Biz her zaman affı çok sevmiş bir milletiz. Hatta mahkumlarnı tiplerine göre affedildiği dönemler bile olmuş. Ağca o zamanlarda yaşasa affedilir miydi acaba?
Abone olMurat Bardakçı Hürriyet'teki köşesinde yine eskilerden hikayeler anlatmış ama anlattığı hikaye gündeme öyle uygun düşmüş ki. Bardakçı diyor.
Yazı: Murat Bardakçı
Kaynak:
Biz, álicenap görünme merakımızdan olacak, affı çok sevmiş ve af için pekçok bahaneler yaratmış bir milletiz. İşte, eski zamanlardan kalma böyle bir af öyküsü:
Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü olan 1901’de büyük şenlikler yapılmış ve padişah sınırlı bir af ilán etmişti. Ama, idam ve müebbed hapis mahkûmları için suçlarına değil, tiplerine göre af çıkartmış; mahkûmların fotoğraflarını tek tek inceleyip görünüşü ve bakışı düzgün olanları bırakmış, tipini beğenmediği mahkûmları ise "Bu herifin suratında meymenet yok. Çıkarsa başka canlara da kıyar" deyip hapiste tutmuştu. Adalet tarihimizin ilk geniş çaplı affı olan 1901’deki bu salıvermeler sırasında bazı komiklikler de yaşanmış, meselá kendilerine ve ailelerine maaş bağlanarak sürgüne gönderilen bazı siyasi mahkûmlar, aftan sonra saraya "Hem serbest bırakıldık, hem de aylıklarımız kesildi" diye şikáyette bulunmuşlardı.
MEHMET Ali Ağca’yı sekiz günlük bir hürriyet teneffüsünden sonra yeniden içeriye aldık. Gerekçe, málum: Af ve infaz yasalarının yanlış uygulanması...
Biz, álicenaplık merakımızdan olacak, millet olarak affı ve hapishaneleri boşaltmayı aslında çok severiz. Suçluyu önce içeriye atar ama kısa bir zaman sonra hapsettiğimize her nedense üzülür ve bir bahaneyle affediveririz. Hiddete gelip astığımız kişiler arasında haklarında sonradan af çıkarttığımız, hattá heykellerini dikip isimlerini bulvarlara, okullara ve havaalanlarına verdiklerimiz de pek çoktur.
Parlamentonun bulunmadığı eski zamanlarda, bu iş devrin hükümdarının iki dudağının arasındaydı ama af ilánı için mutlaka bir bahane gerekirdi. Dini bayramlar, ufak suçların affı için genellikle iyi birer bahaneydi. Meselá, devlete olan küçük borçları yüzünden hapse düşmüş olanlar birkaç senede bir affa uğrar, hükümdar böylelikle hem serbest kalanlarla ailelerinin dualarını alır, hem de şefkatini ve merhametini, dolayısıyla da büyüklüğünü göstermiş olurdu. Ama mahkûmiyete sebep olan paranın miktarı fazlaysa, yani devlet mahkûmun işlediği suç yüzünden yüksek bir zarara uğramışsa af sözkonusu olmazdı, "Sürünsün namussuz!" denir ve küçük mebláğlar yüzünden içeriye girmiş olanlar affedilirken büyük miktarda para götürenlerin çıkmasına izin verilmez ve böylelikle devletten mutlaka korkulması gerektiği hissettirilirdi. Şahıslara karşı işlenen mali cürümlerin affedilmesi pek yaygın değildi ama nadir de olsa zamanın hükümdarının alacaklılara paralarını ödeyip suçluyu serbest bıraktığı ve böylelikle her iki taraftan da bol bol dua aldığı olurdu.
Sadece bayramlar değil kazanılan bir zafer, bir şehzadenin doğumu yahut hükümdarın çok sevdiği kızlarından birini dillere destan bir düğünle evlendirmesi de af vesileydi. Ama, sık kullanılan bir af bahanesi daha vardı: "Cülus sene-i devriyeleri", yani hükümdarın tahta çıkış yıldönümleri...
Af ilánı, cülusun genellikle onuncu, on beşinci yıldönümü gibi yuvarlak senelere rastlardı. 1901’de, Sultan İkinci Abdülhamid’in tahta çıkmasının 25. yıldönümü münasebetiyle ilán edilen af da, adliye tarihimizin en geniş kapsamlı aflarından biriydi.
