BIST 9.917
DOLAR 35,19
EURO 36,72
ALTIN 2.970,87
HABER /  GÜNCEL

Ekrem Dumanlı'dan tarihi çağrı

Türk medyasının tıkanma noktasına geldiğini düşünüyor Ekrem Dumanlı. Tıkanmanın aşılabileceğine inanıyor. Dumanlı'ya göre bunu yapmanın yolu, silbaştan başlamak..

Abone ol

Gazetelerin artık markalaştığını belirten Dumanlı, markalaşma yolunda ilerlediklerini ve sağdan soldan gelen düello tekliflerine kapalı olduğunu belirterek, son günlerde kendisine göndermelerde bulunan Vatan yazarı Mustafa Mutlu'ya tüm kapıları kapatıyor. Dumanlı'ya göre medyanın bu işlerle uğraşmak yerine, New York Times, Le Monde, Time veya The Economist olmak yolunda çaba harcamak gerekli. Bu donanımın olduğuna inandığını söyleyen Dumanlı, yazısında yürekli gazetecilere bakın sesleniyor:

Yeni bir kitap: Büyük Balığı Yutmak (Meydan Okuyan Markaların Lider Markalarla Rekabet Etme Yolları). Daha ilk sayfasında sıcak bir not. Değerli dostum Hulusi Derici, ‘Daha fırından yeni çıkmış bu kitabı...’ diye başlayan küçük bir takdim yapmış. Eseri Türkçeye Marka Yayınları kazandırmış. Kitabın adını görünce ‘Tam Hulusi’ye yakışır bir kitap’ demekten kendimi alamadım.

Kitabın yazarı Adam Morgan, firmaları ikiye ayırıyor: Lider firmalar ve meydan okuyan firmalar. Morgan’ın esas ilgilendiği kısım ikincisi. Böyle de olması gerekiyor. Lider firmaları zinde tutan da onlar değil mi?

Ne yalan söyleyeyim; kitabı okurken hep bizim medyayı düşündüm. Ortada cevabı bulunamayan bir soru duruyordu: Neden Türk medyasında markalaşma sürecini tamamlamış bir gazete(ler) yok? Hemen her sektörde dünya standartlarını zorlayan firmalarımız var artık. Nedense konu basın olunca nutkumuz tutuluyor. Oysa dünya medyasına bakıldığında her ülkenin markalaşmış firmalarına rastlanıyor.

Gazeteler birbirine benziyor

Markalaşma sürecinin yaşanmamış olması anlaşılır gibi değil. Teknoloji desen, en alası var bu ülkede. Yetişmiş eleman desen, bilgi birikimi itibarıyla takdire şayan o kadar çok insan var ki! Gel gör ki ne New York Times var bu ülkede, ne Le Monde, ne Time gibi bir dergimiz var ne The Economist...

Sebep çok, bir tane bahane bulup sıyrılmamak gerekiyor. İlk düğme yanlış yerden iliklenince ortaya çıkan garabeti düzeltmek kolay olmuyor. Eşi az görünür bir benzeşme içinde hemen herkes popüler gazete yapmaya kalkınca işler karışıyor. İster istemez araya sansasyonel yaklaşımlar giriyor. Okuru manipüle etme ihtiyacı çıkıyor. Rengarenk sayfa tasarımlarının altında ‘jan janlı’ bilgi kırıntıları olsa da inandırıcı olmaktan uzak. Bu arada doğru ve etkileyici bilgiler yakalansa da genel havadaki cıvıklıktan dolayı inanırlık testinden başarıyla çıkılamıyor. Okur neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayıramıyor. Dolayısıyla haberin zati değeri ile kazanılan ağırlık eriyor, gazetenin varlığını boğacak hale geliyor...

İdeolojik saplantılar, kıskançlıklar bir başka illet. Adeta şuuraltlarına kezzap dökmüş, zekaları dumura uğratmış. Yeni ve kaliteli bir şey yapmak için kollarını sıvayanların karşısına o kadar çok gulyabani çıkıyor ki. Çıtanın yükselmesi, kolayca yapılan gazeteciliği bunalıma sokuyor çünkü.

Oysa telaşa gerek yok. Kalite arayışının dayattığı ayrışma, farklı okur profili içinde değişik gazete formüllerini de gündeme getirecek. Böylece hem okur tercihlerini daha belirgin bir çerçeveye oturtacak; hem de gazeteler kendilerine daha reel ve net bir kimlik bulacak...

Reklamcılar iyi bilir; mecra kullanımında iyi reklam, kötü reklamı kovar. Bir gazetenin yarısında kendisi, yarısında adı sanı duyulmamış bir firmanın reklam edilmesini istemez kimse. Kötü, kötünün davetçisi; iyi, iyinin teşvikçisidir. Gazetelerin kendisi de böyledir. İyi bir gazete, kaliteli bir dergi, genel seviyeyi de yükseltir.

Bu yükseliş içinde kalite üzerine vurgu yapanı önemli bir tehlike beklemektedir: Önceden sarf edilen; ancak tam yerine getirilmeyen vaatler. Morgan bunu da şık bir örneğe (shf. 43) dayıyor. Sony Play Station, üstün ürün avantajlarından (360 derece hareket, 3 boyutlu grafik, daha yüksek çözünürlük) yararlanarak piyasaya girmek ister. Ancak herkese alay konusu olurlar. Konu, bu özelliklerin müşteri tarafından istenmemesi değil, daha önce bazı firmaların benzer vaatlerde bulunması ancak bunları yerine getirememesidir.

