ABD'nin saygın akademik yayınlardan Muslim World dergisi, son sayısında Fethullah Gülen’in görüşlerini ve onun etrafında şekillenen sivil toplum hareketini inceledi.
Abone ol1911’den bu yana basılan ve hem İslam hem de Hıristiyan-Müslüman ilişkilerine yoğunlaşan en eski dergi olan Muslim World’ün ‘Çağdaş Türkiye’de İslam: Fethullah Gülen’in Katkıları’ başlıklı özel sayısında Sidney Griffith, Zeki Sarıtoprak, Lester R. Kurtz, Elisabeth Özdalga ve Thomas Michel gibi akademisyenlerin Gülen’le ilgili makaleleri yer aldı. Bu sayfada, 5 gün boyunca derginin Fethullah Gülen ile yaptığı kapsamlı röportajı ve makalelerin özetlerini bulacaksınız.
İslam’da şahıs-devlet ilişkisi nasıldır? Bireyin devlet içindeki yeri ve fonksiyonu nedir?
Modern dünya ve çağdaş düşünce sistemleri, ferdin siyasette aktif bir özne haline gelişinin tarihte ilk defa şimdilerde gerçekleştiğini iddia eder. Onlara göre fert, atalarından görüp duyduğu, mensup olduğu grup, klik ve cemaatin öngördüğü hususlara bağlı kalmış ve adeta bu anlayış içine hapsolmuş gibiydi. Bu grup davranışı bir norm haline geldiğinden ve cemaat telakkisini değiştirme imkanı olmadığından, pasif kalmak ve cemaatin itaatkar bir üyesi olmak şahısların kaderi olmuştu. Nihayet modern çağda fertler, “birey” olarak şahsiyetlerini kazanarak bu hapis durumundan kurtulmaya başlamıştır. Modern zamana kadar, şahıslar gerçek mânâda hür olmadığı gibi bağımsız da değildi. Ferdiyetçilikle ilgili bu mülahazalar, dünyanın bir kesimi ve bazı kültürler itibarıyla doğru olsa da her din, her düşünce ve her toplum için böyle olduğu söylenemez.
İslam’ın en temel ilkelerinden biri olan tevhid akidesi açısından mutlak ve sınırsız ferdiyetçilik mümkün değildir; zira insan, ya serâzad, hiçbir değer kabul etmeyen kritersiz bir âsi veya Allah’a bağlı, onun emirlerine ciddî inkıyad şuuruyla riayet eden bir kuldur. Bu öyle bir kulluktur ki, bu sayede o, Allah’tan başka hiçbir güç ve hiçbir kuvvet karşısında “pes” etmez ve kat’iyen hürriyetinin bir santiminden dahi vazgeçmez.
Böyle birini ne mal, mülk, servet ne de netice itibarıyla basitleşmeye, sefilleşmeye sürükleyen ve ruhu felç eden yozlaşmış gelenekler, akla pranga vuran, her şeyi daraltan cemaat ilişkileri, değişik çıkar ve menfaat mülahazaları, ahlâkîliği dinamitleyen hırs ve kazanç tutkusu, kaba kuvveti akıl ve mantığın önüne çıkaran istibdat düşüncesi, şehvet, nefret, haset... gibi nefsâniyetin tezahürleri sayılan mesavî-i ahlak katiyen Allah’tan koparamaz ve köleleştiremez. Bir mümin lâakall bir günde 30-40 defa “Ey Rab, sadece Sana ibadet eder ve sadece Sen’den yardım isteriz.” (Fatiha, 4) diyerek kendi hürriyet ve ferdiyetine pranga sayılan bütün bu zincirleri kırar ve Cenab-ı Hakk’ın her şeye yeten o muhteşem gücüne sığınır. Bu ölçüde bir sığınmayı gerçekleştiremeyen bir fert hakikî mânâda ideal insan olma görevini de tamamlamış sayılmaz.
