Gazetecilere ölmek var dönmek yok!
Gazetecilere ölmek var dönmek yok!
Van’da depremin kalıcı acıları arasına iki meslektaşımızı da
ekledik. Doğan Haber Ajansı Van Muhabiri Sebahattin
Yılmaz ile DHA Diyarbakır Büro’dan Cem
Emir görev başında yakalandıkları 5.6 büyüklüğündeki
depremde enkaz altında kaldılar.
Böylesi felaket anlarında hayatını kaybeden gazetecilerin kadersizlikleri konuşulur. Mesleğe uzak mesafede bulunan yakınları çaresizlik için de “hep onu gönderirler böyle yerlere” diye yakınırlar.
Oysa gerçek bu tespitten çok farklıdır. Gazeteciler sanıldığının aksine zorlukları fazla görevlere yöneticileri tarafından gönderilmezler. Kendileri “balıklama” atlarlar bu işlerin üzerine… Ölüm riski bulunan bir habere, gönderilmeyen gazeteci yöneticisine kırılır. Hatta bazı durumlarda muhabirler arasında kavga bile çıkabilir:
-Geçen depreme sen gittin, biraz masanda otur, benim haberlerimi de görsünler!
Devlet görevlilerinin tam tersi bir yörüngede yolunu bulur
gazetecilik. Devlet memuru için
“sürgün” kabul edilen yöreler muhabirler için “ayrıcılıklı konum” sayılı.
“sürgün” kabul edilen yöreler muhabirler için “ayrıcılıklı konum” sayılı.
Bazen dedikodusu da yapılır:
-Abi herif haber müdürün adamı bütün savaşlara, depremlere, sel felaketlerine onu gönderiyor!!! Sanki başka insan yokmuş gibi…
Van’da Bayram Otel enkazında kalan Sebahattin
Yılmaz oturduğu evde çatlaklar oluştuğu için eşini ve
kızını Erzurum’a akrabalarının yanına göndermiş.
Burada dikkat çekici nokta şu: Sebahattin, götürüp bırakmamış, yollamış!
Ya kendisi Erzurum yolundayken Van’da bir şey(!) olursa?
Yaşadığı kentten ayrılamamak değil bu, haber ortamının uzağında kalmak endişesidir!
Nitekim ayrılmadığı Van’da bir deprem daha meydana geldi.
Sebahattin Yılmaz da bu depremin tam ortasında yer aldı. Habercilik
aşkına olan sadakatinden milim sapmadı.
Cem Emir de mesleki geleceği parlak bir
gençti. Metin Gökpete Gazetecilik Ödülleri Jürisi
bu yıl (2011) onun Hizbullahçıların Tahliyesi’ni görüntüleyen
fotoğrafını “Özel Ödül” ile
değerlendirmişti.
Eminim Van’da deprem haberi geldiğinde Doğan Haber Ajansı’nın
Diyarbakır’ın Ofis semtindeki bürosunda küçük bir “meydan
savaşı” yaşanmıştır.
-Van’a kim gidecek?
Cem, depreme giderek bir ödül daha almış gibi hissetmiştir kendisini…
Cem Emir’i tanıdım. Metin Göktepe Ödülleri töreninde
tanışmıştık. Sonra Diyarbakır’a gittiğimde DHA Bürosunda öteki
arkadaşlarla hasret giderirken Cem’i de görüp hal hatır sormuştuk
karşılıklı olarak…
Gazetecilerin ölümüne bağlı kaldıkları bu mesleğin sihri
nedir? Üstelik son 25 yılda ücret merdivenlerinin muhabirler
açısından “kölelik” koşullarına denk getirilmesine
karşın?
Gazetecilik meslekten öte, bir “ruh hali” olabilir
mi?
Elbette bu ruhun “sağlıklı” olduğundan söz edemeyiz. Çekilen bunca çileye karşın, ölümü göze alarak gönüllü bir coşkuyla çalışma arzusu başka türlü açıklanabilir mi?
Bu aşk, gazetecilik mesleğinin bittiği konusundaki karamsar
yorumlara karşı esaslı bir karşı çıkış olarak okunmalıdır:
-Ölmek var, dönmek yok!
