BIST 9.390
DOLAR 34,43
EURO 36,29
ALTIN 2.837,00
HABER /  GÜNCEL

Gülen, Zana'yı özür dilemeye çağırdı

Fethullah Gülen, Leyla Zana ve arkadaşlarının Avrupa gazetelerine verdikleri ilan ile ilgili olarak, onları özür dilemeye çağırdı. Peki Gülen, niçin özür dilemeye çağırdı.

Abone ol

Fethullah Gülen, Leyla Zana ve arkadaşlarının ilanıyla ilgili olarak, 'Kanaatimce, ilanda dile getirilen istekler saygısızca olmuştur' dedi. İki kat arasındaki koltuk Gülen'in kaldığı evin orta katında bir koltuk var. İlk etapta küçük bir odada yalnız başına duruyor izlenimini veriyor. Halbuki burası bir oda değil. İki kat arasında merdivenlerin önündeki boşluk. Aşağıya doğru inen 14 basamak sizi mutfak ve yemek salonuna götürüyor. Yukarıya doğru çıkan diğer 14 basamak ise oturma salonuna ve Gülen'in odasına götürüyor. Gülen, öğle yemeğinde arkadaşlarıyla birlikte olmak için, üst kattan başlayarak iki katı duraksamadan iniyor. Fakat yemekten sonra yukarı çıkarken, işte o koltuk işe yarıyor. Gülen, bir kat (14 merdiven) çıkıyor, koltukta 10 dakikaya yakın dinleniyor. Ardından bir kat daha çıkıyor. Sizin için geçmişte Turancı, Neo-Osmanlıcı, Milliyetçi, Devletçi denildi. Şimdi ABD yandaşı, CIA ajanı, Kardinal diyenler de oldu. Bu tür ifadeler sizi nasıl etkiliyor? Ben her zaman milletimin yanında oldum. Gönlümü dolduran şeyler belli olduğu gibi, duruşum da çok nettir. İnsan kendisinin farkında olsa da, o türlü sevimsiz yakıştırmalar onuruna dokunuyor tabii. Granit gibi, ya da küre-i arz gibi olunsa bile, üzerinde zıplanınca ihtizazlar (titreşimler) meydana gelir insanın. Sabretsem de, yâ Sabûr desem de insanım ben; bu tür sözler sarsmıyor diyemem. Fakat, hakkımda dillendirilen o zalimce mülahaza ve düşünceleri vasıta kılmak suretiyle, muslukların altına girmiş gibi arınabileceğime inanarak teselli oluyorum. Sonra Kuran'a bakıyorum; Âlemlerin Rabbi hakkında ileri geri sarf edilen cahilce sözleri hatırlattıktan sonra, "Onların dediği bu şeylerden ötürü arz ve sema sarsılıp parçalanır" diyor. Düşünmeye başlıyorum; Âlemin İftihar Tablosu'na 'O bir şairdir demişler; yetmemiş yok kâhindir demişler; o da yetmemiş İncil'in, Tevrat'ın kopyasını almış biridir' demişler. Bu asılsız çirkin sözler, çok aziz, çok onurlu yaratılmış o müstesna insanın ruhunda kim bilir nasıl yaralar açmıştır diyorum. Sonra kendime dönünce, 'Sen kim oluyorsun ki, hakkında söylenen asılsız sözleri çok görüyorsun' demekten başka bir şey kalmıyor. Ama işin doğrusu, o düşüncelerden sıyrılmak ve yeniden kendimi bulmak için bir hayli ameliyeye ihtiyaç hissediyorum. Çevrenizdeki insanları bu konularda teskin etmekte zorlandığınız oldu mu? Bana alaka duyanlar, bir dönemde talebelik yapmış, şimdi de o talebeliğin gereklerini yerine getiren arkadaşlar, uzaktan ve yakından tanıdığım dostlar, hizmet anlayışında benimle müttefik saydığım insanlardan oluşuyor. Bunlardan bazılarının isimlerini biliyorum, bazılarının da simalarını bir kere görmüşüm, ancak gördüğüm zaman hatırlıyorum. Bu arkadaşlar, eğer hizmet anlayışının çok makul, çok mantıkî olduğuna inanmamış olsalardı dağıtılmaları mümkün olabilirdi belki. Halbuki onlar, en fırtınalı dönemde bile benim tesellime ihtiyaç duymayacak şekilde, hiç sarsılmadan, yerlerinde sapasağlam durdular. Hatta içlerinden beni teselli edenler oldu. Hiç unutmam, o fırtınada kıymetli bir arkadaşımız geldi buraya, "Hocam, Bağdat Caddesi'nde yürüyordum, önümde iki genç kol kola gidiyorlardı. Yanlarından geçerken, kızcağızın erkeğe dert yandığını duydum: "Biliyor musun, o hoşgörüyle tanıdığımız hoca var ya, ona öyle yakışıksız, öyle münasebetsiz şeyler söylediler ki, sabaha kadar