Ne var ki, İslam, ferdin Allah’tan başka her şeye karşı hür ve bağımsız olmasını isterken, onun bir aile, bir cemaat, bir millet, hatta bütün insanlığın üyesi olmasını da ihtiyaçlara bağlı bir kural olarak kabul eder. Zira insan içtimaîdir, medenîdir; diğer insanlarla birlikte yaşama mecburiyetindedir. Bu anlamda toplum bir organizmaya benzer; parçalar birbiriyle irtibatlı ve karşılıklı ihtiyaç içindedir.
Zaruriyat, haciyat, hatta tekmiliyata bağlı böyle bir beraberlik, ferden halledilemeyen pek çok meseleyi aşma ve bir kısım baskıcı güçlere karşı sera vazifesi görme adına fevkalâde önemlidir. İşte günümüzün mutlak hürriyetçilerinden bizim ayrıldığımız nokta budur. Mutlak hürriyeti savunanlar, ananevî bağlardan ve bağımlılıklardan kurtarma bahanesiyle, insanı kuşatmaya çalışan güçler karşısında, onu varlık çölünde yapayalnız, desteksiz bıraktı. O da bu bireyselliğin bedelini bazen bir kısım tiranların eline düşerek, bazen de toplum despotizması altında ezilerek acı acı ödedi. Ve “bireysellik” yolunda hürriyetinden de, haysiyetinden de oldu.
Şu hususu da bilhassa belirtmeliyim ki, İslam dini, başka din veya din gibi görünen sistemlerde olduğu gibi sadece metafizik mülahazalarla ilgilenen, dua, teveccüh, ibadet, konsantrasyon veya şahsî bazı ibadetlerle iktifa eden bir din değildir. O, bütün bunlarla beraber ferdin sosyal, siyasî, iktisadî, ahlakî, hukukî davranışlarını tanzim, tensik etmenin yanında, kuralsızlıktan sakındırma ve vaz’ettiği prensiplerin yaşanmasını bilhassa ahirette mükâfatlandırma ilkesiyle gelmiştir. Bu itibarla da dinin sadece inanç ve ferdî ibadete inhisar ettirilmesi, onun bölünmesi, parçalanması ve Allah’ın muradına aykırı bir çerçeveye oturtulması demektir. Bu, aynı zamanda fertleri neyi, ne zaman, ne ölçüde yaşayıp yaşamayacakları konusunda da fikir dağınıklığına, teşettüte itmek olur. Hatta bu tarz bir taksimin zihni karışıklığa sebep olabileceğini iddia etmek dahi mümkündür. Bir kimse inandığı dinin bütün esaslarını özgürce yaşayamıyorsa, o kimsenin vicdan hürriyetine, fert olarak inandıklarını uygulamasına engel var demektir. Bu durumda fertlerin temel hak ve özgürlüklerinden söz edilemez.
İslam dini, müntesiplerinin, dünya ve ukba hayatlarını, ebedî mutluluklarını temin, o istikamette yol göstermek ve onların bu hayatı huzur içinde geçirmelerini ve öbür âlemi de teminat altına almalarını sağlayacak esaslarla bir peygamber göndermiştir. O peygamberin mesajlarında dünya-ukba yan yana; ferdi sorumluluklar içtimaî mükellefiyetlerle iç içe; ibadet, evrad-ü ezkâr, kalbî ve ruhî hayat, ahlakî, içtimaî ve idarî meseleler bir vahidin farklı derinlikleri gibi bütünlük içindedir. Bunun yanında her Müslüman kendi haklarının şuurunda olduğu kadar başkalarının hak ve hürriyetlerine saygılı, kendi hukukunu müdafaada gösterdiği hassasiyet ölçüsünde başkalarının haklarına riayette de fevkalâde titizdir.
İslam’da devlet anlayışı ve Kur’an’daki yeri nedir? Modern dönemde birçok Müslüman şeriat esaslarına dayalı bir devlet kurma fikrini gündeme getirdi. Bu konu hakkında sizin görüşleriniz nedir?
