Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ahmet Altan'ın zehir zemberek Uludere yazısına karşı tazminat davası açtı.
Abone ol12 Haziran seçimleri sonrası Erdoğan ile Taraf'ın tepesindeki isim Altan arasındaki bahar havası uzun sürmedi. Başbakanın helallik istemesi ve davasını geri çekmesi Altan'ı sert yazılar yazmaktan alıkoymadı.
Ahmet Altan'ın Başbakan Erdoğan'a karşı en ağır yazısı olan "Devlet yardakçılığı ve ahlak" başlıklı köşesi mahkemelik oldu. O yazı nedeniyle Altan aleyhine 30 bin TL tazminat davası açtı.
"DEVLETİN OYUNCAĞI"
34 kişinin hayatını kaybettiği Uludere bombardımanı taraflar köprüleri attı. Askere sahip çıkmakla suçladığı Erdoğan'a Altan'ın "Yazık sana, şu düştüğün hale bak, milletin yiğidiydin, devletin oyuncağı oldun" sözleri olay olmuştu. Altan köşesinde "Bu çocukları niye öldürdünüz, bize bunu söyle" dile sormuştu.
MAĞDEN'E DE DAVA
Başbakan Erdoğan ayrıca Taraf yazarı Perihan Mağden’e de 5 ocak tarihli “Yok artık Sayın Başbakan” başlıklı yazısı nedeniyle 7 bin 500 TL tazminat talebiyle hukuki süreç başlattı.
"TOPUK SELAMINA SATTI"
"İki topuk selamına sattı satıyor hakikatle olan hassas bağını" dediği o yazıda Mağden, Erdoğan için "İki fotoğraf demokrasisine: iki topuk şaklatmaya resmî merasimlerde olur mu ya; bu kadar da dolmuşa binilir mi?" diye yazmıştı
"O ÇOCUKLARI NİYE ÖLDÜRDÜNÜZ?"
Başbakan Erdoğan’ın avukatı Ahmet Özel tarafından gönderilen tebligatta, Ahmet Altan’ın Kum Saati köşesinde kaleme aldığı “Devlet Yardakçılığı ve Ahlak” yazısında, “Senin başbakanlığını yaptığın devlet bu ülkenin 35 çocuğunu bombalarla parçaladı. Ya sen kendi yönetimindeki devlet tuzağa düşürdü, ya da sen bile bile öldürdün. Bombacılara sahip çıkarak, gerçekleri halkından saklayarak, olayları saptırarak, tuzağa düşürmediğini anlattın bize. O zaman öldürülen çocukların hesabını ver. Bu çocukları niye öldürdünüz, bize bunun söyle” diyerek resmi ya da gayri resmi hiçbir belgeye dayanmayan, müvekkilimin bir gün önceki açıklamasını hiç duymamış gibi, böyle sorumsuzca çıkarım ve varsayımlarla katlanılması çok zor ve çok ağır iftira ve ithamlarda bulunduğu öne sürüldü.
Ankara Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesi’ne verilen dilekçede de, Ahmet Altan ve Perihan Mağden’in sözkonusu yazılarda, Başbakan Erdoğan’ın manevi şahsiyetine yönelik, kişilik haklarına aykırı nitelikteki tahkir ve tezyif edici haksız ve hukuka aykırı beyanatlar bulunduğu iddia edildi.
PEKİ ALTAN'IN 4 OCAK TARİHLİ OLAY YAZISI NEYDİ? SONRAKİ SAYFA İÇİN TIKLAYIN
[PAGE]
Devletin içindeki zehri temizlemeden o devleti on yıl boyunca yönetmeye kalkarsan, o devletin en tepesine tırmanabilmek için kendi halkına arkanı döner, devletin yardakçılığına soyunursan, o zehir kaçınılmaz olarak senin damarlarına da akar.
Sen de zehirlenirsin.
Zehirlenmiş bir devletin zehirlenmiş bir parçası haline gelirsin.
O zaman başlarsın tehditlere, yalanlara, saptırmalara, iftiralara.
O yönettiğini sandığın devlet senin emrinde halkını bombalar, sen devlete sahip çıkarsın.
Bir özür bile dilemezsin.
Senin başbakanlığını yaptığın devlet bu ülkenin 35 çocuğunu bombalarla parçaladı.
