Ey Türk evladı..Ben Aliya İzzetbegoviç!...
Bir gün sana da sıra gelecek. Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme.Sen varsan biz varız unutma..
Sevgili okurlar..
Bu bir tarihi mektup...
Bir büyük ders..
Belki uzunluğu zamanınızı alacak…
Ama bugün Pazar…
Lütfen bu tatil gününde koltuğunuza oturun 5 dakika okuyun…
Çünkü hafızalarımızı tazelemeye çok ama çok ihtiyacımız var..
Çok ama çok anlamlı ifadelerle yüklü bir mektup..
Hele, Hele küresel güçler tarafından Ortadoğu’da oynanan oyunları, son olarak Mescid-i Aksa’da yaşanan trajediyi ve Fetö’ sü, PKK’sı, İŞİD’ i ülkemizin üzerine çökme planlarını ,güneydoğumuz üzerindeki ayrıştırma ,karıştırma planlarını görünce daha da anlamlı..
O nedenle çok şey anlatıyor…
Bizden biri…
Bağımsız Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı
2003’de aramızdan ayrılan Türk İslâm âleminin ‘Bilge Kral’ı, yakın dönemin dünya tarihine damga vuran şahsiyetlerinden biri..
Bakın yazdığı mektup ile Avrupa’nın gerçek yüzünü nasıl anlatıyor, Türklere nasıl sorumluluk yüklüyor…
Gelin okuyalım;
***
"Merhaba Efendim,
Ben Aliya.
Aliya izzetbegoviç.
Bosna-Hersek'in Cumhurbaşkanıyım.
Sizi Devlet-i Aliyye'nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna
Sarayı'ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna'dan
selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa'dan, Avrupa'nın
ve Batı'nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek
istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye'nin ordusunda
askerlik yapmıştı, Üsküdar'da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla,
ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş.
Biz ailece 1927'ye kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir
Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş,
Semendire'den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki
yaşındayken Saraybosna'ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim
Saraybosna'da geçti. Bu dönemde Yugoslavya'da Kara Corceviç
hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan, 19. yüzyılda Devlet-i
Aliyye'ye isyan eden Sırp Kara Corceviç'in kurduğu hanedandı.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde
Müslüman halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan
toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular.
Birçok zengin aile, bir gecede herşeylerini kaybetti, Müslümanlar
varlıklı uyandıkları günün akşamına fakir bir halk olarak
girdi.
Bosna'da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar.
Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk
diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı'nda burayı
fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı
bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında
küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız,
28 Haziran 1914 günü, Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi olan
Gavrilo Princip'in ateşlediği kurşun, Birinci Dünya Savaşı'nı
başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i Aliyye'yi
çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar
etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli
olduğunu söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye'nin
Bosna topraklarından çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan'ın
yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk
hâkimiyetinin tamamen son bulduğu ve Sultan Abdülhamid'in
resimlerinin duvarlardan indirilip Avusturya-Macaristan
imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü
dolarak anlatırdı hep. Çünkü 1908'den sonra biz Boşnaklar çok büyük
sıkıntılar yaşadık.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye
ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu
varsa, o şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan'ın, Hırvat
ise Hırvatistan'ın… Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç
hesaba katılmadan sayım yapılacaktı. Tuhaf olan ise Bosna'da en
fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı. İkinci ayrışmayı
Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yaşadık.
Bu yüzyılın bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile
1995 arasına âdeta sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan
onurunun tamamen ortadan kalktığı, vicdanın yok olduğu, insanlığın,
evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995…
Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara
sorarsanız, Avrupa'ya İslamı yaymaya çalışan Türklere deniyor.
Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu,
Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için
ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan
sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak'ı
“Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı
pahasına direnen millet” diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum.
Benim gözümde, Türkiye'den bize destek olmak için gelen savaşçılar
da Boşnak'tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde
küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da…
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale'de ve Yemen'de korumaya
çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna'da ayakta tutmaya
çalıştığımız şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için
bazen dini, bazen dili bazen ırkı, bazen mezhebi kullanan
işgalcilere karşı insanlığı, kardeşliği bir arada yaşama idealini
korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna'ydı. Boğazı sıkıldı,
kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve
ölüme terk edildi.
O günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya'nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve
Hırvatistan, bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler
onları hemen tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların,
Hırvatların ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları bir devleti
savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi düşünmüyorlardı.
Yugoslavya'nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında
Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok
edeceklerdi, bizi insan olarak bile görmeyeceklerdi.
Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak bağımsızlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4 bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı.
Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama
da… Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler'e başvurduk.
Avrupa'dan ve Amerika'dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır
savundukları demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var
olduğunu savundukları ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik.
