Ermeni Taziyesi Veya Hicranlar Anmak
Yirminci asrın başlarından itibaren işleyen zamanın özellikle şark toplumları için iyiliklerle anılmaya değer bir dönem olmadığını düşünenlerdenim.
Yirminci asrın başlarından itibaren işleyen zamanın özellikle şark toplumları için iyiliklerle anılmaya değer bir dönem olmadığını düşünenlerdenim. Çünkü Toynbee’nin ifadesi ile ilk evrelerinde sari hastalık misali ateşli geçen milliyetçilik akımı ve neden olduğu çatışmalar ve kopuşlar sebebiyle şark toplumlarının bir arada yaşama kültür ve geleneğinin temin ettiği refah ve mutlulukları her geçen gün azalmıştır.
Neticede mezkur akımın gölgesinde teşekkül eden iktidarlar eliyle bu topraklar nice dilhun ağıtların, ağır trajedilerin, insafsız muamelelerin, faili meçhul cinayetlerin, hukuka hasret mahkemelerin, tahammülü zor cevru cefanın, zindan tarihine derinliğine kazınmış vahşi işkencelerin, tehcirlerin, tenkillerin, yasakların, inkarların, asimilasyonların ve dahi reddedişlerin yarattığı koca bir cehennem oluvermiştir. Balkanların, Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın hali hazırda yaşadıkları dahi aynı cehennemi sarmaldan başkası değildir. Çünkü bu akımın inanç ve felsefe kamusunda ‘ötekisi cehennem’ olarak tanımlanmıştır hep.
Bu süreci tüm hararetiyle en fazla yaşayan ülkelerin başında belki de Türkiye gelmektedir. Çünkü insanları farklı etnik kökenlerden, farklı dil, din ve mezhebi kimliklerden müteşekkil koca bir imparatorluğun merkezi alanı burasıydı. O nedenle buralarda son asırda yaşanmış nice hikayeler vardır ki, akıl ve vicdan erbabı için binbir ibretlik ders içerir. Yeter ki o hikayeleri tarafsız, adil ve sağduyu ile okuyabilelim. Basit bir istatistiğin bile çok şey anlattığı kanaatindeyim: Mesela 1906’larda bu topraklarda bizimle birlikte yaşayan Gayr-ı Müslimlerin oranı 5’de 1 iken, 1950’li yıllara gelindiğinde 55’ten 1’e düşmüştür.
Zira İttihat Terakki ile başlayıp Cumhuriyet ile devam eden
yarım asırlık dönemde adeta ‘en makbul din’ olarak telakki edilen
bu akım önce Gayr-ı Müslimleri, akabinde de Gayr-ı Türkleri ‘bir
şekilde’ eritmeyi devletin varoluş nedeni ve ebed müddet beka
sebebi olarak algılamış, dolayısıyla merkeze insanı değil devleti,
hürriyeti değil emniyeti konumlandırmıştır. Böylesi bir algıda
kendisine asla yer bulamayacak olan ise haliyle insan onuruna layık
bir kimlikle yaşamak olmuştur.
Şu günlerde binlerce yıllık müşterek tarihimize, herhangi bir
insanın ya neseben veya dinen kardeşimiz olduğu tarzındaki
inancımıza, asırlar boyu teşekkül etmiş birlikte yaşam kültürümüze
rağmen her birimizi yek diğerinin katili veya maktulü kılmış
kahrolası bu algının bir asra yakın zamandır bizi mahpus tuttuğu
mağaradan şu günlerde silkinerek uyanmaya başladığımızı görüyorum.
Tıpkı inançları uğruna Roma’nın zulmünden kaçıp mağaraya sığınan
gençler misali, bir ‘düne’ dair elimizde ve hafızamızda kalana bir
de ‘bugüne dair’ çarşıda karşılaştığımıza bakıp, vakıayı anlamaya
çalışıyoruz.
Ve gün geldi, o çabalar bizi düne farklı bir bakışa, o da dün burada olan-bitenlerden suç ve günah dahi olsa payımıza düşenle yüzleşmeye yönlendirdi. Akif’in ‘Dönüp maziye tırmandık, ne hicranlar, neler andık’ dizesindeki gibi tarihin meçhul kalmış kimi dehlizlerine kapı araladık. Diyarbakır’dan ve Dersim’den özürden sonra şimdilerde ise Ermeniler için taziye dileğinde bulunduk. Nereden nasıl bakılırsa bakılsın bu dilek bu coğrafyanın tarihinde ‘yeni bir dönemin başlangıcı’ olarak kayıt altına alındı bile.
Kanaatim odur ki, insanlık ve hakkaniyet adına geç kalınmış bu erdemli çıkış esasında: ‘Konuşurken adil olun! Aleyhinize de olsa hakikat için şahitlik edin! Ve ‘Bir kavme olan düşmanlığınız sizi adaletsizliğe sevk etmesin!’ gibi ilahi emirlere iman etmiş olmamızın bir gereğiydi. Ne var ki, kesif milliyetçi mahalle baskısında o emirleri daha yüksek yerlerde soylu birer sese dönüştüremediğimizi de itiraf etmeliyiz.
Öyle ise hiçbir siyasi kaygı, çıkar, istismar ve önyargıya izin
vermeksizin dün olmuşları akıl, vicdan, adalet ve hakkaniyet
ışığında satır satır okuyup geçmişimize ayna tutmaktan
çekinmemeliyiz. Şahsen bunun her bir insan için aynı zamanda ahlaki
bir mecburiyet olduğuna inanıyorum. Aksi takdirde geleceğimizi de
düne dair yanlış bilgi, algı ve duygular üzerine bina etmekten
kurtulamayacağız. Yoksa düne dair altı ve üstü ile bilinç dünyamızı
biçimlendirmiş yargılardan kurtulup niyetlendiğimiz barışa
ulaşmanın imkanlarını da bizzat kendimiz tüketmiş olacağız.
Unutmayalım ki, barışı inşa ve tahkim etmek için değerlendirilecek
zamanı boşa geçirmek ya da daha kötüsü geleceği kin ve intikam
duygularının sevkiyatı ile kirli sabotajlara açık bırakmak her
birimiz için yarın sadece bir hasret ve nedamet olacaktır.