Nihat Genç'in hayatı, Hürriyet'in birinci sayfasına çıktıktan sonra çok değişti. Önceleri medyaya düşman olan Genç, artık medyadan çok memnun.
Abone ol Nihat Genç, artık medyadan çok memnun. Tabi bu ifade "mecazi". Genç, başlıklı yazısında magazinci zihniyetteki medyayı eleştirdi.Yazı : Nihat Genç
Kaynak :
Sanatın en mükemmeli medyada görünmekmiş. Bu büyülü gerçeğin farkında olmadan, daha önce küfrettiğim bütün manken, sanatçı, yazarların hepsinden özür dilerim. Daha önce çektiğim acılar bir günde sona erdi. Medyada görünmek saltanatların saltanatıymış.
Bugünlerde Tanrı'nın iyilik melekleri haber müdürleriyle ortak çalışıyor. Derece derece yükseliyorsun, ekranlardan göklere!
Daha önce boklu uçurumlarda çok kumar oynadığım için, bu yükseklikten burun üstü yere çakılma faslını hiç düşünmedim. Hazır göklerdeyken sigaramı yaktım. Ekranlarda heyecanlı nutuklar çeken kendimi seyrettim. İnsan böyle anlarda, şehvetle karışık neşesini dizginleyemiyor.
İşte bu sınırsız neşeye giden yol için önce, Hürriyet Gazetesi'nde minicik olsun bir küçük haber olmanız şart. Tüm medyaya, haber kanallarına, harekete hazır olun işaret fişeğini buradan çekiyorlar.
Birazcık kaçık, biraz meczup bir kahraman bulduk, hemen üstüne atlayın, haberi bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor.
Ertesi gün bütün ana haber bültenleri evimin önündeydi, onlara, hepsini çok yakından tanıyorum, muamelesi yaptım. Ve onları sıraya koydum, yazar olduğum için uygun yerin kitabevi içinden röportaj olacağını söyledim.
Kameraların ve haber müdürlerinin telefonları sımsıkı yapıştı bedenime. Göğsümde, sırtımda, boynumun arkasında ve ayak parmaklarımın içinden dahi telefon sesi geliyordu.
Burdan şu sonuç çıkıyor, ilk tepki en sarsıcı tepkidir. Ancak, o ilk gün, ülkemizde TV sayısı bolluğundan daha çok parti lideri olduğunu öğrendim. Sanki parti liderleriyle TV kanalları ortak çalışıyordu. Hepsi, yanındayız, arkandayız, buradayız, geçmiş olsun, mesaj ve dilekleriyle röportajlarımın sık sık kesilmesine vesile oldular.
Hayatımda parti liderleriyle fazla hoşbeşim olmamıştır. Şimdi telefonda onların nasıl hitap etmeyelim. Genel başkanım, liderim... Hiçbirini beceremedim. Kısa yoldan 'sağol baba!' dedim. Hatta ileri gidip 'ellerinizden öperim baba' demeyi de ihmal etmedim. İletişim Yayınları kovmakta haklıymış. Sağ jargonu özlemişim. Yirmi yıldır görüşmediğim arkadaşlar sıraya girdi, aynı jargonu sürdürdüm: 'Ellerinizden öperim, sağolun baba!'..
Anladım ki, benim gibi sağa sola fazla girip çıkan yazarlar artık her jargondan haberdar olmalı. Çünkü, bir sabah... Bakıcınız sizi kafesinizden hırçınlığınız yüzünden çıkarabilir. Ve başka bir kafese tıkabilir. Eğer siz, kafesin demir parmaklıklarına güvenip, daha önce bu kafesle bayağı hırlaşmışsanız... Şimdi, hadi, ellerinizden öperim, demeyin bakayım...
Yani, yeni kafesimin demir kapıları açıldı. Eski arkadaşlarım önce boynuma sarıldı. Sonra sırtımda mermi izlerini arayıp, mermi çekirdeklerini dilleriyle yalayıp çıkartmaya çalıştılar ve üstlerinde hala eski çatışmaların barut kokuları vardı...
Hepsi sırayla 'biz demiştik Nihat?!', dedi..
