BIST 9.368
DOLAR 34,51
EURO 36,17
ALTIN 2.982,03
HABER /  MAGAZİN  /  KÜLTÜR VE SANAT

Ferzan Özpetek'in 'Aşk Kırmızısı' raflarda

Yönetmen Ferzan Özpetek'in ilk romanı 'Rosso İstanbul' (İstanbul Kırmızısı), piyasaya çıktı.

Abone ol

30 yılı aşkın süreden bu yana İtalya'da yaşamını sürdüren ve doğduğu kent İstanbul'da geçen bir roman kaleme alan Özpetek, 3-4 günlüğüne Türkiye'ye annesini ziyarete giden ancak 1 ay kalan bir yönetmenin hikâyesini anlatıyor.

Can yayınları etiketiyle okurla buluşan "İstanbul Kırmızısı"nın kapağında ise Özpetek'in annesine ait bir fotoğraf kullanıldı.

KİTAPTAN ÇARPICI BİR BÖLÜM:

030220141749476688867.jpgHava sıcak. Uçakta yerime oturuyor, kemerimi bağ­ lıyorum. Neden bu kadar sıcak ki? Uçağın içi serin olma­lı. Belki de bu kımıltısız ve ağır havayı dışarıdan getiren benim. Roma’da sıcak bir akşam yaşanıyordu ama İs tan­ bul’un, beni serin bir esintiyle karşılayacağını biliyorum. Eski evimiz orada bekliyor. İçinde büyüdüğüm, on seki­ zime gelmeden terk ettiğim, ev denince ilk aklıma gelen o beyaz ve eski evimiz. Çocukluk evleri terk edilir mi? Asla. Artık var olmasalar, greyderlerle, buldozerlerle yı­ kılsalar bile içimizde var olmayı sürdürürler. Aynen be­ nim evim gibi. Gözlerimi kapatıyorum. Yorgunum. İstanbul’a dönmek için bunun gibi uçaklara kim bilir kaç kere bindim. Oysa bir zamanlar ufkum, içinde iki ıhla­ mur ağacı bulunan bahçeyle sınırlıydı; İstanbul’un baha­ rıyla çiçeğe duran bu ıhlamurların kokusu denizden ge­ len esintiyle karışır ve insanın başını döndürürdü. Göz­ lerimi yumunca hâlâ duyabiliyorum o kokuyu. Kalamış, o eski mahallem! Zamanda geri gidebilmek için bu ismi söylemem yetiyor. Bahçelerinde oynadığımız evlere; odamın penceresinden hâlâ denizin mavisinin görülebil­ diği güne kadar dönebiliyorum. İnsanın deniz manzaralı bir odası olması güzeldir; hele suyu uzaktan ışıl ışıl par­ lıyorsa...

Roma’daki evimde ne bahçe ne ıhlamur ağacı ne ufuk, yalnızca gazhaneler arasında bir terasım var. Tam bir şehir manzarası sunmasa da, Roma’ya ait her şey gibi onu da bütün yüreğimle seviyorum. Yine de kimi zaman çocukluk pencerem ansızın aklıma geliverir; Tokyo ya da New York’ta jet lag yüzünden gece yarısı ansızın uyanı­ verdiğimde, sadece gökdelenleri görebildiğim otel oda­ sında gözümün önünde belirir. Pek yakında var olmaya­ cak o beyaz ev artık çok uzaklarda. Hafif bir hışırtı. Koşan bir çocuk. Yuvarlanan bir top. Mümkün mü bu? Şöyle bir dönüp bakıyorum. Kimse yok. Sadece pistte ilerleyen uçağın sesi duyuluyor. Sonra sessizlik ve neredeyse boş uçakta, kahve arabasını iten hostes. Gözlerimi kapatıyorum. Canım kahve çekmiyor, kim­ seyle konuşmak da istemiyorum, tek arzum bu sefer ev­ de beni neyin beklediğini düşünmek. Yeniden bir hışırtı, çok hafif bir esinti hissediyorum. O çocuk şimdi koridor boyunca hızla koşarken gülüyor. Topunu alıyor ve bana bakıyor: doğrudan gözlerimin içi­ ne, sanki ben kendime bakıyorum. Sanki doğrudan geç­ mişin derinliklerinden, doğrudan bahçeden, ağaçlardan, ıhlamurlardan bakar gibiyim. Çocuk yalnız değil. Yanında sarışın, ona ciddi ve sert bir hava veren gri tayyörüne rağmen tatlı, baygın bakışlı bir kadın var. Bir de, elindeki Venedik gondolunu çok değerli bir şeymiş gibi taşıyan şık bir adam. Gondolu ta­ nıyorum, büfelerin birinde dururdu, şimdi kim bilir ne­ rede... Bu, üfleme camdan yapılmış, yaldızlı, parlak gon­ dolu yıllar boyunca sorguladım: Babam ortadan yok ol­ muştu ve bana seyahate, İtalya’ya gittiğini söylüyorlardı. Ben de onun uzakta, Venedik’te bir gondolla, evde do­ kunmama izin verilmeyen o biblonun bir benzeriyle gezdiğini düşünürdüm.

