsin; 159. maddesi daha özgür hale gelsin, yasaklar daha da hafiflesin yaklaşımı oldu. Buna karşı çıkan CHP oldu. Normalde muhafazakarlar sadece ahlaki değerlere değil her yeniliğe refleks gösteriyorlar; daha statükocu oluyorlar.Ama, bizdeki muhafazakarlık anlayışı böyle değil.Askeri müdahalelere niye muhafazakarlar daha karşı? Normalde solun karşı olması lazım. CHP “ben Cumhuriyet’i kurdum, yaşatacağım, ben de zaten parti olarak aynı çizgideyim” diyor. CHP+Ordu=İktidar formülünü düşünüyorlar. Ama bunu bir türlü gerçekleştiremiyorlar. “Ordu CHP elele” formülünü bir türlü değiştiremediler

Mehmet Şimşek: Sizce AK Parti’nin alternatifsiz olması demokrasi açısından sıkıntılı değil mi? Bu tablo ne kadar devam edecek? Solun hali malum..

Bir siyasi partinin iki dönem iktidarda olmasını bir ülkenin avantajı olarak addediyorum.; ama daha ciddi bir muhalefet partisi olması kaydıyla. Mesela sürekli değişim diyerek “iki senede sıkıldım aman bu gitsin” demek doğru değil. Türkiye istikrarlı dönemlerde daha hızlı kalkınabiliyor . Ben şimdilik AK Partiyi alternatifsiz görüyorum. Keşke 1960 da bu ikili sistem, yani Demokrat Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi olarak, kah biri kah diğeri iktidara gelmek suretiyle, bu rejim böylesine bir istikrar içerisinde sürdürülebilseydi. O dönemlerde de hiçbir zaman Demokrat Parti alternatifsiz denilemezdi. CHP en zayıf durumdayken güçlü bir pozisyon alabiliyordu. Maalesef 12 Eylül’de siyasal yapı bozuldu. 27 Mayıs’ta yapılamayan 12 Eylül’de yapıldı. Türkiye’nin bir türlü beli doğrulamıyor. Bu yüzden alternatifler oluşamıyor. AK Parti’nin de kalıcı olup olmadığı tartışılıyor .12 Eylül’de siyasette yapılan budama son derece sakıncalı. Bunun bugün hala tesirlerini görüyoruz . Bence AK Parti’nin alternatifsiz oluşunun sebeplerini burada aramak lazım. CHP’nin kendisinde de sorunlar var. Keşke güçlü bir muhalefet olsa. Bu sefer Ak Parti de kendi kendini daha sınırlar, muhalefeti daha ciddiye alarak daha istikrarlı daha düzgün adımlar atmaya gayret eder, ama şu anda durum öyle değil.

Fikri Akyüz: 27 Mayıs ihtilali öncesinde, Demokrat Parti döneminde rahmetli babanız Muammer Çavuşoğlu bakandı. Siz o yaşlarda çok küçüktünüz. O günlerde babanızın uğradığı mağduriyetin, sizin siyasal pozisyon alışınızda etkili olduğuna dair iddialar dile getirildi. Ardından 12 Eylül ve sonrasında 28 Şubat süreçleri var. Madem babanız ihtilal mağduru oldu; siz niye bundan “ders almadınız” da sürekli askeri vesayete karşı çıktınız?
27 Mayıs’taki acı hatıralar sebebiyle askere sürekli tepki gösterdiğimi mi söylüyorlar? Benim askerlerle aramın iyi olmamasının sebebini 27 Mayıs’a mı bağlıyorlar. Sanki bir şahsi garez ve kin taşıyormuşum gibi bir algılama var. Bu tabi ki doğru değil. Normal olarak insanın hayatını bir takım olaylar şekillendirir. Ben o sırada zaten 16 yaşındaydım. 27 Mayıs’a zaten babam dolayısıyla tepkiliyim. Çocuk sayılırım ve çok kapalı bir çevrede okuyorum. Siyasete dair hiçbir alakam yok.. Birdenbire babamın Yassıada’ya götürülmesi beni derinden etkiledi tabii ki..