Ya seni kendi yönetimindeki devlet tuzağa düşürdü...
Ya sen bile bile öldürttün.
Hangisi?
Biz senin “tuzağa düşürüldüğünü” düşünüyorduk ama sen bombacılara sahip çıkarak, gerçekleri halkından saklayarak, olayları saptırarak, “tuzağa düşmediğini” anlattın bize.
O zaman öldürülen çocukların hesabını ver.
“Devlet halkını bombalamadı” diye tepineceğine, devlet halkı nasıl bombaladı onu anlat.
O insanların ölüm emrini kim verdi?
Niye verdi?
“Tugay komutanımla konuştum” diyorsun, tugay komutanın sana “bir dakika başbakanım, sınır karakoluna bir sorayım, orada gerçek kaçakçılar var mı” demedi mi?
Demediyse niye demedi?
Niye bombardıman başlamadan önce durumu kontrol etmedi?
Sordun mu bunu o senin “tugay komutanına”?
Sen milletin bir parçasıydın işbaşına geldiğinde, devletin bu millete yaptıklarına karşı çıkıyordun, gidip milletinle konuşuyor, milletine danışıyordun, devletin suçunu saklamaya çalışmıyor, devletin suçlarını aydınlatmaya, engellemeye uğraşıyordun, şimdi devlet yardakçılığına soyununca sadece istihbaratçınla, generalinle, “komutanınla” konuşuyorsun.
Sorsana o köydeki insanlara o gece neler olduğunu.
Bak BDP Eşbaşkanı Demirtaş sormuş: “Son bir aydır her gün gidiyorlar. Son bir aydır karakol izin vermiş durumda. 50 ve 100’er kişilik gruplar her gün katırlarla gidiyorlar. 28 aralıkta öğlen saatinde devletin karakolunun önünden gidiyorlar. Kaç kişinin gittiğini karakol biliyor. İki yol var, ikisi de karakolun önünden geçiyor. Bunların hepsi tanık anlatımıdır. Alışverişini yapıyorlar, geri geliyorlar. Öğlen geçtikleri iki yol da akşam saatlerine doğru köyün girişinde askerler tarafından kapatılıyor. İlk köylü grubu köye girmek üzereyken onlara kılavuzluk yapan bir kişi ‘Askerler köyü kapatmışlar, bekleyin’ diyor. Askerler mallarına el koyarlar diye bekliyorlar.”
Sana “komutanların” bunları anlatmıyor, değil mi?
Anlatıyorlarsa da sen bize anlatmıyorsun.
Biz senin dün yaptığın konuşmadan Uludere ile ilgili ne öğrendik?
Hiçbir şey.
Bir sürü boş laf.
Manasız bir bağırış çağırış.
Bu devletin zehrini yutan, milletiyle böyle konuşur zaten, korkutmaya çalışır, tehditler yağdırır, iftiralar atar.
Senin “komutanların” bunları daha önce çok yaptı, şimdi onların yerine sen yapıyorsun, yaşadığımız “büyük değişim” bu oldu, gerçek generaller yerine “sivil postuna bürünmüş generaller” çıkıyor artık karşımıza.
Bize, o sınır karakolunun varlığından haberdar olduğu 35 çocuğu nasıl, neden, kimin emriyle öldürttüğünüzü anlatmıyorsun, o akşam sınır karakoluna neden danışmadığınızı anlatmıyorsun, danıştıysanız karakolun size gerçeği niye söylemediğini anlatmıyorsun, yanlış istihbaratın nereden geldiğini anlatmıyorsun, o istihbaratı neden “çek edemediğinizi” anlatmıyorsun, sen bize hiçbir şey anlatmıyorsun bu katliamla ilgili.
Bu çocukları niye öldürdünüz, bize bunu söyle.
Niye bir özür bile dilemediniz?
Bu umursamaz, aldırmaz, devlet yardakçısı hallerinizle bütün bir Kürt halkını da kurban haline getirdiniz, sadece o çocukları bombalayarak değil, o bombardımandan sonraki o korkunç umursamazlığınızla bu ülkeyi hiç kimsenin beceremeyeceği biçimde böldünüz.
Ölenler Türk askeri olsa o kürsüde öyle mi konuşacaktın?
