Sabah Spor Müdürü Altan Tanrıkulu, Hıncal Uluç ile yaşadığı polemiği ve mesleği hakkında bilinmeyenleri Esquire Dergisi'ne anlattı.
Abone olEsquire Dergisi’ndeki röportaj: İşinde Fanatik Mesleğinin en genç ve yetenekli isimlerinden. Koyu bir Fenerbahçe taraftarı ama o sadece sporun fanatiği. Tam anlamı ile işine tutkun, her anlamda sporun içinde. İlk kitap çalışması “Fenerbahçe Tarihi” Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı. Gelişim Spor, Spor ve Spor, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl’de görev aldınız. Şu an Fotomaç Gazetesi Yönetmenliği ile Sabah Gazetesi Spor Müdürlüğü görevini birlikte yürütüyorsunuz. Sizin için mesleğinin en genç ve en yeteneklisi diyorlar. - Bir kere Sabah Grubu daha çok gençlere inanıp onlara fırsat veren bir grup, aşırı tutucu değil. Benden önceki spor müdürü de benden üç yaş küçüktü. Bu bir avantaj tabii ki. Benim bir diğer şansım da işe, 13-14 yıl önce Hıncal (Uluç) Abi’nin Yayın Yönetmenliği yaptığı Gelişim Spor’da stajer olarak başlamamdı. Henüz Boğaziçi Üniversitesi’nde bilgisayar bölümü öğrencisiydim. Ama gazetecilik ağır bastı, öğrenciyken cebime de para girmeye başlamıştı gittikçe okuldan uzaklaşmaya başladım. Zaten spor o dönemde de çok ilgi duyduğum, bildiğim bir alandı. İnsanların kahvelerde arkadaş toplantılarında yaptıkları şeyleri ben televizyonda, gazetede yaparak hayatımı kazanıyordum. Çok başarılı olmam konusuna gelince bunu ancak kamuoyu taktir edebilir. Belki başarılı olmamda Türkiye’yi çok dikkatli konuşmaya ve yazmaya çalışmanın etkisi de olabilir. Hayatınızda sadece spor mu var? - Çok mutlu bir evliliğim, çok sevdiğim bir eşim var. eşim fanatik Galatasaray taraftarı. Doğal olarak evde spor konuları çok geçiyor. Okumayı seven birisiyle evliyim bende okumayı çok seviyorum. İkimiz de bilgisayara ilgi duyuyoruz. Sinema ve kitaplar ile yakından ilgiliyim. Tabii bazı şeylere çok zaman kalmıyor. İşten geç çıksam bile, Cuma akşamı saat 12’de olsa sinemaya gidiyoruz. İsterseniz uykudan çalarak bazı şeyleri yapabiliyorsunuz. Zamanı iyi kullanmak çok önemli. İşimi çok seviyorum ve bu yoğunluğun işimin bir parçası olduğunu biliyorum. Her meslekte yöneticilerin sorunu zaten zamandır. Zamanı iyi kullanmayan işini sürdüremez. Koyu bir Fenerbahçe taraftarı olarak biliniyorsunuz. Objektif kalamadığınız anlar oluyor mu? -Futbolu seven, ilgilenen, içinde olan herkes mutlaka bir takım tutar. Federasyon başkanı, yöneticiler, futbolcular da buna dahildir. Ama Federasyon Başkanı, hakemler, gazeteciler, taraftarlıklarını hissettirdikleri anda tıkanıp kalır. Evet, ben Fenerbahçe’yi seviyorum ama Galatasaray takımını da seviyorum. Fenerbahçe’nin büyüklüğünün Galatasaray ve Beşiktaş’tan kaynaklandığını biliyorum. Rekabete dayalı bir ortam yaratılmasının üç kulüp için de faydalı olduğunu düşünüyorum. Futbol ile ilgili konularda sadece kendi adıma konuşurum. Başkaların ne düşündüğünü bilemem. Herkesin düşünce tarzı farklı olabilir. Herkes adına konuşamam ama ben kendi adıma kendimi tarafsız hissediyorum. Hem televizyon programlarında hem de gazetede tarafsız olduğuma inanıyorum. Hangi takımı tuttuğumu bilmeyenler olduğunda ben tuttuğum takımı açıkça söylüyorum. Bunu gizlemenin bir anlamı yok. Mesela Haluk Ulusoy’da Galatasaray taraftarı. Bunun bir problem oluşturduğunu düşünmüyorum. Bir kulübe başkanlık yapmış birisi ileride federasyon başkanı olabiliyor. Futbolcular da takım tutar ama bir bakarsınız başka bir kulübe transfer olmuş, orda oynuyor. Ben de işimi tarafsız, iyi ve doğru yapmaya çalışıyorum. Ben doğru bildiğimi söyleme konusunda