BIST 9.636
DOLAR 34,66
EURO 36,34
ALTIN 2.947,66

Fark

Geçtiğimiz hafta rahatsız olduğum için evden çıkamadım; hatta bu nedenle yazımı da yollayamadım.

Geçtiğimiz hafta rahatsız olduğum için evden çıkamadım; hatta bu nedenle yazımı da yollayamadım.

Evde oturunca, doğal olarak bol bol televizyon izledim, kitap, dergi okudum, az konuştum, çok düşündüm.

İyi de oldu aslında. Hastalık adeta tedavi etti beni. Kafamı sakinleştirdi.

Bazen olayların kıyısında kalmak; hayata müdahil olmadan akıp gidenleri gözlemek yararlı oluyor.

Kapsüllendiğiniz ortamdan kurtulup genişliyor, özgürleşiyorsunuz.

Tam da Galatasaray vukuatının alevlendiği günlerde, Barak Obama'nın hayatını anlatan bir belgesel izledim.

Bir tarafta kraldan çok kralcı geçinenlerin seçim sathı mahalline girdikçe artan sevimsiz fotoğrafları; diğer kanalda Obama'nın seçimlerde kullandığı klip vardı.

Dev uçurumlarla ifade edilebilecek anlayış farkı, bir zap mesafesi kadar yakındı.

Seçimlerde kullanılan klip, etkileyici bir müzik ve uyuyan çocuk görüntüleriyle başlıyor.

Sarışın, zenci, Latin, her yaştan bir dolu sevimli yavru, tatlı tatlı uyuyor.

Fondaki seste şu sözleri duyuyorsunuz:

"Saat gece yarısı üç...

Çocuklarınız yataklarında huzur içinde uyuyorlar... Mutlular...

Bu arada, dünyanın bir yerinde önemli bir güvenlik sorunu yaşanıyor.

Ve, Amerikan Başkanı'nın telefonu çalıyor.

O telefona kimin cevap vermesini istersiniz?"

Özet olarak deniliyor ki; "verdiğiniz her oy çocuklarınızın geleceğini ilgilendiriyor. Yanlış adamı seçerseniz onları tehlikeye atarsınız."

Zaten Amerikan seçim kampanyalarında çocukların, hatta torunların geleceği iyi bir seçim argümanıdır ama nedense bu söylem, bizde çok fazla kullanılmaz.

İşçisinden, memuruna, çiftçisine; herkes hesaba dahildir ama çocuklar yoktur.

Oysa çocuk, yarınlarımızdır. Yarınlarımızın fotoğrafıdır.

Aynı zamanda, uzun vadeli yatırımlardır.

Çocuk, gelecektir.

Geleceği planlamak demektir.

"Geleceği planlamak" ise bizim siyasi geleneğimizde yoktur.

Uzun vadeli planlar, programlar da öyle!

O gün ne gerekiyorsa o yapılır.

Birkaç teşvik, birkaç vergi affı, biraz zamla; Kılıçdaroğlu'nun yaptığı gibi mangalda kül bırakmayan temelsiz vaatlerle ne kadar oy kotarılıyor ona bakılır.

Vatandaş da çoğu zaman, milli iradeyi cüzdana tahvil eder.

Cebine ne giriyor, ona bakar.

Sonra ne olur?

Amerikalılar, dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelecek bir sorunu çözmek üzere Başkan seçerken; biz liderlerimizi küçücük stadyumlara hapsetmeye çalışırız.

Onlar, "O satıh bütün dünyadır" derken; biz, "hattı müdafaalar yaratırız".

"Fırat kıyısında bir kuzu kaybolsa hesabı benden sorulur" anlayışının mirasçıları olarak, insanlık adına dev projelere odaklanmamız gerekirken; bir kaşık suda kopardığımız fırtınalarla oyalanırız.

Ha bre kinlenip dururuz.

"Big brother"ın elini ülkemizden çekmediğinden yakınırız.

Senaryolar yazıp, ülkemizi bu senaryolara yönettiğini düşünür, kızarız.

Ne var ki; kendi yolumuzu çizmeyi, büyük oyununun içinde olmayı; hatta bu oyunu kurmayı başaramayız.

Oysa yapmamız gereken bu. Ve ülkemizi gerçekten güçlü bir aktör yapmak için, hepimize iş düşüyor.

Önce beyinlerimizi dezenfekte edip bizi dibe çeken bütün ağırlıklardan, önyargılardan kurtulmayı, ardından da silkinip kalkmayı, kendimiz olmayı başarabilir miyiz sizce?