Fikri Akyüz: Siz babanızın ihtilal mağduru olmasından 39 yıl sonra siyasete girdiniz. Başınıza felaket gelmesinden korkmadınız mı? 28 Şubat sürecinde milletvekilliğinden düşürüldünüz. Yaşınızın o dönem küçük olması sebebiyle, babanızı siyası anlamda “dinleme” imkanınız yoktu, ama babanızın durumunu “görme” imkanı da mı yoktu?!.

MÜDAHALELERE KARŞIYIM!

Aslında ben bir endişeye kapılabilirdim; başıma bir felaket gelir diye . O zaman siyasette uzakta kalırdım. Benim askerle hiçbir kavgam yok. Ben askerlerin siyasete müdahalesine karşıyım. 27 Mayıs benim için çok belirleyici oldu. O zaman zaten çok gencim siyasete hiç ilgim yok. “Aman ne kötü şey bu siyaset” dedim. Askeri darbede başbakan asılıyor . Düşünün; ailelerin yaşadığı acıları yakından gördüm. Sonra baktık ki Demokrat Parti’nin devamı olanları halk iktidara getirdi . Dolayısıyla millete rağmen yapılan müdahalenin haksızlığı ortaya çıktı. Demokrat Parti’nin kusurları olsa da bu şekilde darbe yaparak meselelerin daha da derinleştiğini gördüm . Bir türlü demokrasiye geçemedi Türkiye. 27 Mayıs, arkasından 12 Mart geldi, onun dalgalanmasında o kişiler rol aldı. 12 Mart’ta o yetmedi,Talat Aydemir cuntaları devam etti. “İlle de kurtaracağız, şunları yapacağız, onlar cahil halk çoğunlugu" vesaire diye düşündüler. Ya demokrat olacaksın ya olmayacaksın. Milleti beğenmeyerek sen demokrasiyi kuramazsın. 12 Eylül’ün de memleketimizi getirdiği nokta ortada. 12 Eylül öncesinde kardeş kardeşi öldürüyordu . E, öyleyse sıkı yönetim ilan edildi, niye önlemiyorsun? Dolayısıyla bunlar hiç inandırıcı değil, 28 Şubat’ta halkın değerlerini hiçe saydılar. Laikçilerle dindarları birbirine düşman ettirdiler. Başörtülülerle baş örtmeyenler arasına nifak soktular. Başörtülü insanlar üniversitelere giremiyor şimdi. Onları küçük gördüler ve hakarete varan sözler sarfettiler ve bu hala devam ediyor. Başbakanın karısını bile küçümsemeler, kendilerini bir şey zannetmeler vs. Ben bunlara tahammül bile edemiyorum . O bakımdan tavrımın 27 Mayıs’la hiç alakası yok.

Fikri Akyüz: Bir de Merve Kavakçı olayı var. Şu görüntü geçenlerde televizyonda dikkatimi çekti. Merve Kavakçı ile Meclis salonuna tam girerken, -alkışlaması yanlıştır demiyorum tabii ki- salonda örneğin Osman Pepe de alkışlıyordu. Madem Merve Kavakçı’ya destek olmak, milletvekilliğinden düşürülme gerekçelerinden biri. Atanması yanlıştır demiyorum, ama bakan olduğu için özel olarak örnek verdiğim Osman Pepe, niye bugün bakan olarak atandı? O sakıncalı değilse, siz niye sakıncalı sayıldınız? Bu durumun tahlilini sizden almak isterim.


Sadece o değil ki. Abdullatif Şener var. Abdullatif Şener ertesi gün basın toplantısı yaptı ve bu hareketi savundu .Ben zaten bunun için aday oldum.Refah Partisi kapatılınca çok sinirlendim. Her ne kadar Anayasa Mahkemesi kapatsa bile bu kararı şahsen tasvip etmedim ve benimsemedim .Partilerin halk tarafından kapatılmasını tasvip ederim ben. Aynı kökten gelmemekle birlikte sırf tepkimi ortaya koymak için Fazilet Partisi'nden aday oldum. İyi ki olmuşum; iki sene boyunca iyi de hizmet ettiğimi düşünüyorum. Hiçbir lafımı esirgemedim çok şükür. Merve Kavakçı’yı da haklı buluyorum. Parlamentoya kadar girmiş. Sen onu o kılıkta sokmuşsun. Listelerde yer almış, buna Yüksek Seçim Kurulu itiraz etmemiş. Şimdi Kavakçı Amerika’da .Biliyorsunuz Kavakçı’nın AİHM’deki davası da devam ediyor.