İslam’ın siyaset ve devlet görüşü üzerinde çalışan veya bu konuda bir şeyler söyleyen kimseler çok defa Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu İslam ile, Müslümanların tarihî tecrübeleriyle ve tabii yine şer’î delillere dayanarak yaşamaya çalıştıkları Müslümanlığı ve şöyle-böyle bugün yaşananı birbirine karıştırmakta, bazen bir Kur’an meali, bazen birkaç seçme hadis, bazen de çağımızın fantastiklerinden birinin düşünceleri ve önerileriyle İslam adına değişik şekiller kesip biçmekte ve fırsat ellerine geçerse kendi anlayışlarını hakim kılacaklarını ifade etmektedirler.
İslamî kuralların ve İslam tarihinin düşünce ve yeni tekliflere kapalı, taşlaşmış bir tarih olduğunu kastetmiyorum elbette. Dinin esasları dışında kalan alanlarda içtihat ve kıyas yapılacaktır. Bütün içtihatlar sadece yoruma açık alanlarda ve İslam ilkelerine uygun biçimde yapılabilir. Ancak bu tür konularda her müstaid şahsın konuşma ve içtihatta bulunmasının kendisini bağlayacağı, başkalarını ilzam adına bir kıymet-i harbiyesinin olmayacağı da yine dinin emirlerindendir. İslam, hiç kimseye kendi düşünce ve önerilerini -günümüz itibarıyla heva ve fantezilerini- hüda yerine koyarak “işte din budur” demesine izin vermez ve bunu dalalet sayar.
Öncelikle, din diye sunulan tasarı şayet Kitap ve Sünnet kaynaklı değilse, bu mevzuda şu ya da bu şekilde gayret sarf eden insan sayısınca tasarı ve taslak ortaya çıkar ki, bu da apaçık bir meşruiyet krizi doğurur. Sunulan taslak, üzerinde ittifak oluşmuş tarihî tecrübelerden referanslı değilse katiyen sürekli ve kalıcı olamaz. Bugünün ihtiyaçları, ittifakla kabul edilen ve hürmet edilen öz kaynaklara müracaat edilerek cevaplanamıyorsa, bu da gerçekçi ve tatmin edici olamaz. Öyle ise ister kendi temel kaynakları itibarıyla, ister bu kaynaklara dayandırılan ilmî mülahazalar açısından İslam’ın devlet anlayışı nasıldır, diye sorulabilir? İslam’da hüküm ve irade Allah’a aittir. Kur’an, pek çok ayetiyle hüküm ve emrin Allah’a ait olduğunu vurgular ve “Kadın-erkek müminler, Allah ve Rasulü bir konuda hüküm verdiği zaman artık onlara bir seçim hakkı yoktur.” der; böylece bu hakkın, ne teokrasilerde olduğu gibi kutsal ve masum ruhânî reislere, ne onların gözetim ve denetimindeki âbâ u kenâiseye ne de başka şekilde organize olmuş herhangi bir diyanet teşkilatına ait olmadığını ilan eder. İslam “Sizin en şerefliniz Allah nezdinde en müttaki olanınızdır” diyerek soy-sop, ırk-aşiret, imtiyazlı sınıf gibi hususların yerine takvayı, liyakati, hakperestlik düşüncesini ve adalet hissini esas alır. Bu açıdan da Kitap ve Sünnet Müslümanlığında ne mutlakiyetçi monarşinin ne Batı’da bilinen şekliyle klasik demokrasinin; ne diktatörlük ne de totaliterizmin yeri vardır. İslam’da, yöneten ve yönetilenlerin karşılıklı anlaşmaları demek olan idare, meşruiyetini hukuktan ve hukukun üstünlüğü ilkesinden alır. Ona göre hukuk, yönetenin de yönetilenin de üstündedir, Allah’a aittir, değiştirilemez, gasp edilemez; Yaratan’ın emri, Peygamber’in tebliğ ve tatbiki çerçevesinde uygulanmaya çalışılır. İslam, hukuk