Erdoğan kim ki, şeriatı getirsin!
Hakimden cumhurbaşkanı olur mu?
Elbette olur, olur da acaba iyi olur mu?
Belli ki, iyi olmuyor.
Şimdi bazı okurların “başka konu mu bulamadın?” ya da “dürüst bir
Cumhurbaşkanı’na laf yetiştirmeye utanmıyor musun?” gibi yorumlar
getireceğini biliyorum.
Ancak, ben eleştirileri göze alarak ve risk üstlenerek yazı
yazıyorum.
Nasıl ki hiç yazı yazmayan kişi eleştirilmez ise, hiçbir iş
yapmayan Cumhurbaşkanının eleştirilmemesi de “yasa” gereği olmasa
bile “eşyanın tabiatı” gereğidir!
Ben de bir hukukçu olmama rağmen, aslında hukukçu Cumhurbaşkanından
memnun olmam gerekir..
Ancak, göreve geldiğinden beri sergilediği “cilalı” davranışlardan
dolayı memnun olmam mümkün olmadı..
Bu "cilalı" uygulamalar, ne yazık ki demokratik düzenin
"matlaşmasının" engellenmesine katkı sağlayamadı..
Belirtmek gerekiyor ki, bu yazının konusu, ne hakimlik mesleği ne
de Cumhurbaşkanının kişiliğidir..
Zira Türkiye’de, dejenere olmamış demeyeyim de, “en az” dejenere
olmuş meslek grubunun hakimlik mesleği olduğuna inancım
tamdır..
Artık şunun teslim etmek gerekir ki, 3,5 yıldır veto müessesesini
işletmekten gayrı somut hiçbir büyük projeksiyonunu göremediğim
Cumhurbaşkanının mevcudiyeti, Türkiye’ye zaman kaybettiriyor..
Bazı liderler vardır, ülkenin önünü açar; bazı liderler vardır,
ülkenin ne geriye gitmesine yol açar ne de ileriye gitmesini
sağlar; bazı liderler de vardır ki, ülkenin özellikle
liberal-demokratik-özgürlükçü yapılanması noktasında geriye
gitmesine neden olur..
Kırmızı ışıkta durmanın; semt pazarından alışveriş yapmanın; kağıdı
okuyarak demeç vermenin; aşırı öztürkçe kullanarak Türk dilinin
“tinsel ereğini” zedelemenin cumhurbaşkanı olmaya yetmeyeceğini
düşünmek gerekir..
Cumhurbaşkanlığı sembolik bir makam gibi görünse de siyasi yönü
ağır basan, aslında böyle olması da gereken bir makam..
35 yıllık meslek hayatında hep sanık ve müşteki; davacı ve
davalılarla muhatap olan ve herkesi bir taraf olarak gören, genel
itibariyle statükocu olan bir mesleği icra eden kimsenin yapacağı
tek iş, kanunu doğru olarak kabul etse de etmese de o kanunu
uygulamaktan ibarettir..
Dolayısıyla Türkiye’nin bir numaralı koltuğunda oturan bir kişi hem
“vizyon”, hem “misyon”, hem de “aksiyon” adamı olmak
zorundadır..
Ancak görünen o ki; sayın Sezer sadece “reaksiyon” adamı olmak
istemektedir ve ne yazık ki böyle de davranmaktadır..
Halka rağmen halk için diyen jakobenistlerden değilim ama
Türkiye’yi orijinal fikirleri ve cesurca yaklaşımlarıyla peşinden
sürükleyen, özellikle demokratik değerler ve temel bireysel hak ve
özgürlükler konusunda ülkenin önünü “tıkamayan” liderler, ülke
gelişiminin lokomotifi olabilmişlerdir..
Ancak sayın Sezer, bırakınız lokomotif olmayı, vagonlara binmek
isteyen yolcuları dahi “sendensin-bendensin” ayrımına tabi tutan;
insanları istediği gibi trenden indiren bir makinist
görünümündedir..