Fikri Akyüz: Merve Kavakçı’nın, başörtüsü yasağına karşı verdiğiniz mücadeleden dolayı size olan bağlılığında daha sonraları bir kırılma noktası oldu mu?

TÜRBANLILAR BENİ SEVER


Hayır, beni belli aralıklarla arıyor. Sadece o değil ki. Bütün başörtülü kızlar ve bütün muhafazakar camia beni çok seviyor ve çok destekliyor. Beni sevmelerinin ana sebepleri benim Merve’ye sahip çıkmam. Merve Kavakçı’yı yemin etmek üzere çağırdılar. Biz o dönem ikimiz de İstanbul milletvekiliyiz. Merve dayısının odasındaydı . Benim de mecliste ilk günüm ve çok tecrübesizim. Merve bana, “Nazlı abla seninle birlikte girelim salona, bunlar bana galiba yemin ettirmeyecekler” dedi. Merve bu duruma kendi partisini de kattı. Ben “Fazileti falan sen merak etme, nasıl yemin ettirmezler ?” dedim. Ve devamla dedim ki, “ Beraber gireriz, sen çıkarsın kürsüye yeminini edersin. Sana ne derlerse desinler. Sen yemini hiç kimseye aldırmadan et” dedim.Böyle bir anormal tepkinin Ecevit’ten geleceğini ve bu yeminin, Ecevit’i “bu kadına haddini bildirin” diyecek ölçüde sinirlendireceğini hiç tahmin edemedim.

“Neden ben?” diye tabii ki kendi kendime düşündüm. Ben Anayasa Mahkemesi kararını eleştiriyorum, hiçbiri cevap veremiyor. Burada çok mantıksız bir şey var. Fazilet Partisi’nin genel başkanı dahi siyasi yasaklı olmuyor. Ben Başkanlık Divanı’nda bile değilim ki. Merve Kavakçı veya bir başörtülü aday mutlaka olsun diye kararı veren de ben değilim. Ben ne yapmışım. İçeri tek başına girmemişim ki. O zaman göze girmek için bazıları bunu yapıyorlardı. Ben Merve benden bunu talep ettiği için yaptım. Merve benden telefon edip talep etmese benim aklıma gelmezdi ki. “İlla Merve gel seninle beraber girelim” gibi bir düşüncem yoktu.

Fikri Akyüz: Bu arada sizinle birlikte Bekir Sobacı’nın milletvekilliği de düşürüldü. Onun gücü de sizinki kadar var mıydı? Güç noktasında aynı değilseniz, “neden o?”!


Bekir Sobacı, 28 Şubat için bir laf söyledi ve büyük bir tartışma çıktı. Düşünün iddianamede veya kararda bu gerekçeyi koyamıyorlar çünkü alakası yok Gerekçeyi şöyle söylediler kızlar başörtüsünü protesto etmek için geldiler buda milletvekili olarak onlarla görüştü ve karşıladı. Oysa onunla birlikte her partiden milletvekili de türbanlı gençlerle görüştü. Dolayısıyla, gerekçe son derece sakat, tamamen uydurulmuş bir gerekçe. Şunu düşündüler.. Fazilet Partisi bölünürse bundan iki parti çıkarsa iki partide zayıflar yönünde. Bunun için “biz iki partinin liderine yasak getirmeyelim; partiyi kapatalım; yenilikçi kanat dediğimiz kanatın mensupları yasaksız kalsın sadece Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir lideri diskalifiye edelim” diye düşündüler. Erbakan ve Erbakan’ın himayesi altında Recai Kutan olsun, böylece parti ikiye bölünsün diye düşündüler. Parti kapatılacak ama kimin yüzünden kapatılacak? Bakın burada hazır biri var; Nazlı Ilıcak var, Bekir Sobacı var. Nasıl olsa bu kişilerin bir siyasi tabanı yok diye düşünüyorlar. O manada partide bir siyasi geçmişimiz, bir siyasi vasfımız yok. O zaman da kapatma gerekçesini öne koydular. Böyle bir plan vardı ve asker benim kesin olarak yasaklanmamı istiyordu. Çünkü liberal demokrasi ilkelerini, başörtüsü özgürlüğünü savunuyorum. Gündem dışı konuşma alıp bunları sürekli gündeme getiriyorum. Medya patronlarıyla çok büyük mücadelemiz oldu; yolsuzluklar konusunda büyük mücadelemiz oldu; yani benim tasfiye olmamı istediler; çünkü ben güç katıyorum diye düşündüler. Cesaret veriyorum, daha doğrusu birtakım cesaret edilemeyen konuları gündeme getiriyorum. Daha önce hiç olmadı. Ben bir genelkurmay başkanını dava ettim. Hakaret davası açtım. “Andıç” denilen uygulamayı ben ortaya çıkardım. İsim vermeden benim hakkımda çok ağır konuşmalar yaptılar; “karanlık düşünceliler” dedikleri için ben dava ettim. Daha sonra geri adım attıkları için davamı geri çektim.