Van otobüsleri
Depremle birlikte büyük bir seferberlik hali oluştu. Yardım, dayanışma, kardeşlik gibi kelimelerinin öyle içleri boşalmış eski zaman kavramları olmadığı görüldü. İçleri dolduruldu.
Oktaycığım ben yazı yerleştirme sayfasına giremedim.
Bu konu ile ilgilenir misin?
Herkes Van için bir şeyler yapma gayreti içine girdi.
Fotoğraf sanatçısı Hasan Söylemez de 23
Ekim’deki deprem haberiyle birlikte Van’a gidip, elini enkazın
altına sokmak için çaresizlik içinde ulaşım imkânlarını zorlamaya
başladı.
Özel havayolu şirketleri, “normal”
tarifelerini uyguluyordu. Son anda Van için bilet isteyen
yolcularına 200-250-300 liradan koltuk satıyorlardı. Türk
Hava Yolları ise ek seferler dahil Van için tüm uçuşlarda tek fiyat
uygulaması yapıyordu: 110 TL.
Hasan, uçaklardan umudunu kesince otobüs
firmalarının telefonlarına sarıldı. Normalde İstanbul-Van bileti 60
TL idi. Depremle birlikte Van’a çalışan bütün firmalar, rekabeti
bir yana bırakarak “ortak bir bilet fiyatı”
uygulamasına geçmişlerdi: 100 TL!
Haluk Şahin’in kitabı
Akademik alanda Türkiye’nin ilk kitle iletişim uzmanı olan
Prof. Dr. Haluk Şahin’in son kitabı “Can
çekişen bir meslek üzerine… Son notlar” Say Yayınları
arasından çıktı. Halen Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesinde
ders veren Haluk Hoca’nın 17. Kitabı olarak raflarda yer
aldı.
Haluk Şahin ile bundan üç-dört yıl önce uzun bir söyleşi
yapmıştım. Şahin o söyleşinin içinde sormadığım bir soruyu da
ortaya atıp yanıtlamıştı.
-Eğer bir gün beni çalıştığım gazeteden çıkartırlarsa,
ne yaparım?
Böylesi bir ihtimal o tarihte söz konusu değildi. Ama Haluk
Şahin bütün olasılıkları dikkate alan bir gazeteci ve
akademisyen olduğu için bu durumu da düşünmüştü:
-Kendi adıma bir blog açar orada yazarım!
Haluk Şahin’in başına o da geldi. Radikal gazetesi yeniden yapılandırılırken Haluk Şahin’e telefondan iş akdinin feshedildiği bildirildi.
Türkiye basın yayın tarihinde son derece özel bir yere sahip olan Haluk Şahin, kendisine karşı kaba davranıldığını düşünüyordu. Bu yüzden de kırılmıştı. İşin özüne fazla itirazı yoktu, biçimi konusuna ise isyan ediyordu:
-Diğer şeyler unutulur kabalıklar
hatırlanır!
Belli dönemlerde güç sahibi olanlar, bu durumun asla
değişmeyeceğini sanıyorlar. Oysa sonsuza kadar o mevkilerde
bulunmak ham bir hayal… Bırakın yazarlığı, yayın yönetmenliğini,
Babıali’nin kralları olan gazete patronlarının bir dünlerine bakın,
bir de bugünlerine…
Güç sahiplerinin mevki nöbetleri bir gün bitiyor. Ama sahici
gazetecilerin bükülmez bilekleri sayesinde etkileri, ölümlerinden
sonra da sürüyor. Aziz Nesin’e, Rıfat
Ilgaz’a, Çetin Altan’a yazı yazdırmayan
dergi, gazete sahiplerini-yöneticilerini hatırlıyor musunuz?
Haluk Şahin de şimdiye kadar yazdığı makaleler, kitaplar, verdiği dersler, sempozyum sunumları, katıldığı uluslararası gazetecilik panellerindeki konuşmalarıyla bu onurlu zincirin yeni halkası olarak varlığını sürdürecektir!