Askeri sivilden, Türk’ü Kürt’ten üstün gördüğün için öyle konuştun, senin gibiler yıllardır öyle gördüğü için zaten bu ülkenin acıları hiç dinmiyor.
Yazık sana, şu düştüğün hale bak, milletin yiğidiydin, devletin oyuncağı oldun.
Bir de kalkmış hiç yüzün kızarmadan bizim gazeteye laf ediyorsun, “bizim gazetenin arkasındakileri, emelleri, amelleri biliyormuşsun”.
Bu gazetenin “arkasındakilerle”, gizli emelleriyle, amelleriyle ilgili ne biliyorsan dürüst bir adam gibi lafı dolaştırmadan açıkla.
Açıklayamazsın çünkü yalan söylüyorsun.
28 Şubat’ın andıççı generalleri gibi iftira atıyor, kendi ahlakından da hepimizi kuşkuya düşürüyorsun.
Değer miydi bir Köşk için bu zillete?
Değer miydi gidip devletin zehrini içmeye?
Bak sen de zehirlendin sonunda.
PERİHAN MAĞDEN DE ERDOĞAN'I KIZDIRDI... YAZARIN 5 OCAK TARİHİNDE ERDOĞAN İÇİN NELER DEMİŞTİ? SONRAKİ SAYFADA
[PAGE]
Yıllar yıllar önceydi: Konservatuardan yeni mezun olmuştum. Dokuz-on yaşlarındaydım.
Deniz Gezmiş’le avluda misket oynardım. Bülent Ersoy isminde çıtı pıtı bir kızoğlan büyükdedeme baby-sitting’e gelirdi.
O zamanlar üç mecidiyeye Mecidiyeköy’de beş han alınırdı. Ama ben Kıbrıs’ta kumar oynamayı tercih ederdim.
Harbiden: Sayın Okur, bir yazım yüzünden başbakana (ve eşine) hakaretten ON BİN LİRA tazminata mahkûm edildim.
“Bu parayı kendi cebimden öderim. Başbakana kapak olsun,” yazdım.
Aydın Doğan ödedi. Yani gazete ödedi.
Ama Radikal’de yazdığım onca yıl boyunca yüzlerce kez mahkemeye verilmiş, bir dolu tazminat ödemeye mahkûm edilmiş–
Şunu da söylemezsem ukte(si) kalır içimde: NE tazminatlarınız için üzerler sizi, ne de maaşınızı bir saniye geciktirirler. Çalışanlarına Doğan Medya’nın yalnız ve yalnızca inanılmaz şerefli (olması gerektiği gibi) davrandığını da geçmişe ışınlanırken BAŞBAKANA HAKARET yazım yüzünden; belirteyim.
O yazımda (şimdi hatırlamadığım) muhtelif şeyler söyledim Başbakana. Fizikî kimi özelliklerini de tasvir ettim.
Bu özelliklerden biri kafasının arkasının dümdüz olmasıydı.
Hani Amerikalı bebeklerin yumurta gibi olur kafasının arkası. Zira yüzükoyun uyumayı tercih eder bebekler ve öyle uyutulurlar.
Benim kafamın arkası da aynen Başbakanınki gibi dümdüz. Zira bebeğiyle kafayı bozmuş anneler yüzükoyun uyutmazlar bebeklerini. Sinirleri dayanmaz.
Ben de kızımı bir türlü yüzükoyun uyutmadım. “Varsın kafasının şekli süper olmasın. Yeter ki uykuda başına bir şey gelmesin!” oldum.
Benim babam yüzde yüz Gürcü. O yüzden de yüzde elli (tam) Gürcü’yüm. Gürcülüğün yalnızca ırksal bir özellikten öte, bir nevî şiddetli gelgitli haletiruhiyeye de tekabül ettiği görüşündeyim.
Zira öfkelendiğim zaman geri dönüşsüz ve kapkara bir öfkeye yenik düşüyorum.
Nedamet getiriyor muyum?
Hayır, getirmiyorum.
Haklılığıma o kadar güveniyorum ki, orantısız güç kullanmış da olsam (zira benim çenemi ya da kalemimi açmam demek karşımdakinin (ruhen) parçalara ayrılması demek) pişmanlık duymuyorum.