acımasızımdır. “Kim ne der?” diye düşünmem, doğru bildiğimi söylemeyip, yapmazsam zamanla işimden utandığımı düşünmeye başlarım. Lig TV’nin “Derin Futbol” programında Hıncal Uluç’la aranızdaki Galatasaray-Fenerbahçe rekabetinin zaman zaman bir tür münakaşaya dönüştüğü gözleniyor. - Belki ilk anda Altan Fenerbahçeli, Hıncal Galatasaraylı diye düşünülebilir ama program dikkat ile izlendiğinde ya da takip edildiğinde görülür ki, Altan’la Hıncal bir çok konuda karşı karşıya gelebiliyor. Zaten Hıncal abi ile her zaman aynı fikirde olmak çok mümkün değil. Türkiye’de bir çok kişinin düşünmediğini düşünen bir insan Hıncal Uluç. Şunu özellikle söylemeliyim, program bana önerildiğinde içinde Hıncal Abi olduğu için teklifi şartsız biçimde kabul ettim. Çünkü benim için Hıncal Abi ile program yapmak tek başına bir sebep oluşturuyordu. Bunun önemli bir challenge (meydan okuma) olduğunu düşünüyorum. Onun fikirlerinin karşısında çok fazla durmak mümkün değildir. Herkese fikirlerini kabul ettirir. Ama ben de kendime güvenen bir insanım ve bilgime güvenirim. Kamuoyu önünde imajıma güvenirim. O yüzden Hıncal Abi’nin karşısına geçtim. Pişman da değilim. Hoşuma gidiyor. Hıncal Uluç’a “usta” size “çırak” diyorlar? Böyle bir usta-çırak ilişkisi gerçekten var mı? - Birebir aynı alırsanız, herhangi gazetede ya da başka bir ortamda yüzde yüz birlikte çalıştığımızı söyleyemem. Ama benim için Hıncal Abi’nin çırağı ya da öğrencisi deniyorsa gurur duyarım. Türkiye’de bir tane Hıncal Uluç var diye düşünüyorum ve Hıncal Uluç’un öğrencisi olmak bana keyif verir. Ne olacak bu Fener’in hali? Oğuz Çetin’in göreve getirilmesi doğru bir karar mı? - Eşimle seyahatten dönerken, Adapazarı’nda geçiyorduk, patates alalım dedik. Oradaki patates satıcısı “Abi ne olacak bu Fener’in hali?” diye sordu. Ben “eyvah!”dedim. buradaki adam bile bunu soruyor. İnsanların Fenerbahçe’nin haliyle ilgili sorular sormaya devam etmesi, Türkiye’nin hali ile orantılı bence. Fenerbahçe, Türkiye’nin küçültülmüş hali. Sistemsiz bir grup. İktidarı ele geçirmek için korkunç oyunlar yapılıyor. Demokratik bir ortam olduğunu düşünmüyorum. Aslında Fenerbahçe’de büyük bir rant mevcut. Potansiyel doğru kullanılsa Avrupa’da çok iyi yerlere gelinebilir, aynı Türkiye gibi. Bu yıl Fenerbahçe büyük bir hamle yapıp, Oğuz Çetin’i göreve getirdi. ben “artık yapmazlar” diyordum. Çok doğru ama geç kalmış bir karardı. Sonuna kadar Oğuz’a güveniyorum ve inanıyorum. Yaptığı ilk hareketleri de olumlu buluyorum. Ama sürpriz bir gelişme olursa ne olur bilemem. Fatih Terim’e yaptıklarımız ortada yani. Türkiye için de Fenerbahçe için de iyimserim. Yavaş yavaş düzeleceğine inanıyorum. Ben de etkili yerlerde bulunan insanlardan biriyim. Fenerbahçe’nin, Beşiktaş’ın, Galatasaray’ın doğru kişilerle doğru adımlar atması için ben de konumumdan ötürü çaba harcayan birisiyim. Futbol dışında hangi sporla ilgileniyorsunuz? Neden Türkiye’de diğer spor dalları popüler olamıyor? - Hemen her spora ilgi duyarım. Birçok spor dalında da iyiyim. Göreve geldiğimden itibaren değişik spor dallarına çokça yer vermeye çalıştım. Yeniyüzyıl’daki ruhu devam ettiriyorum. Baktığınızda gazetelerde spor sayfalarının büyük oranı futbola ayrılıyor. Tirajı yüksek tutmanın bir yolu bu. Sonuçta, ticari açıdan doğru bir hareket. Türkiye’nin yapısı böyle. Futbol dışında diğer spor dallarına o kadar ilgi yok. Özellikle Ankara’nın doğusu tamamen futbolla ilgileniyor. Bu gerçeği kabul etmemiz lazım ama diğer spor dallarını da geliştirmemiz lazım. Bu yüzden gazetede ilgi çekeceğini düşündüğümüz bilgilere ve haberlere yer