uyuyamadık..." diyordu. Arkadaşımız, "Hocam, bilesin ki, senin için Türk toplumu böyle düşünüyor" dedi. Hasılı, benim arkadaşlarım, yerlerinde çelik gibi duruyorlar. Bana yakışıksız isnatlarda bulunanların hiddet ve şiddetine gelince, onların bu durumu karşısında 'İçtihat ediyor ve içtihatlarında hata ediyorlar' demekle yetiniyorum. Yani... Diyorum ki, hakkımda şöyle böyle olumsuz mütalaa arz edenler, kamu efkarıyla oynayanlar, aleyhte bir efkar-ı amme (kamuoyu) oluşturanlar, bunların bütünü samimiyetsiz olamaz. Zannediyorum tavırlarımızı, yapılan şeyleri genel menatları (bir hükmün sebebini oluşturan gerekçe) nazar-ı itibara alarak yorumlasaydılar biz böyle bir kefeye konmazdık. Çünkü, o fırtınanın en şiddetli estiği dönemde bile, bizim tamamen dışımızda, başkaları tarafından yapılan anketler, halkın çoğunluğunun bu hareketleri tasvip ettiğini ortaya koyuyordu. O günlerde bu meselelere evet demek oldukça tehlikeliydi. Böyle bir sonuca rağmen, geliştirilmeye çalışılan yakışıksız tavırlar, yakışıksız tavırların efkârı ammeyi hiçe saymak manasına geldiği galiba fark edilmiyor. Görünen köy kılavuz istemez. Eğer bu tabloya bakarak bir şey söylemek gerekseydi, 'Bu kadar açıklıktan sonra olsa olsa dalal (Yunus suresi 32. ayete işaret ediliyor) olur' demek uygun düşerdi. Fakat böyle söylemek bana ağır geldiği için, 'Belki benim bilmediğim, onların bildiği bir şey vardır; ya da yanlış yorumlanmaya müsait bir davranışımızdan dolayı böyle yapıyorlardır' anlayışıyla yaklaşıyorum. Sonra kendime dönüp şöyle diyorum: Neticede içtihat hatası yapıyorlar, içtihatta hata yapanlar da fıkıh metodolojisi açısından bir sevap kazanır. İnönü ve Özal da Kürt'tü... Leyla Zana ve arkadaşları, Fransa'da bazı gazetelere verdikleri ilanda; Türkiye kültürel çeşitliliğe ve siyasal çoğunluğa saygılı, gerçek bir demokratik ülke olmak zorundadır denildi ve Kürt vatandaşlarına bizzat kendisinin Kıbrıs Türkleri için talep ettiği haklara eşdeğer haklar garantilemelidir talebi dile getirildi. Başbakan du bunu intihar olarak değerlendirdi... Siyasilerin yaklaşımları her zaman hukuki ifadeler gibi muhkem olmayabilir. Fakat, Tayyip Bey'in bu konuda söylediğine iştirak etmemek mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin İkinci Cumhurbaşkanı İnönü ve 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal Malatyalıydı ve Kürtlerdendi. Hikmet Çetin Bey de Diyarbakırlıdır. Doğudan ve güneydoğudan birçok vatandaşımız çıkmış, devlet kurumlarında önemli görevler almışlar; asker, vali, kaymakam olmuşlar. Adliyede ne kadar Kürt vatandaşımız olduğunu Allah bilir. Öyleyse bu tür isteklerde bulunmayı gerektirecek hangi mahrumiyetler yaşanmaktadır? Kanaatimce ilanda dile getirilen istekler saygısızca olmuştur. Daha evvel Meclis'te de, yapmamaları gereken bir saygısızlık olmuştu. Bildiğim, tanıdığım ve görüştüğüm kadarıyla Güneydoğu'daki insanların yüzde 90'ı 95'i bu tür taleplere katılmamaktadır. Muhtemelen onlar, tahribin kolaylığından yararlanarak provoke eden, gençleri sokaklara döküp kaldırımları söktüren, arabaları yaktıranlardan ve bu tür sivri çıkışlar yapanlardan şikâyet ediyorlardır. Güneydoğu'da fitneye sebebiyet verenlerin sayısı zannediyorum hiçbir zaman 500'ü geçmemiştir; ama gayri nizami, vurkaç usullerini kullandıkları için nizami birliklerin onlarla başa çıkması zor oluyor. Ben bu karışıklıklara sebebiyet verenlerin davranışlarını mertçe ve yiğitçe bulmuyorum. Fakat okumuş, bir yerlere gelmiş, hatta belli bir dönemde seçilmiş insanların böylesine ham tavır ve davranışlarda bulunmalarını, maşeri vicdanı rahatsız etmelerini hiç anlayamıyorum. Halbuki devlet onları bırakmakla bir cemilede (güzel