Günboyu tek saniye susmayan telefonum, ertesi gün hiç çalmadı. Sevgili eşime hayal kırıklığıyla döndüm, isyan ederek: 'Bu mu dünya, bu kadarcık mı şöhretim, bitti mi şimdi her şey' diyerek sağa sola saldırdım.
Beni dün arayan binlerce kişi, şu anda hangi hadiselere doğru yöneldiler ve beni nasıl unuturlar. Evet, rüya bitiverdi.
Hani, herkes 15 dakikalığına şöhret olacak lafı var ya, ben ise, 15 dakikalığına ulusal kahraman oluvermiştim. Ve film sona erdi.
Bir daha bu kadar takdiri, bu kadar şükranı ve bu kadar büyük ulusal kucaklaşmayı nerden bulabilirim.
Küstüm hepsine, ben aktüel yaralar taşımıyorum, bir yanıp sönmek istemem, benim yaralarım ebedi. Bir sarılır pir sarılırım. Şimdi yine iç çatışmalarımla azap dolu vakitler geçirebilir ve yine olmadık kavgalar çıkartabilirim... Haydi, ruhum ve bedenimin kendine gelebilmesi dirilebilmesi için telefonlarınızı bekliyorum.
Belki çok değerli, define dolu bir mezar bulunmuştu, ancak, mezarı açıp, kuru kemiklerime bakıp, tekrar üstüme mezarlık toprağımı atıverip uzaklaştılar.
Bu umutsuzluk içinde... Derken. Telefonlar yine hücuma geçti. Bu sefer haftalık dergiler arıyordu. Hemen çaktım mevzuyu. Bu işler demek böyle oluyor. Haber kanallarının peşinden haftalık dergiler sırasını alıyor. Ve haftalık dergilerle aynı zamanda ulusal kanallar, yerel kanallar, daha isimsiz kanallar peşine düşüyor, haberiniz olsun.
Ama hepsinde delirmiş bir şehvet vardı. Bu kudurmuş şehvet içinde öfkeyle iyilikleri, erdemle puştlukları, birbirine karıştırabilirdim. Ben karıştırmasam bile onlar hızlı montajlarıyla bunu zaten yapıyorlardı. Ve hiç aldırmadan rasgele beyanatlar verdim.
Meğerse, büyük itiraflarım için bugünü beklemişim. İtiraflarıma doymadım, kameralar gittikten sonra gece yarılarına kadar, şu şu cümlelerimi de ekleyin diye talimatlar verdim. İnsan çocukluğundan beri kendini dünyanın merkezinde görür. Çünkü egomuz böyle çalışır. Ve o merkeze yürüdüğünüzü hissettiğinizde, sadece, hadisenin kendisini değil, Tanrı'yı, eşinizi, çocukluğunuzu her şeyi dahil edersiniz.
Gerçi ben fazla karıştırmadım. Beni manşete taşıyan hikaye dışına taşmamak için, sevgili eşimden, bana yaptıklarından, kahvedeki arkadaşlarımdan ve edebiyat camiasının puştluklarından hiç söz etmedim.
Ancak kabul edelim, elimde sert kaya taşlar, onun bunun kafasına atıyordum. Yani, bugünlerde kafasına olmadık taşlar yiyen olmuşsa, özür dilerim. Ben, Tanrı'nın beni kalabalıklar içinden çıkarıp, sıranın en başına koyduğunu düşündüm. Ve fırsat bu fırsattır deyip, bütün hikayelerimi inciği cinciğine kadar anlattım.
Yani, yayınevinden niçin kovuldum gibi bir soruya cevap verirken, hikayeye, ilkokulda öğretmenim beni niçin helaya dövüp kilitlediğini anlatmaya koyuldum.
Tabii bunlar olurken, cici evine onlarca kamera giren sevgili eşim, evin dağınık halinden korkup, telaşla hayatım boyunca darmadağınık kalmış kitaplarıma ilk defa elini sürdü, estetik bir düzen vermeye çalıştı. Bazılarını yan yana, bazılarını üst üste. Demirel'in masasındaki kitaplar gibi yaptık, mesela, bazı kitapları ters, bazılarını çapraz koyduk...