veriyoruz. Fakat bugünkü ekonomik şartlarda gazetenin içinde spora ayrılan yer kısıtlı. İnanıyorum ki bir gün en büyük amacımı gerçekleştireceğim. Bu ülkede “L’equipe” gazetesinin birebir aynısını çıkartacağım. “Türk sporuna yön veren insanlardan biriyim” sözünü söylediniz. Neyi kastettiniz? - Medya bugün dünyada dördüncü büyük güç olarak biliniyor. Ben de Türkiye’nin en etkili spor sayfalarını yapan Sabah Grubu’nda ve Fotomaç gibi bir gazetenin başındayım. Spor medyasına yön veriyorsunuz ve bu, spor kamuoyuna yön veriyorsunuz demektir. Önemli bir haber yaparken, doğru tespitler yapmak zorundasınız. Bu biçimde kamuoyuna doğru yön verebilirsiniz, yanlış tespitler ise tersine yol açar. Yani doğru ve yanlış bilgilendirme meselesi önemli. Spora yön vermek derken sadece şahsımın değil, ciddi gazete ve televizyonların başında bulunan kişilerin, örneğin Hıncal Uluç ve Erman Toroğlu’nun da spora yön veren kişiler olduğunu düşünüyorum. Ha, kim ne kadar doğru yön veriyor bu herkesin kendisine kalmış bir şey. Futbol insanların o kadar yaşamına girmiş bir şey ki... İnsanlar magazin haberlerine daha meraklı... - Okumayı çok severim. Okumayı sevdiğim isimlerden biri de Aziz Nesin’dir. Onun bir konuşmasını dinlemiştim. Çok haklıymış Türkiye’nin yüzde doksanı aptal demişti. Biraz yanılmış bence daha büyük bir oranı aptal! Neden? Biz hafızası zayıf bir toplumuz. Her alanda her şeyi çok çabuk unutuyoruz. Sadece spor değil her konuda böyleyiz. Çok çabuk ateşlenebiliyoruz. Medyanın gücü Türkiye’de diğer ülkelere oranla daha fazla. Dünyada medya bazı şeyleri bu biçimde yapamaz. Karşısındaki okuyucu daha bilinçli. Biz hemen tetikleniyoruz, hemen sönüyoruz. İşte örnek; medya imparatoru Cem Uzan, üç aylık bir çalışma sonucu yüzde 7.3 oranında oy aldı. Bu durum bir örnek. Bunu eleştirmek için söylemiyorum. Ama üç ayda çıkıp bunu yapmak Türkiye’nin dışında hiçbir yerde nasip olmaz. Yabancı antrenör ve oyuncu transferleri neden bu kadar çok. Artık iyi futbolcu çıkartamıyor muyuz? - 1993 yılında Bosman kuralları ile Avrupa Birliği’ne bağlı herkes istediği her takımda giyebilme hakkına sahip oldu. Diyelim ki bir İngiliz takımı ile karşılaşıyorsunuz. 17 tane yabancısı var. siz de onlarla mücadele edebilmek için ister istemez yabancı sayısını artırıyorsunuz. Aslında Türkiye’de yabancı sayısı çok fazla değil ama şu durumda çok sayıda yabancı da gerekli değil. Türkler futbolda çok başarılı. Futbol konusunda çok geliştik. Bunda temel faktör Galatasaray’ın başarılarıdır. Bize yakın ülkelerden alınan oyuncular daha başarılı oluyor. Çok farklı kültürden gelenler uyum sorunu yaşıyor. Werner Lorant “Futbol yorumu yapanlar futbolu bilmiyor” demişti. Sizin için de “O genç gazeteci benden özür dilesin” diye bir demeç verdi. - Lorant yorumcular için yaptığı demecinde haksız ama Lorant’a karşı benimde haksızlık yaptığım bir nokta oldu. Gençlerbirliği - Fenerbahçe maçından sonra, gece 02.00’de Lorant futbolcuları Samandra tesislerinde antrenmana almıştı. Basın mensupları bu antrenmanın fotoğraflarını çok uzaktan ve tel örgülerinin arkasından çekebildi. Ben de “Böyle idman mı olur? Nazi kampı mı burası? dedim. Aslında yaptığım hatanın hemen farkına vardım. Hata yaptığımı biliyorum, Almanlar’ın bu konudaki hassasiyetini göz ardı ettim. Düzeltmek için özürlerimi faks yolu ile hem Lorant’a hem de kulübe bildirdim. Lorant bunu faks ile değil televizyonda sözle ifade etmemi istedi. Ben de bir hafta sonra TV programında kendisinden bu biçimde özür diledim. Zaten yanlış olduğunu biliyordum. Böyle bir şey söylemeye hakkım yoktu. Hatta yaptım, ders aldım.