dışı bir yönetimi meşru saymaz, onu tanımayan yönetilenleri de asi kabul eder. İslamî bir idarede en zirvedeki kimseler dahi sıradan bir insan gibi hukukî esaslara riayet etmekle mükelleftir. Bu esasları katiyen ihlal edemez ve onlara aykırı uygulamada bulunamaz. Burada bir şeyi tavzih etmekte yarar var; bütün bunlar yasama ve yürütme organlarının hiçbir şey yapamayacakları şeklinde algılanmamalıdır. İslam’da yasama ve yürütme organları toplumun kendi içinde ve yabancılarla iktisadî, siyasî, kültürel münasebetlerinde zaruretler, ihtiyaçlar ve maslahatlar çerçevesinde umumî hukuk normlarına uygun olarak her zaman bir kısım yasalar yapıp bunları uygulayabilir. İdare edilenler de üst hukuk esasları diyebileceğimiz ilkelere riayet ettikleri gibi insan eliyle yapılan bu kanunlara da uymak mecburiyetindedir. İslam’ın, şer’î prensiplerin yorumlanmasında içtihat, istinbat ve istihraç yapılmasına itirazı yoktur.
Aslında demokratik bir toplumda hukukun kaynağı, rengi ve şivesi çok da önemli değildir. Çağdaş dünyanın geldiği nokta, temel hak ve hürriyetlerin sağlanması; siyasî katılımın gerçekleşmesi, azınlıkların inançlarına göre yaşamasına izin verilmesi, fert ve toplumun karar mekanizmalarının üzerinde ağırlıklarını hissettirmesi, herkesin bir başkası üzerinde belli yollarla baskı kurmaması şartıyla kendini ifade edebilmesi ve inandığı gibi yaşaması demek ise İslam’ın bu hususlardan hiçbirine karşı çıkması söz konusu değildir. Milletlerarası hukukî normlara ve anlaşmalara uygun olarak bu alanlarda yapılacak yasama faaliyetlerine İslam karşı çıkmaz. Hiç kimse, yukarıdaki haklarla ilgili olarak Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu evrensel değerleri görmezden gelemez. Bu yüzden İslam’ın demokrasiye düşman olduğunu kimse ispatlayamaz.
Şayet bir devlet, yukarıdaki çerçeve içinde vatandaşlarına kendi dinini yaşama fırsatı veriyor ve onları değerlerini öğrenme, düşünme ve uygulama alanında destekliyorsa böyle bir sistemin Kur’an’ın öğretilerine aykırı olduğu söylenemez. Ortada böyle bir devlet varsa, alternatif bir devlet arayışına ihtiyaç yoktur. Şayet insanî hak ve hürriyetler tamam değilse -günümüzde hep gelişme vetiresi yaşayan demokrasilerde olduğu gibi- ideal yasalara ulaşmak için sistem yeniden yasama ve yürütme organlarınca gözden geçirilir; evrensel hukuk normlarına göre tashih, tecdid ve tanzime gidilir. Böyle bir nizama tam teşriî denmese de onun zıdd-ı beyyini olduğu da söylenemez. Burada şu hususu belirtmekte yarar var: Bazıları şeriatı sadece dinî kurallara göre kurulmuş bir devlet olarak düşünmekte ve kelimenin gerçek mânâ ve muhtevasına bakmadan ona karşı düşmanca bir tavır almaktadırlar. Oysa şeriat, din kelimesinin bir mânâda müradifi ve Allah’ın emirleri, Peygamber Efendimiz’in (sas) sözleri, tavırları ve icma-ı ümmet esaslarıyla müeyyed bir dinî hayat demektir. Bu şekilde dindarane bir hayatın içinde devlet idaresiyle alakalı kurallar ancak yüzde beş nispetindedir. Kalan yüzde doksan beşi ise iman esasları, İslam’ın temel hükümleri ve dinin ahlak prensipleri oluşturmaktadır.