Ama bu düzenden sıkıldım, 'ya hanım işin yok mu, bırak dağınık kalsınlar, onlar bu kadar dağınık olmasalardı başıma bu kadar iş gelir miydi?' dedim...
Ancak kitapların düzeni eşimin içine sinmedi. Acil servisi arar gibi bir iç mimar arkadaşını aradı. Ve kitapların tasarımı konusunda panikle bir şeyler konuşup telefonu kapattı.
'Ne diyor hanım senin tasarımcı arkadaş' dedim.
Hanım: Karıştırmayın, doğal dursunlar dedi.
Hanıma, 'Bu telaşlı ve nihayet dünya içine gireceğimiz bugün senin iç mimar arkadaşının bize doğal olmaktan başka bir felsefi katkısı olmayacak mı? Biz zaten doğal olduğumuz için bu maçı az daha kaybediyorduk' diyerek eşime kısa ve özlü bir estetik fırça attım.
Ve son gün. Şöhretim, kesin bitti, derken. Yani hayatımda ilk defa iki gün üst üste tavla oynayamamıştım.
Sokağa çıktım. Neye uğradığımı şaşırdım, çünkü, çiçekçiden, limon satan ve hatta yaşlı bir nine boynuma sarıldılar. Rüya değil, tamamen gerçek.
Hatta bir yayınevinin kapısına 'Nihat Genç yanındayız' afişi asmışlar. O gece arkadaş düğün salonundan aradı ve telefonda bana dinletti. Mamak'ta yurdum insanı düğün yapıyor, ama, düğünde, birisi çıkıp şiir okuyor. Şiirin içinde, Ermeni Konferansı ve Nihat Genç isimleri geçiyor. Tamamen gerçek.
Ve her zaman uğradığım bir pasaja girdim, bir alkış sesi, ben aralarında eğleniyor sanıp sağa sola bakındım, sonra baktım, gözler bende, alkışlanıyorum... Tamamen gerçek.
Neler oluyor diye başımdan geçenleri topladım, tarttım. Sanırım ben bir yazardım. Sanırım içinde Ermeni Konferansı geçen bir yazı yazdım. Ve sanırım ben oldum olası yazı yazarken, birçok şeyi birbirine karıştırırım. Mesela, yine, Sarıkamış'ta donarak ölen yetmiş bin şehidimiz ve toptan şehid olan 57. Alayımızı da bu işe karıştırdım. Ama ben hep böyle yazarım.
Bence yazarlar, manevi bir güç olsun diye her zaman şehidleri yanına almamalı. İçtenlikle haykırıyorum buradan, hayatım boyunca almamak için çok direndim... Ama benim, benim içimde olup biten, bilmediğim şeyler oluyor...
Şöyle. Bir Fransız atasözü olmuş bir laftır, artık. Bir kralcı, cumhuriyetçilere karşı çıkarak, cumhuriyet bayrağını iptal edip, kralın bayrağını geri getireceğiz, demişti..
İşte, cumhuriyetçilerden bir general, şöyle cevap vermişti: 'Kralın bayrağını geri getirmeyi düşündüğünüzde, Fransa'da tüfekler kendiliğinden patlar!'...
Sanırım böyle bir şey. İçinde soykırım, Ermeni, bilmem ne, malum şeyler geçen cümleler kurulduğunda, bu ülkede ve benim de içimde derinliklerde tüfekler kendiliğinden patlıyor.
Bu yüzden yazarlar dikkatli olmalı, tüfeklerini her yerde patlatmamalı. Ve artık tüfekleri patlatan Sarıkamış, Balkan bozgunu, 57. Alay gibi cümleleri her satıra doldurmamalıyım.
Bu yüzden sevgili halkımdan ve ülkemden ve muarızlarımdan özür dilerim.
Peki, Ermeni Konferansı'nı tartışırken, neden gazetecilere, hiç yeri yokken, İlkokulda helaya kapatılma hadisesini anlatıvermiştim. Belki de gerçek hikaye burada saklı.
Anlatayım. Trabzon'da İskenderpaşa İlkokulu'nda okudum. Benim gibi yoksul çocukları bu zengin okula o yıllarda almıyorlardı.