Fikri Akyüz: 12 Eylül’de yasaklı olması nedeniyle, siyasi haklarının kalkması için demokratik mücadele verdiğiniz Süleyman Demirel, bu kez 28 Şubat sürecinde sizin milletvekilliğiniz düşürülünce sizi aradı mı?


DEMİREL'LE ARAM İYİ

Süleyman Demirel’le bizim ilişkilerimiz 28 Şubat’ta iyi değildi. Süleyman Demirel beni o zaman aramadı. Ama ben 12 Eylül’de hem demokrasi açısından kendisini destekledim hem de o dönemde fikirlerimiz birbirine yakındı. Şu anda da severim, saygı duyduğum birisidir, derin dostluğumuz var. Süleyman Bey’le o kadar yakın olmamıza rağmen Cumhurbaşkanı iken onunla ilişkileri kestim; çünkü cumhurbaşkanı olunca 28 Şubat sürecine destek verdi.

Fikri Akyüz: Değişen o mu oldu, siz mi?


Benim, demokrasiye bağlılığım noktasında hiçbir farklı düşüncem oluşmadı. O çok tecrübeli devlet adamı. Belki de 28 Şubat için şunu düşünebilir: “Bir darbe geliyordu ben de o darbeyi önledim”.

Mehmet Şimşek: Gerek 12 Eylül’de gerekse 28 Şubat’ta aldığınız siyasal pozisyonlarla adınızdan sıkça bahsettirdiniz. Fakat 1 Mart tezkeresinde aldığınız tavır, savaş istemeyen demokratik çevrelerde hayal kırıklığı yarattı. Nazlı Ilıcak çizgisinde bir kırılma sayılabilir mi bu? Veya şöyle söyleyeyim. Bugünkü Irak fotoğrafına baktığınızda o günkü düşüncelerinizi gözden geçirme gereği hissediyor musunuz?


Bu o kadar zor bir karar ki. İlk baştan Amerika ile birlikte hareket edersek Türkiye’nin daha lehine olur diye düşündüm. Yoksa hiçbir zaman Amerika’yı tasvip etmedim. “Amerika haklı, oraya demokrasi getiriyor, Irak Türkiye için tehlikeli” diye hiçbir zaman düşünmedim. Ben dedim ki, acaba Türkiye’nin menfaati burada nedir? Tabii çok şeyler yazıldı. Konuyla ilgili bilgi sahibi olanlar Türkiye Amerika ile işbirliği yaparsa Kuzey Irak’ta Türkiye de masada olacak meselesi ortaya konuldu. Tayyip Bey de buna inanmıştı. Yalnız o dönemde halka “savaşa evet mi hayır mı?” şeklinde sunuldu. Hepimiz “savaşa hayır” deriz, ama Amerika ile işbirliği yapmak Türkiye’nin menfaatine miydi o noktada soru işaretleri hala devam ediyor. Önce kendi ülkemizi düşünmemiz gerekiyor biz girsek de girmesek de orada insanlar ölüyor .Bunun kararını biz vermiyoruz. Orada ABD’li askerler de ölüyor. Türkiye girseydi ne olurdu bunu da bilmiyoruz; belki daha az insan ölürdü. Bunları bilemiyoruz. Türkiye daha mı güçlü bir konumda olurdu veya daha mı kötü durumda olurdu; terör eylemleriyle mi yüz yüze kalırdı? Bu günkü fotoğrafta iyi bir durum yok. Türkiye girmedi ama yine ölüm oluyor orada. Yine Türkmenler söz sahibi değil; kafamıza çuval geçiriliyor. Hatta, PKK orada varlığını hala sürdürebiliyor. PKK, Kandil dağında bir güç olarak barınıyor. Acaba girseydik bizim ordumuz orada bulunsaydı daha mı iyi olurdu? Nitekim Türkiye daha sonra girme noktasına geldi ve Felluce’ye asker gönderme noktasına geldi. Bu karar Parlamento’dan Genel Kurmay’ın desteğiyle geçti. Bu daha tehlikeliydi. Asker halka karşı gönderilecekti. Bizim askerimiz, 1 Mart döneminde Kuzey Irak’tan aşağı inmeyecekti, Kuzey Irak a yerleşecekti. Bugünkü tabloya bakarak “ben yanılmışım “ demek o kadar kolay değil.