Bence için için kara öfkemden memnunum. Ve hakikaten: öfke baldan tatlıdır.
Aynı zamanda bir iptila öfkeye kapılma halleri. Bağımlılığın tadı da karışıyor öfkeli insanın göz kararması anlarına.
Birileri tarafından haksızlığa uğratıldığımı düşünüyorsam–
Tut tutabilirsen!
“Ona DA cevap vermezsin; değil mi” diye sorarlar bazen arkadaşlarım.
Yani o kişiye DAHİ cevap şaklatmaya tenezzül etmeyeceğimi, ümit etmek isterler.
Oysa o kişi benim sinirlerimle oynamışsa, kim olduğunun (isterse denyoların/ düşüklerin önde gideni olsun) zerre kadar önemi kalmayabilir.
Zira, ok yaydan fırlamıştır. Oku yayından habire fırlatmak da (ister Genelkurmay’a, ister Medyanın Deccali’ne) bir bağımlılık esasında.
Hem bal gibi öfkenden nasipleniyorsun, hem de okçuluğunun tadına varıyorsun.
Benim Başbakanın ruhu kadar anladığım bir ruh yok aslında.
Ve rahatsızlık duyduğum.
Ve hoşlanmadığım.
Ve gözümü dahi değdirmek istemediğim.
Başbakan bindi bir ultra-güç alâmetine, son sürat gidiyor–
Endişeleniyorum lan ben Başbakanın bu kadar karlanmasından.
Hasta olduğunda, ameliyat geçirdiğinde korkmadık mı cümleten?
Korktuk.
Şimdi “Establishment” tarafından mandepsiye getirilen, gözünü Başkanlık Sevdası bürümüş, tüm rasyonalite gemilerini yakmış bir Başbakan da korkutucu harbiden.
Noluyoruz yani? Seçim kürsüsünden Allah’ın denyolarına/ namertlerine saydırdı. Sanki çok lâzımdı!
Şimdi tamamen freninden boşalmış: çok düzgün bir gazeteci olduğuna inandığım Baransu’ya saydırıyor. Taraf’a giydiriyor.
İki topuk selamına sattı satıyor hakikatle olan hassas bağını.
Bu askerî ve sivil bürokrasi, bu çakaloğlu kurtlar adamı suya götürüp susuz getirirler.
Sınır köylüsü gençlerini parça parça ettirir, sonra da izan ve mantıktan elinde avucunda ne kalmışsa Pinokyo gibi ağacın altına gömdürtüp “SANA NE LAN?” diye dellendirtirler.
Pinokyo’yu rezil-i rüsva eden Tilki’nin yerine Sivil’i, Kedi’nin yerine Askerî’yi koy. Bunlar kaçın tilkisi, kedisi. Adama (Pinok Başbakana) mantosunu da sattırırlar, kitaplarını da.
Sonra da Eşekler Adası’na anca yollarlar valla.
Başbakan bizim Hakiki Demokrasi’ye geçme ihtimalimizdi. Milyonda bir ihtimalimizdi. Ama milyonda bir bile; hiç yoktan iyidir.
Şimdi Başbakan o azıcık, o düşük mü düşük, o içler acısı ihtimali sıfırlamakla meşgul. Eksilemekle bozdu yüzde elli oy aldığından beri.
İki fotoğraf demokrasisine: iki topuk şaklatmaya resmî merasimlerde–
Olur mu ya; bu kadar da dolmuşa binilir mi?
Onların dolmuşuyla Çankaya’ya, Başkanlık makamına gidilir mi?
İçimde en sevmediğim/ istemediğim/ korktuğum yanların Başbakanı bu işte.
Ben daha fazla bir şey demeyeyim.
Medyanın Deccalleri, Ergenekon Süprüntüleri atılıp atılıp dediler zaten.
Başbakanı alkışlamaya, okkalamaya, göklere çıkarmaya doyamıyorlar. Son saydırmaları üstüne.
Deccallerin, Süprüntülerin, Denyoların tebrikleri/ şakşakları/ topuk selamları Başbakana kapak olsun.
Üstünde PİNOKYO yazsın.
ARABA SEVDASI yazsın.
KARAMANIN KOYUNU yazsın.
Hangi başlığı münasip görüyorsa –o yazsın.