Ve 23 Nisan'da Gaziosmanpaşa İlkokulu mehter takımıyla gösteriye hazırlanırken, benim okulum, resmi geçitten Fransız bando takımı üniformasıyla geçmişti..
Evet, Trabzon'un zengin çocukları, bordo üniformalı ve tüylü şapkalı ve renkli trampetlerle dolu bir Fransız bando takımı oluşturmuştu. Muhtemelen Marsilya'daki Trabzonlu Ermeniler'in yardımıyla, ya da, bu kadar pahalı ve kalabalık bando takımını o yıllarda bir ilkokul başka nasıl hazırlayabilir?
Ancak, benim gibi beş/on yoksul çocuğu bu bando takımına almadılar. Şöyle bir çözüm buldu öğretmenlerimiz. Fransız bando takımı çok eleştirilir düşüncesiyle, yoksul çocuklardan da eski Türkler'in kıyafetleriyle bir takım oluşturuldu.
Yani, yoksul çocuklardan, kazma, battal, iri yapılı olanları, Malkoçoğlu, Karaoğlan tipiyle 23 Nisan'a kattılar. Ancak Malkoçoğlu kıyafeti için uygun gördükleri elbiseler, sığır derisinden ve koyun postlarından yapılmış, çocuklar sarılıp sarmalanmışlar ve ellerine de kocaman bir balta vermişlerdi.. Orman insanı manzarası ve çocukların yüzlerine de kömürle kara çizikler attılar.
Ben fazlasıyla kuru, çelimsiz bir çocuk olduğum için bana eski Türk kıyafeti giydirmediler. Ancak valiliğin emri vardı. Ayrım gayrım olmaması için her çocuk mutlaka törene katılmalıydı.
Bana buldukları çözüm şu oldu. Ben koca okulda kara önlüğümle yani tek başıma bu gösteriye arkadan katılacağım..
Herkes o süslü oyuncak kıyafetler içindeyken, ben tek başıma kara önlükle en arka sıradayım.
Öğretmen, benim utandığımı, yalnızlığımı gördü ve törenden gizlice kaçabildiğimi düşünerek gelip beni tehdit etti: 'Tören bitinceye kadar hiçbir yere ayrılma, yoksa seni helaya kapatırım!'...
Tören başladı. Kortej yola çıktı. Ancak bütün şehir, süslenmiş.. Kalabalıklar meydan parkını hıncahınç doldurmuştu.
Herkesin üstünde renkli şeyler vardı. Ayılar, tavşanlar, Fransız bando takımı. Mehter. Malkoçoğulları. Prensesler.
Kara önlüklü tek çocuk bendim.
Utandım, kaçtım ve heleya saklanarak hüngür hüngür ağladım..
Yani kardeşlerim. Bu renkli gösteride ne Malkoçoğullarının battal giysisine talibim, ne Fransız bando takımında trampet çalmak isterim..
Ben bu toprağın, cumhuriyetin, zayıf, yoksul, çelimsiz bir çocuğu olarak büyüdüm. Siz önden gidin...
Ben kara önlüğümde tek başıma gelirim.
Yani, bağımsız bir yazar tanımak istiyorsanız. Önce, cumhuriyetin üstüme diktiği bu kara önlüğü iyi tanıyın..
Ben, kara ve eskidikçe parlayan önlüğümden başka üniforma tanımam..
Ve tabii çocuktuk, ruhumuz da çelimsizdi, incinmiş, ezilmiş, kırılmıştık. Helaya kaçmıştık..
Ama şimdi. Eşşek kadar kitaplar yazdım. Elli yaşına dayandım. Artık ne kimse beni helaya kapatabilir, ne de peşinize takılırım...
Bu kara önlüğümün gururuyla bu meydanlarda tek başına ve en önde, bir yazar ne kadar olabiliyorsa, o kadar rüzgarıyım, cumhuriyetin ve kara önlüğümün!...
Açın okuyun kitaplarımı. Bu kara çocuk yazarlık hayatı boyunca Anadolu'nun yoksul halkı ve Mustafa Kemal'den başka hiç kimseye selam vermedi.