Mehmet Şimşek: Ben ilkesel olarak sormuştum.


Haklısınız ama bilemiyorsunuz ki!. Ben önce vatanımı düşünüyorum. Arap ülkeleri bile Amerikanın peşinde koşturuyorlar maşallah ilkesel olarak! Türk ve Müslüman olarak tabi ki üzülüyorsunuz. Ama siz o katliamın içinde olmayacaksınız. O işgali yapmayacaksınız. Yani sonuçta bu çok zor bir şey. Ben haklıdır, haksızdır demekten çok bu işin olumlu ve olumsuz taraflarıyla bütünlüklü olarak düşünmekten yanayım.

Fikri Akyüz: 80’li yıllarda Özal gibi kudretli bir hükümetin başkanı ile ciddi polemikler yaşadınız. Bu sert muhalafet sebebiyle, sizin gazeteniz Tercüman’a ambargo konuldu. Bugün “Keşke o yıllarda daha şiddetli muhalefet yapmasaydım da Tercüman çok daha kuvvetli bir şekilde devam etseydi” diye düşündünüz mü? Veya, Turgut Özal’a haksızlık yaptığınızı düşünüyor musunuz?


O günkü şartlarda tabii olarak, bir demokrasi mücadelesi olarak algılamıştım. Çünkü Süleyman Demirel yasaklıydı. Biz o mücadeleyi sadece Özal’ a karşı bir tavır olarak almamıştık. Özal bana Süleyman Demirel i destekliyorum diye kızıyordu ve öfkeliydi; onu biraz o şekilde mütalaa etmek lazım. Tabii, Demirel’i de çok destekliyordum. Adalet Partisi’nden gelen bir yakınlığımız da vardı. Bu yasakların kaldırıldığı gün mavi beyaz oylaması olmuştu. Biz evet anlamına gelen mavi oyu kullandık. Bir mavi gece düzenledik. Deniz Baykal’ı çağırdık, Süleyman Demirel de geldi. Özal buna çok kızdı. Özal bizim mücadelemizi inadına gidiyormuşuz gibi algıladı. Özal Ailesi’yle özellikle Efe’yle Mehmet Ali yakın arkadaştı. Bizim Özallar’la yakınlığımız vardı. Özal benim beraberliğimi kazanmak için bayağı uğraştı.Onu esas sinirlendiren benim Doğru Yol Partisi’ni desteklememdi.

Fikri Akyüz: Sizinle ilgili olarak getirilen en sert eleştiri, her dönemde hükümetlerle içli dışlı oluşunuza dairdir. 12 Eylül’de Kenan Evren’e, akabinde Özal’a, 28 Şubat sürecinde ordunun üst düzey komutanlarına, Demirel’e, Mesut Yılmaz’a hep sert muhalefet etmenize rağmen, sizinle ilgili getirilen bu eleştirinin dayandığı argüman ne olabilir? Size yönelik bu iddiaların yüksek sesle yapılmasına zemin hazırlayan psikoloji nedir?