“Tren-demokrasi” deyince bazılarının aklına, papağan gibi
tekrarlanan ama ta Roma uygarlığından beri damıtılmış bir sürecin
yansıması olan kamu hukuku felsefesini idrakten yoksun olanların
dağarcığında hemen yer etmiş bulunan “demokrasi-tramvay” bağlantısı
gelecektir..
Bu sığ ve yüzeysel görüş sahipleri bir kurt gibi atılarak, “işte
görüyorsunuz, bu tür düşüncede olanlar demokrasiyi, istediği
istasyonda inecekleri bir tramvaya benzetiyorlar” gibi gözyaşartıcı
derecede felsefe yapabiliyorlar..
Eve demokrasi bir araçtır, amaç değil..
Amaç; yönetilenlerin, yöneticilerin baskısına maruz kalmadığı,
şiddet öğelerini içermeyen, başkalarının hak ve özgürlüklerini
yasaklamayan bir yönetim tarzının gelmesi doğrultusunda çaba
gösterilmesidir..
Teşbihte hata aranmaz ama, bu tıpkı internet teknolojisinde “servis
sağlayıcı sistemin” amaç değil araç olması gibidir..
Bir araç olan “servis sağlayıcısının” temel görevi, insanların daha
çok bilgiye ulaşmalarını sağlama “amacına” hizmet etmek değil
midir?
Servis sağlayıcısının, günümüzde en üst teknolojik gelişmenin bir
aracı olması gibi, demokrasi de en iyi yönetim biçiminin oluşumu
için bir amaç değil midir?
"Yaşasın internet sağlayıcısı" mı diyoruz; yoksa "yaşasın bilgi"
mi?
Özetle, servis sağlayıcısı bir araç, bilgiye ulaşmak amaçtır;
demokrasi araç, millet egemenliğinin tesisi amaçtır..
Ama bu cümleden çıkaracağınız "amaç", "bunlar şeriat devleti
getirecekler" şeklinde ise, paranoya tedavi merkezlerinin
"amacının" ne olduğunu bir tıp doktoruna sormalarında yarar
görüyorum!
Laiklik ilkesi nasıl ki tüm inanç gruplarının hatta inancı
bulanmayanların da temel haklarının bir güvencesi ise; hukuk
devleti nasıl ki yöneticilerin de yönetilenler gibi yargılamanın
bir muhatabı olmasının bir zemini ise; demokrasi de milletin hür
iradesinin egemen olmasının bir tezahürü değil midir?
Örneğin hukuk devletinde “dokunulmazlık” (kürsü
masuniyeti-dokunulmazlığı hariç) gibi bir zırh olabilir mi?
Düşününüz ki, bir Başbakan kalkıp şeriatı getirecek, bu mümkün
müdür?
Dolayısıyla din devleti esasına dayalı sistemi getirecek olan
sistem, demokrasi değil; din devleti esasının gelmesini
engelleyecek olan sistem, demokrasidir..
Demek oluyor ki, demokrasi araçtır..
Evet konumuz sayın Sezer’in yönetim anlayışını yazmak olduğu için
tekrar dönersek; Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’e duyulan
öfkenin, Ahmet Necdet Sezer’in pasif yönetim anlayışını
gölgelemesi, mevcut Cumhurbaşkanımızın en büyük şansıdır..
Sayın Sezer’e övgü dolu satırların yazılacağı günlerin gelmesini
umut ediyorum..
Ancak, o zaman dahi bu köşede “yağ” kokusu görmeyeceksiniz..
Biliyorsunuz, arabanın motoruna fazla yağ konulması yağ basıncını
artıracağından ve bu da motora zarar vereceğinden, araç
sahiplerinin araçlarını “etkili yerlere servis” yapanlara değil,
“yetkili servislere” götürmelerinde yarar var!