Abdülhamid’in hükümdarlığının 25. yıldönümünü, Türkiye’de o zamana kadar yapılan en büyük kutlamalardan biriydi. Gazeteler günlerce beyaz kalın káğıtlara altın yaldızlı mürekkeplerle basılmış medhiyeler yayınlamışlar, piyasaya hatıra eşyaları, meselá üzerinde hükümdarın ömrünün uzun olması için edilecek duaların yazılı olduğu ipek mendiller çıkartılmış, saraydan fakirlere günlerce yiyecek dağıtılmış ve camilerde geceler boyu hatim üstüne hatim indirilmişti. Ve, bu kutlamalardan günümüze kadar gelebilen daha önemli başka hatıralar vardı: Bugün, Anadolu’da ve Rumeli’de hálá varolan çok sayıda saat kulesi, Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü şerefine dikilmişti.
İşte, bu kutlamalar sırasında af ilánı da unutulmadı... Abdülhamid, mali suçlar yüzünden hapiste olan birçok mahkûmun borcunu çeyrek asırlık iktidarının hürmetine bizzat üstlendi ve cezaları affetti. Sonra, isimleri cinayete karışmamış bazı adi suçlular da birer birer serbest bırakıldılar. Hattá, pek ádet olmamasına rağmen bazı siyasi suçlular bile af kapsamına alınmışlar ve affedilen siyasi sürgünlerden bazıları komediye varan taleplerde bulunmuşlardı: Abdülhamid zamanında siyasi sürgünlere ve sürgünlerin geride kalan ailelerine cüz’i de olsa aylık verilirdi ve affa uğrayarak İstanbul’a dönen sürgünlerden bazıları aylıklarının kesilmesinden şikáyetçi olmuşlar ve saraya "hem serbest bırakıyor, hem de maaşımızı kesiyorsunuz" meálinde dilekçeler göndermişlerdi.
Hükümdar, katillerle eşkıyanın affında ise, o güne kadar rastlanmamış bir metod tatbik etti. Abdülhamid, ana-baba katilleri gibi birkaç istisna dışında idam cezalarının infazına zaten hiç izin vermemiş, bu cezaları müebbed hapse çevirmişti ve dolayısıyla hapishanelerde çok sayıda müebbed mahkûmu vardı. Sarayda bir komisyon kuruldu, komisyon ipten-kazıktan kurtulan bu mahkûmların bir listesini çıkardı, isimlerinin yanına hangi suçtan dolayı zindana düştükleri de yazıldı ve liste, af kuşunun kimin başına konacağına karar vermesi için Abdülhamid’e sunuldu. Ama, hükümdar, bu ayrıntılı dosyalarla yetinmedi ve başka birşey istedi: Affedilecek olan müebbed mahkûmlarının fotoğraflarını...
Emir yerine getirildi, mahkûmların hemen fotoğrafları çekildi ve albümler halinde Abdülhamid’e takdim edildi. Hükümdar mahkûmların önce dosyalarını okuyor, sonra fotoğraflarına bakıyor ve affa láyık olup olmadıklarına tiplerine göre karar veriyordu. Komisyonun birçok kararını tasdik etti ama bazılarını "Bu herifin suratında meymenet yok. Çıkarsa başka canlara da kıyar" deyip içeride bıraktı.
Mahkûmların fotoğrafları, şimdi albümler halinde İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde saklanan Yıldız fotoğraf kolleksiyonunda bulunuyor. Bu fotoğrafları günün birinde gördüğünüz takdirde, "Adamlar fotoğrafları çekilirken surat asmak yerine azıcık tebessüm etseler ve şirin gözükmeye çalışsalardı acaba hükümdarın affına mazhar olabilirler miydi?" diye düşünebilirsiniz.
İşte, Son Osmanlılar’ın memlekete dönebilmelerini sağlayan kanunun mimarı
HÜRRİYET Tarih Dergisi’nin sponsorluğunda hazırladığım dört bölümlük "Son Osmanlılar" belgeselinin ilk bölümü geçen Çarşamba gecesi Kanal D’de yayınlandı. Belgeselin diğer kısımlarını, önümüzdeki üç hafta boyunca her Çarşamba gecesi yine Kanal D’de izleyeceksiniz.