Benim öyle olmadığımı bilen bilir. Zaten o kadar kolay değil hep iktidara yamanarak durmak. Hep fırıldak gibi dönenlerin o kadar ayakta ve itibarlı olmadığı biliniyor. Ben mesela Tansu Çiller’e de karşıydım.Ama şunu da söyleyeyim. Özal ile aramızdaki çekişme sırasında, o manada karşılıklı haksızlıklar yapmış olabiliriz. Özal’ın ailesi bana ve gazeteme o dönemde çok büyük bir sekte vurdu .Ve Özal 1987 den sonra biraz yönünü de şaşırdı .1989’da aldığı oy oranına bakın %19 a kadar düştü. Eski itibarını kaybetti ve çok büyük yanlışlıklar yaptı. Bir kere devlet ciddiyeti sarsıldı. Özal, basınla çok fazla içli dışlı oldu. Yozlaşmanın önünü açtı. Ama bunların yanında Türkiye’nin önünü açması, ihracattaki sıçrama, turizmdeki gelişme, yabancı ülkelerle ilişkiler vesaire gibi konularda çok güzel işler yaptı. Özal sevimli bir insandı. O tarafları da vardı. Onları da görmek lazım. Neticede Özal’ın gelmesi Türkiye’ye faydalar da sağlamıştır.

Fikri Akyüz: Sizin Türkçe’ye karşı olan hassasiyetinizi biliyoruz. Siz “öztürkçe” ye mi karşısınız, yoksa “her kelime öztürkçe olsun” diyenlere mi? Örneğin, siz “aykırı” mı dersiniz, yoksa “mugayir” mi? Ya da “refah” mı dersiniz, “gönenç” mi? Gerçi, 6 sene önce, “refah” dediniz, ama laikliğe “mugayir” düşünceler sebebiyle yasaklandınız!.


“Mugayir” yerine “aykırı”; “gönenç” yerine “refah” derim. Ama, mugayir de bilinen bir kelime. Ben şunu düşünüyorum; kelime düşmanlığı yapılmaması lazım . Bizim karşı çıktığımız şuydu.. O 1970’li dönemde Türk Dil Kurum vardı. Sürekli dayatıyordu. “Hatırlamak” demeyeceksin, “anımsamak” diyeceksin diyordu. Kelime düşmanlığı yapıyordu. Ben bu üsluba karşıyım; yoksa bir yazar olarak istediğini kullan o senin okurunla aranda olan bir şey. Türkçemiz’i o kadar fakirleştirdiler ki, ben bu duruma medyada haber yazan ve haber denetleyen bir insan olarak çok üzülüyorum. Dilde milliyetçilik çok yanlış. Biz o zaman da bunun üzerinde çok durduk. Dildeki milliyetçiliği, milliyetçiler değil hep solcular yaptı. Bizim Türk cumhuriyetleri ile bağlarımızı kopartmak istiyorlardı. O dönemlerde biz bu tezi çok işledik. Daha henüz Azerbaycan’la kapılar açılmamıştı. Azerbaycan’da Osmanlıca Türkçesi konuşulduğundan bizdekilerin haberi yoktu. Bir baktılar ki, Azeriler “istiklal” diyor; “muvaffakiyet” diyor, vesaire… O zaman bu bağı koparmak istiyorlardı ama çok şükür 12 Eylül’ün bir faydası olduysa, bu konuda oldu!.

Fikri Akyüz: Siz, Notr Dame de Sion lisesi mezunusunuz. Bu okul bir Fransız okulu olduğu için, Fransız Ekolü’ne dayalı bir eğitim sistemi veriyor. Siz ise düşünceleriniz itibariyle, Fransız Ekolü’ne değil, daha çok Anglo-Sakson ekolünün demokrasi anlayışına sahipsiniz. Şayet bu liseden değil de bir İngiliz lisesinden mezun olsaydınız, düşünceleriniz tam tersi mi olurdu?


Doğru, özellikle demokrasi anlayışının tezahürü noktasında Fransız Ekolü’ne çok uzağım. Ama, bu okuldan mezun olduğum için pişman değilim. Özellikle, bana “disiplin” denilen kavramı öğretti. Ben küçükken çok utangaç bir insandım. Bu okulun verdiği disiplinli çalışma metodu sebebiyle kendimi geliştirdim.