Yardım dilenmedik, para ve silah da…
Sadece ama sadece silahsız ve korunmasız halkı koruyacak bazı
tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş Milletler bunun için
kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak.
Toplandılar, bir karar açıkladılar. “Savaşın üstüne savaş eklemek
istemiyoruz.” dediler. Silah satışına ambargo koydular.
Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı, ama artık ambargo
sebebiyle, direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı
yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika, Müslümanları, Türkleri yani sizin
deyişinizle biz Boşnaklara elimiz kolumuz bağlı hâlde düşmanımızın
önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa'dan, Amerika'dan sesimizi duymalarını
bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.
Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza
daha fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince
Avrupa'nın ne demek olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa'nın ortasında bir halk, sadece
Müslüman olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için
katillerin önüne elleri bağlı halde terk edildi. Ben halkımı bir
savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim, ama itiraf etmeliyim ki bir
savaşın içinde olduğumuzu söylerken bile 20. yüzyılda bir millete
soykırım uygulanacağını, hele bunun Avrupa'nın gözünün önünde ve
hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç ama hiç
düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır.
Mesela neredeyse aynı tarihlerde Afrika'da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa Devlet Başkanı François Mitterand'ın “Oralarda yaşanan şeylerin ciddiye alınmasını gerekli görmüyorum.” dediğini duymuştum. Orası Afrika'ydı. Yıllarca Fransızlar ve İngilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların, İngilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz Avrupa'da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini düşündüm. Yanılmışım.)
Peki, neler oldu Bosna'da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı.
Boşnaklar, tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler.
Kendi tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye
uğraştık. Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar
yaptık. Ama hiç tankımız olmadı mesela. Savaşı yaşamayan kişiye onu
anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız.
Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden herşeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan… Elinizdeki insani malzemenin tükendiğini… Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de… Şehre giriş ve çıkış da yapılamıyordu.
Bir kuşatmaydı bu.
Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan, bakımsızlıktan
öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz
yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu
konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler
bile onların kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler,
kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef
Bosna'nın her tarafından, Mostar'dan, Srebrenitsa'dan bu tür
haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi.
Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik temizliğin bir
parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir
plandı. Bir gün Brçko'da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre
atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz'da devam
etti, peşinden Prijedor'da…
Ve sonra bütün Bosna'da…
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak
yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp
devletinin takip ettiği işgal politikasına… Ama düşmanımız yani
Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak,
inançlı birer Müslüman olarak Kitab ne emrediyorsa ona göre
davranmak zorundaydık. Öyle de davrandık. Bunu, insanlık ve
İslamlık onuruyla ve gururla söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi
gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar
ettiler. Sadece mezarlarımızı değil, tarih? eserlerimizi de…
Yüzyılların kıymeti Mostar' daki köprümüz, Saraybosna'daki NAHIT
Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa mimari tarzına göre inşa
edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi saymaya gerek
var mı bilmiyorum.
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza
tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz
binlerce vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını
gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne
yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna'ya uygulanan ambargoyu
kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve
talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından
reddedildi. Ben hem onların, hem Sırpların bana karşı işlediği
suçları affedebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları da…
Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi inanç onların
kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir? Asla
affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı'nın ve Avrupa'nın Bosna'da
yaşanan soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. Yanlış
anlaşılmasın. Onlar, bu soykırıma doğrudan ve çok etkili bir
şekilde müdahale ettiler: Sırplara yapabilecekleri her türlü
yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri kolları bağlı
bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını
oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna'yı, Mostar'ı gezerken göreceksiniz ki bizim
şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin
istirahatgâhı. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar
taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir
köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz.
Dünya Bosna'yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey “acı"dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin, hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak'ın anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü
bildiği, bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı
hakkında… Bir insanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı,
en zalim, en adi günlerin yaşandığı katliam… İnanın, o gün
Srebrenitsa'da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize Allah'ın
Kitap'da bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme
sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka yaparlardı. Ama buna
bile fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi.
Birleşmiş Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan
etti ve Hollandalı bir askeri birliği şehrin beş kilometre
yakınına, Potocari'deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi
lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise olarak
dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam
eden çok taze bir dramdır bu.
Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde "Avrupa'nın ilkeleri” gereği
insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa'ya
güvenerek ve artık NATO, BM gibi kurumların koruması altına
girdiklerini düşünerek silahlarını teslim ettiler.
Fakat 1995'in Temmuz'unda Sırplar, Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa'yı abluka altına aldılar. Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa'ya sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu.
Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere Potocari'deki BM kampına
sığındı. Şehir boşaltılmış, yirmibine yakın masum sivil halk,
kampın etrafına kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla
tarafına doğru koşmaya ve kurtulmaya çalıştı.
Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa'ya girdiğinde yakılmış
evler, yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir
insan bile yoktu. Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde
“Nihayet Türklerden intikamımızı alıyoruz, artık onları
Avrupa'dan tamamen kovmanın zamanı geldi.” diye konuşuyor,
askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya'ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir
Alman vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında
yaşanan insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına inanır
mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp'ın
o gün Srebrenitsa'da yaşananları yapacağına inanamadığım gibi.
Fakat yaptılar.
Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari'deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün
sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada
bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine
yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç
göstermeden bu isteği kabul etti.
Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda “Bizi teslim etmeyin, öldürecekler.” diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı?
Sizin yoksa da tarihin bir fikri var: BM Bosna Barış Gücü
Komutanı, Fransız General Bernard Janvier veya Hollanda Askeri
Birliği Komutanı General Tom Karremans olmanız yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge'yi korumak için bir tek adım
bile atmayan bu beyler, yirmibin masum sivili o gün Radko Mladiç'e
teslim ettiler. NATO'ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını
ama İtalya üzerindeyken yeni bir emirle geri döndüğünü artık
hepimiz biliyoruz.
Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan herşeyi affedebiliriz ama
kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanları asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün.
Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah
dayıyorlar ve ondan çırılçıplak soydukları kadına yani annesine
tecavüz etmesini istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini
yapamayınca kafasına yediği tek kurşunla ölüyor. Bu sırada
Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına takılı kulaklıkla müzik
dinliyorlar.
Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı
annesinin kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki
yana açıp üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor.
Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı, askerlerin önderi
Mladiç'le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi,
askerleri rahatsız etmiş. Annesine “Kes şunun sesini!” diye
bağırıyorlar. Kadın bebeğini sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor
ama başaramıyor. Asker “Sen susturamazsan ben
sustururum.” deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip
yere atıyor.
Türk'ün evladı…
Unutma.
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi
yapayalnız bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı
katlettiler ve toplu mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza
tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim bıraktılar.
Henüz mezarlarını bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. Önce, hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar.
Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari'deki şehitliğe defnettik.
Biz “Bosna'da kendi devletimiz olsun.” demedik,
onlar dediler. Biz “Bosna'da sadece bizim dinimiz
olsun.” demedik, onlar dediler. Biz “Bosna'da
sadece bizim kimliğimiz olsun.” demedik, onlar
dediler.
Bizim Bosna'da savunduğumuz şey, Batı'nın tüm dünyaya göğsünü gererek anlattığı Helsinki Nihai Senedi'ydi, Paris Şartı'ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren askerlerin bebekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa düştüğünde Avrupa'nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu anladık.
Amerikan Başkanı George Bush'a toplama kamplarını, tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak'a bir gecede savaş açan ama buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan'da, Pakistan'da, Afrika'da, Filistin'de, Hindistan'da askeri operasyon yapan Amerikan Başkanı, anlattıklarımı dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana: “Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa'nın bir iç meselesi.”
Ben Aliya,
Aliya İzzetbegoviç.
Unutma, Türk'ün evladı!
Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve
kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların
demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış
ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da,
Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla… Biz,
kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye
yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızı sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler.
Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık,
tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara
gömüldük, yok edildik.
Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de,
Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen
sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir
mezhebin sancağıydı. insanlığın, tek başına insan olmanın
temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme.
Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz.
Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için
değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen
ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya'ya sürmek için planlarını adım adım
işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin
yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk'sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin,
olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap
demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale'de Kürtleri boğazlarken onlara
Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni
devletlere ihtiyaç duydu, Arap'a Arap demeye başladı. Seni ondan,
onu senden ayırdı. Bugün de Kürt'ü senden, seni Kürt'ten ayırmak
için gece ve gündüz çalışıyor.
Türk'ün Evladı,
Biz Boşnak'ız ama Türk'üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı
taşıdığın kadar Boşnak'sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak
hafızamız yok. Sırp'a karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla
zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz,
kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk.
Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için
hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarıni
çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik,
bebeklerini boğazIamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgahlyla saflara
ayrışmamalısın.
Türk'ün Evladı,
Bizi, onların bize yaptıklarını ve sorumluluğunu sakın
unutma."
***
Evet Bilge Kral, unutulmaz devlet adamı Aliya İzzetbegoviç’in ardında bıraktığı tarihi mektup çok şey anlatıyor…
Ders gibi…
Tabi ki o dersi alabiliyorsak…
Allah gani ,gani rahmet eylesin..
Mekanı cennet olsun...