Hafta başında Hürriyet’te yayınladığım "Son Osmanlılar" dizisinde ve belgeselin ilk bölümünde, sık sık tekrar ediliyordu: Hanedanın erkek mensupları, yani Fatih’in, Yavuz’un ve Kanuni’nin soyundan gelen şehzadeler 1924’te gönderildikleri sürgünde tam 50 sene geçirmiş ve hayatta kalan şehzadeler memleketlerine ancak 1974’te dönebilmişlerdi. Bu dönüş, Bülent Ecevit’in başbakanlığı sırasında, Cumhuriyet’in 50. yıldönümü münasebetiyle, yıldönümünden bir sene sonra çıkabilen meşhur "1974 affı" ile mümkün olmuş, hattá o günlerde "padişah torunlarının memlekete özel bir kanunla değil, bünyesine katilleri ve canileri de alan bir afla dönebilmelerinin yakışıksızlığı" hakkında tartışmalar yaşanmıştı.
Meclis’e hükümet tarafından verilen af kanunu teklifinde, Son Osmanlılar ile ilgili bir madde bulunmuyordu ve hanedana Türkiye’ye dönüş imkánı, görüşmeler sırasında verilen bir önerge ile mümkün olabilmişti. Önergenin altında, o yıllarda Demokratik Parti’nin Erzurum Milletvekili olan Rasim Cinisli’nin imzası vardı, yani Osmanlı şehzadelerinin yarım asır devam eden sürgününe, Rasim Bey’in bu önergesi nihayet vermişti.
Rasim Cinisli, Meclis Genel Kurulu’nda 1974’ün 9 Nisan’ında yaptığı konuşmada, "...Yüce heyetinizin vereceği kararla vatan toprağında ölme hakkını kazanacak olanlar Fatih’in, Kanuni’nin ve Yavuz’un torunlarıdır. ...Cumhuriyetimizin bu 50. yılında her Türk’ün gönlüne kök salmış olan Cumhuriyetimizin gücünü ispat etmek için olsun, milletimizin yüceliğine yakışan bu kararı almak tarihi bir tavır olacaktır" demiş ve verdiği kanun teklifi oybirliğiyle kabul edilmişti.
Uzun yıllar Milli Türk Talebe Birliği’nin "efsane başkanı" olarak tanınan, 29 yaşında iken milletvekili seçilen ve bir zamanlar Türkiye’nin en genç politikacısı olan Rasim Cinisli ile bu hafta uzun bir sohbet yaptım. Rasim Bey bana kanunun 1974 Nisan’ında Meclis’te görüşülmesi sırasında yaşananlardan bahsetti ve Son Osmanlılar’ın memlekete dönebilmelerini mümkün kılan maddenin nasıl çıkartıldığını hikáye etti.
Rasim Bey, "Devlet teröristleri ve kendi bağrına hançer sokanları bile affediyordu. Sürgündeki Osmanlılar’ın yürek yakan maceraları ise teessür yaratıyordu" dedi. "Kanunun Adalet Komisyonu’nda görüşülmesi sırasında verdiğim teklif, kanun metnine sekizinci madde olarak iláve edildi ve Adalet Partisi’nden de destek gördü. Kabul edilen metin daha sonra Senato’ya gitti, oradan Meclis’e geri döndü ve bu defa CHP grubu da karşı çıkmadı. CHP’nin o zamanki Genel Başkanı olan Bülent Ecevit ile Sultan Vahideddin’in arasında uzak bir akrabalık bağı bulunduğunu o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk. Tasarıya karşı çıkmasını beklediğimiz CHP’nin sessiz kalmasının sebebi belki de buydu..."
Rasim Cinisli’ye "Bu teklifi vermek nereden aklınıza geldi?" diye sorduğumda, "Bugün İstanbul’da, Türkiye’de yaşıyorsam, bunu Osmanoğulları’na borçluyum" cevabını aldım.
İşte, Son Osmanlılar’ın yarım asırlık sürgünden sonra memlekete dönebilmelerini sağlayan kanunun ve bu kanunun mimarı olan Rasim Cinisli’nin kısa öyküsü...