Bugün Türk basınının hali de budur. İyi bir şey mi yapmak istiyorsunuz, önce okur kitlelerini ikna etmek zorundasınız. Objektiflik dediğinizde, haber-yorum ayrımı dediğinizde, karşınıza kocaman bir ‘acaba?’ çıkacağını hesap etmek zorundasınız. Gazetecilik adına söylenecek hemen her şey sloganlar halinde söylenmiş, büyük iddialar ortaya atılmıştır. Ne var ki evrensel yayın ilkelerinin arkasında dimdik durulamamıştır...

Her şey yolunda gitse ve okur ‘ben kaliteli gazete okumak istiyorum’ dese bile karşınıza başka problemler çıkar. Okurun teveccühüne, kamuoyunun dikkat sonrası oluşan taleplerine rağmen bu işi gölgelemek isteyenler de olabilir. Kalite arttıkça irtifa korkusu sarabilir bazılarını.

Bu da aslında normal ve beklenen bir gelişmedir. Çünkü kalite arayışları ve o yolda atılan somut adımlar, en çok seviye sorunu yaşayan ve her şeyi dün nasılsa bugün de öyle görmek isteyenleri rahatsız eder.

Yeniden gazeteciliğe dönülmeli

Markalaşma yolunda emin adımlarla yürüyenler, sağdan soldan gelen düello tekliflerine aldırış etmez. Amaçsız çatışmalar yerine, daha derinlikli projeler üzerinde durmak gerekir çünkü. Bir lahza durup etrafa bakarak zaman kaybetmek, kalite derinleşmesine ara vermek anlamına gelir ki bu, olsa olsa harakiri yapma anlamına gelir...

Türk medyasından hiç kimse memnun değil; en çok da gazeteciler. Ortaya çıkan durumun hiç de hoş olmadığını onlardan daha iyi kim anlayabilir ki! Yapılacak şeyler belli. Yeniden gazeteciliğe dönülecek, siyasetle, ticaretle ilişkiler yeniden ayarlanacak ve gazeteler kendilerini yeniden tanımlayacak. Bu ayrışma, toplam kaliteyi yanında getirecek, herkesin kendine çekidüzen vermesini de sağlayacak. İşte meslek yorgunu hımbıl ruhların asıl sınavı da burada...

Türk medyasının geldiği noktada büyük bir tıkanma yaşandığı açık. Aslında bu badireyi aşacak donanım var medyamızda; ancak kadim takıntılar onun yakasını bir türlü bırakmıyor...

1985’te İntel, bırakın lider bir marka olmayı, meydan okuyan bir şirket bile değilmiş. Andrew Grove, kalıplaşmış düşünceleri kırmak için yollar arıyormuş. Sonunda bulmuş da. Bir gün şirket müdürünü çağırmış odasına ve hem kendini hem müdürünü işten atmış. Bir zaman sonra şirket binasına geri dönen Andrew Grove ve Gordon More, her şeye yeniden başlamış. Bambaşka bir zihniyetle ve yepyeni fikirlerle işe başlamanın avantajını yaşamış. Ve dünya markası İntel’in doğmasına neden olmuşlar.

Belki de en sağlıklı yol bu. Sil baştan deyip yeniden başlamak. Kendini inkar etmeden, hatta doğrularını daha iyi formüle ederek Zaman bunu yaptı, yapıyor. Neden başkası yapmasın ki! En iyisi dur durak demeden yürümek, yürümek, yürümek...

Feldkamp neden Zaman’da?

Spor da gazeteler için bir seviye sınavı. Ahmet Çakır, Fatih Uraz, Özcan Pehlivanoğlu, Bülent Uygun... Hatırlayacaksınız, geçen yıl John Benjamin Toshack da aramıza katılmıştı. Özellikle Avrupa kupalarındaki maçlarımız için yazılar kaleme almıştı. Geçen hafta bir başka büyük futbol otoritesi daha Zaman ailesinde yerini aldı: Karl Heinz Feldkamp. Bir zamanlar Galatasaray’ı başarıdan başarıya taşımış, kısa bir dönem de Beşiktaş’ın teknik patronu olmuştu. Sağlık problemleri nedeniyle Beşiktaş’tan ayrılan efsane hoca, geçenlerde ‘Yılın Sporcuları Ödül Töreni’mize gelmişti.

Türk kamuoyunun adını sıkça duyduğu bir Avrupa gazetesinden bahis açılınca Alman Hoca dedi ki: ‘Ben hayatta o gazeteye demeç vermedim, vermem de.’ Hepimiz şaşırmıştık. ‘Çünkü ben de bir markayım. Kalkıp yalan yanlış habercilik yapan bir gazeteye asla röportaj veremem.’ deyince şaşkınlığımız daha da arttı. İşte basına bu kadar titizlikle yaklaşan Alman teknik direktör, Zaman’da yazmak istedi. Umarım kalite arayışında her geçen gün adım üstüne adım atan ve bunu yaparken de işi çığırtkanlığa dökmeyen gazeteniz Zaman, başarıdan başarıya koşacak...

Feldkamp’a okurlarımız adına bir kere daha ‘hoş geldin usta’ demenin mutluluğunu yaşıyoruz...