Sonra günün birinde babam gizemli bir şekilde dön­ dü. Tıpkı ortadan kaybolduğu gibi, ansızın geri geldi. Bir gün okuldan eve döndüğümde emektarımız El­ mas Hanım beni eşikte bekliyordu. Sana bir müjde var, dedi gülümseyerek. Sonra taramak istercesine ya da bel­ ki okşarcasına, tatlı bir yüreklendirme edasıyla parmak­ larını saçlarımın arasından geçirdi. Elimden tuttu, salona doğru yürüdük. Aralık kapı­ dan annemin, ablamın ve ağabeyimin heyecanlı sesleri geliyordu. Sonra hepsini bastıran, tanımadığım bir erkek sesi. Babam. İşte oradaydı, yıllar süren yokluktan sonra üzerinde minik desenli, bordo, ipek bir ropdöşambrla koltukta oturuyordu. Sonraki yıllarda bu giysisinden hiç ayrılamayacaktı. Ürkek ve tereddütlü adımlarla salona girdim. Çok yıllar geçmişti, bırakıp gittiğinde daha yürüyemiyordum bile ve şimdi karşımda bir yabancı vardı. Ona sarılma cesareti bulamadım, annem kollarının arasına itmeseydi bunu asla yapamazdım. Ya Venedik? Venedik’ten hiç söz edilmedi. Ne o za­ man ne daha sonra. Ben de sormadım. Çocuklar içgüdü­ sel biçimde neyi sorup neyi sormamaları gerektiğini bi­ lirler; karşılarındakilerin yanıt veremeyeceğini anlarlar. Gene de labirenti andıran, suyun üzerinde yüzer gibi duran Venedik’e ilk gidişimde direnemedim: o babanın, bir zamanlar olduğum o çocuğun anısına bir gondol ge­ zisi yaptım.
“Ne çok sır var” diye düşünüyorum gülümseyerek. Hiç çözülmemiş gizemler, asla açıklanmamış aile sırları. Gerçek suçlar, gönül suçları. Belki de bu nedenle filmle­ rimde bu sırları anlatmayı; tatlı tatlı ortaya dökmeyi, çö­ zümlemeyi ve nedenlerini açıklamayı seviyorum.

İşte belki de bu nedenle cüzdanımda ısrarla eski bir kartpostal taşıyorum. Siyah beyaz, kenarları tırtıklı bir İstanbul kartpostalı. Sultanahmet Camii, Ayasofya’nın kubbesi, Boğaz’ın kıvrımları ve uzakta, çok uzakta – sa­ dece onu seven birinin tanıyabileceği– evim, eski beyaz ev görünüyor. Arkasında asla terk etmediği dolmakale­ miyle babamın zarif ve kendinden emin yazısı var. Sade­ ce bir tarih: 1963. Bu kartpostal onun kitap ayracıydı ve babam birkaç yıl önce öldüğünde ben aldım. Başucunda duran kitap­ tan çekip çıkardım. O zamandan beri cüzdanlarımda ge­ ziyor. O sadece bir hatıra değil. Bir davet, bir vaat. Çün­ kü nerede olursam olayım, İstanbul beni bekliyor. Şu anda inmekte olduğum, benim İstanbul’um...