davranış) bulundu. Onların da bu cemileye cemileyle karşılık verip devletimiz, milletimiz hakkında bir dönemde cahilliğe, gençliğe kapıldık, hata ettik demeleri, birlik ve bütünlüğe giden bir yol tutmaları beklenirdi. Olmadı. Bence, maşeri vicdana karşı bir özür borçları var. Gidin diye teşvik ettim 80'li yılların sonundan itibaren Orta Asya'ya seferberlik çağrısı yaptınız. Cami kürsüsünde de bayıldınız o tarihlerde. Binlerce insan gitti, okul açtı, iş kurdu, yerleşti. Okullar mezunlarını vermeye başladılar. Siz hiç gitmediniz... Mantığıma uygun düşmese de, hissi yönüm itibariyle, arkadaşlarımızın gayretlerine Allah'ın lütuf ettiği şeyleri görmek, o inşirahı onlarla paylaşmak benim için çok önemliydi. Çünkü Asya, çocukluğumdan beri dualarımda yer alırdı; oradaki soydaşlarımızla, dindaşlarımızla kucaklaşmak bana çok önemli, bir bayram gibi gelirdi. Gün geldi, işadamı, tüccarı, sanayicisiyle tüm arkadaşları cami kürsüsünden oraya gitmeleri hususunda teşvik ettim. Bu çağrıyı makul bulup giden arkadaşların inşirahını yerinde paylaşma mülahazalarım oluyordu. Vakıa, sofiler zaviyesinden düşünülecek olursa; insanın dünyada, dünyevilik adına zevk peşinde olmaması gerekir. Benim felsefeme göreyse, ibadet ve marifetten doğan ruhani zevklere bile talip olmamak lazımdır. Allah'ı delice sevmeliyiz. Ondan nefsimiz adına zevk almaya gelince, "Hayır! Allah bize yeter. Başka beklentiye girmek uygun düşmez" derim. Fakat, bir insan olarak; çok defa maaş almadan, bir bursla yetinerek eğitim faaliyetlerinde bulunan, yerinde bir okulun tamirinde amele gibi çalı şan, yerinde bir diplomat gibi devlet adamlarıyla görüşerek Türkiye için lobiler oluşturanları gözümle göreyim istedim. Allah, belli mülahazalarla o zevki bana yaşatmadı. Tabiatım utangaçtır Mantığınız gitmenize engel mi oldu? Mantıki açıdan bakılınca iki nokta önemli görünüyordu. Birincisi, esasen Türk milletine mal olmuş böyle bir harekette benim katkım çok azdır. Buna rağmen gitsem, umum arkadaşların yaptıklarına sahip çıkmak gibi, arka planında benim düşüncelerim varmış gibi bir algılamanın doğabileceği aklıma geliyordu. Ayrıca, bazılarında başarıyı önde görünenlere isnat etme temayülü vardır. Hatta bu temayüller, -farkına varmadan- neticeyi baştaki şahıslara bağlamak suretiyle, bazen şirke kayar. Zaten oradaki aktivitelerin arkasında benim kendimi görmem de ayrıca büyük bir zulüm olurdu. Zulüm ise imana manidir ve şirke denktir. Rabbimin lütfedeceği bir şey varsa onu dünyada almamak daha iyidir deyip gitmemek daha uygun düşüyordu. İkincisi, bazılarının tavırlarından endişe duyuyor, oradaki insanları iğfal etmelerinden korkuyordum. "İşin arkasında falanlar var, açıktan söylemeseler de hedefleri başkadır" türünden çarpıtmalar yapabileceklerini tahmin ediyordum. Bu durumda arkadaşlarımızın hizmetlerine gölge düşürmemek için, arzularımı sineme gömdüm. Görünmekten kaçıyor musunuz? Mahviyet insanı değilim. Fakat eskiden beri, beni bilen, gören insanların içinden geçmeye bile utanmışımdır. Edirne'de cami penceresine çekilmeme sebep olan şeylerden bir tanesi de bu duygudur. Bunlar benim tabiatımla ilgili şeyler, insanlar ister takdir nazarıyla, isterse tahkir nazarıyla baksınlar fark etmiyor, ben hepsinden sıkılıyorum. Yapılan işlerin mimarıymışım gibi, kalkıp Türki dünyalara gitseydim insanlar bana bakacak, sarılacaktı. Bu tür şeyler bana tabii gelmiyor. Bazıları bunların birer kompleksten kaynaklandığını düşünebilir. Ben bu tür komplekslerden arınmış bir insan olduğumu iddia etmiyorum. Ama adına ne denilirse denilsin, benim tabiatımda böyle bir utanma duygusu var. Zaten gitmeyi gerektirecek durum da yok. Mehmet Gündem/Milliyet