Hüseyin Çelik'ten Nermin Erbakan'a..
Önce, bir fıkra ile yazıya girelim..
Adamın biri “Kurban” mevzuunu anlatıyormuş:
"Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş, 'Yarabbi bana bir
kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim' demiş. Dua tutmuş, Davut,
kızının adını Ayşe koymuş, gel zaman git zaman, çocuğun kurban
edileceği zaman gelmiş, Hazreti Davut kızı yatırmış, tam boğazını
kesip kurban edecekken, Azrail, gökten bir keçiyle çıkagelmiş,
‘kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş"!.
Dinleyenlerden biri dayanamamış:
"Yahu bunun neresini düzelteyim; Hz.Davut değil Hz. İbrahim; kız
değil erkek; Ayşe değil İsmail; gökten inen melek, Azrail değil
Cebrail; getirdiği keçi değil, koç"!.
Evet, beyinsiz bir akıl ile duygusuz bir vicdan, yoğurtsuz cacığa
benzer; suyun içine sadece salatalık katmış olmanız, ortaya çıkan
“şey”in cacık olduğunu göstermez..
Bazı laikçi kesimlerin “Bu şeriatçılar Gelibolu, Conkbayırı’nı
ziyaret ederek, Çanakkale’yi Anıtkabir yerine ikame ediyor” cümlesi
ile bazı muhafazakar isimlerin “Necef, Çanakkale’den daha
faziletlidir” şeklindeki "kıyas sakatlığı"nı içeren sözleri
arasında nitelik itibariyle bir fark bulunmaması bu
minvaldendir..
Kendisine “2.Cumhuriyetçilerin korkulu rüyası” diye güya paye
verilen bir "kötü şair"in yaptığı gibi, bazılarının sürekli olarak
“korkutucu” tavırlar sergileyip zihinlerini zorlaması ve
kendilerini bir rüya aleminde görüp gerçek dünyadan uzaklaşması
kaçınılmaz hale geliyor.
Oysa bilinir ki "rüya" başka bir şeydir, "hayal alemi" ise başka
bir şeydir..
Kabus ise "bambaşka" bir şeydir!
Birikimli, cesaretli, konusuna hakim ve tam bir entelektüel insan
olan bir Milli Eğitim Bakanı “bir şey” yapmaya çalışıyor, ama bazı
“kabus senaristleri ve rejisörleri”, bazı “figüran”ları da yanına
alarak, “Hayır bu bir şey yapmıyor, çok şey yapmak için bir şey
yapıyor” gibi niyetlerden vazife çıkarmaya çalışıyor..
“Bir şey” hakkında bir şeyler yazmaya çalışırken “hiçbir şey”
yazmamak da demek ki bu oluyor!.
Yazının başına dönersek; evet Türkiye’de bazı insanların kalbinde
mühür, gözlerinde perde, vicdanında kir varsa, ne yapsanız fayda
sağlamıyor; mührü sökecek, perdeyi kaldıracak, kiri çözecek
olanların ise ellerine kelepçe, dillerine kilit, ayaklarına pranga
vuruluyor..
Bu ülke öyle bir ülke ki, bazılarının aslında hiç beğenmediği
İran’la müthiş benzerlikler taşıyor..
Bir tarafta “dindarları kurtarmak” için “devrim” yapan İran
aydınları; diğer tarafta “dindarlardan kurtulmak” için “ihtilal”
yapmaya çalışan Türkiye aydını..
Şu da bir gerçek ki, muhafazakar kesimden bazıları felsefeye,
muhafazakar olmayan kesimden bazıları ise dine soğuk baktı..
Dindarlara “yobaz”, felsefecilere “sıyrık” denildi..
Çünkü, ortada “mantık” yoktu..
Bir de işin “psikolojik” tarafı var tabii..
Karikatürlerde “din adamı” portresi çizilirken, eli tespihli,
ağzından salyalar çıkan, şalvarlı, uzun kırçıl sakallı, yeşil
takkeli, gözleri yuvasından çıkacakmış gibi dura bir adam
“portresi” çizildi ve çiziliyor..
Bunun gibi, “felsefeciler” in portresi çizilirken, saçı at
kuyruklu, yağlı saçlı, çenesi kıllı yanakları kılsız, ağzında pipo,
yuvarlak gözlüklü, çantası sırtında, Cum kısmı görünecek şekilde
Cumhuriyet gazetesi elinde olan bir “figür” çizildi ve
çiziliyor..
“Karikatürize” edilmiş tipleme bu olunca, insanların din adamına ve
felsefe ile iştigal edenlere olan bakış açısı değişti ve devreye
“psikoloji” girdi; ben dindar veya felsefeye önem atfeden biri
olarak görünmeyeyim, yoksa beni de ‘çizerler’ gibi bir içgüdüsel
yaklaşım bilinçaltına yerleşti..
Türkiye’de on yıllardır dinde reform, adalette reform, sağlıkta
reform deyip, sürekli “üni-formal” yaklaşımlarda bulunarak,
“re-form” sözcüğünü dahi “de-forme” etmekten hicap duymadık..
Dandanakan Savaşı’nı “mecburen” okutup, Bedir Savaşı’nı öğrencinin
“seçimine” bırakmak; ya “bilgi” nin ne olduğundan haberdar olmamak
ya da aşağılık kompleksinden nasipdar olmak değil midir?
Üniversitenin varlık nedeni, bir öğrenciye “mesleki” formasyon
kazandırmak değil midir?
Hukuk fakültesinde “nöroşirurji”; tıp fakültesinde “Roma hukuku”
okutulmamasının gayesi, işte bu mesleki formasyon gerekliliğinden
kaynaklanmıyor mu?
Hep merak etmişimdir; “ideolojik körlük” denilen hastalık, acaba
tıp fakültesinde mi yoksa siyasal bilgiler fakültesinde mi
öğretiliyor?
Ve hala fark edilmiyor ki, dünya, artık eski dünya değil..
Malum; bir zamanlar “Komünistler Moskava’ya..” demek suretiyle
milleti “gaza getiriyorduk”..
Şimdi, aynı Moskova’dan “gaz getirmeye” çalışıyoruz!.
“Doğal”dır!.
(O, bazı bakan eşlerinin yaptığı gibi, medyanın önünde eşine eliyle
pasta yedirmedi; eşinin arkasından sarılıp "resmen"(!) “Seni
seviyorum sayın Başbakanım” demedi.. Medyada çok kere yer aldı ama
medyatik biri olmadı, olmak için çırpınmadı.. Çünkü, o bir
hanımefendi idi.. Aldığı "eğitim" demek ki böyle idi.. Adı, Nermin
Erbakan’dı.. Allah rahmet eylesin..)