BIST 8.571
DOLAR 34,35
EURO 37,44
ALTIN 3.021,44
HABER /  GÜNCEL

Dünya için korkulan oldu: Bu kadarını beklemiyorduk! İklim krizinde şok gerçekler savaşlar başladı

Anadolu Ajansı
Anadolu Ajansı

İklim değişikliği aslında on yıllardır söylenen bir gerçek olsa da yaşanan felaketlerle daha sert biçimde farkedildi. Ancak uzmanlar daha kötüsünü söylüyor: Rekorlar şok edici bu kadarını beklemiyorduk!

Abone ol

Sadece Türkiye’den değil dünyanın dört bir yanından gelen orman yangınları, aşırı sıcaklar ve ani sağanakların yol açtığı sel haberleri, değişen iklim koşullarının kalıcı olacağının habercisi.

Bilim insanlarına göre, yaşanan bu olağanüstü hava olaylarının birçoğunun insan faaliyetlerinden kaynaklanan iklim değişikliğiyle bağlantısı bulunuyor. Son 20 yıllık dönemde olağanüstü hava olayları ile insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazı emisyonlarının yol açtığı küresel ısınma arasındaki olası korelasyon da giderek güçleniyor.

Olağandışı hava olaylarının doğal sebeplerinin de olabileceği konusunda bilim dünyasında fikir birliği olsa da insan faaliyetlerinden kaynaklı iklim değişikliğinin bu tarz sıra dışı olayları daha olası ve daha yoğun hale getirebileceğine dair çok sayıda bulgu var. İklim değişikliği üzerine çalışan, dünyanın önde gelen kuruluşlarından biri Hollanda Kraliyet Meteoroloji Enstitüsü’nde iklim araştırmacısı olan Geert Jan van Oldenborgh, tehlikenin “hızı”için dikkat çekerken şunları söylüyor:

“Kırılan rekorların sayısı gerçekten şoke edici, bu kadarını beklemiyorduk. Ancak en büyük sorun, bu yoğunlukta rekor kırılabileceğini öngörememiş olmamız”

Yaşanan sıra dışı hava olaylarının artması, toplumsal hayatın tüm ilişkileri ile öngörülebilirliğini azalttığı gibi, sürdürülebilir yaşamın kalitesini düşürüyor ve maliyetini de artırıyor.

 İklim değişikliğinin su kaynakları üzerindeki etkisi

Suyun nüfus artışına bağlı olarak kişi başına kullanılabilir niceliğinin azalması, teknoloji ve kentleşme sonucu gereksinmelerin çeşitlenmesi, kaynakların çevresel kirlenmeden yeterince korunamaması, su kaynaklarının tüm dünyada hızla nitelik ve nicelik yitirmesine ve gerekli ihtiyacı karşılamaktan uzaklaşmasına neden oluyor.

İklim değişikliği nedeniyle su kaynaklarındaki azalma ve bunun yaşamsal önemi haiz tarımsal üretim üzerinde olumsuz etkisi, kurak ve yarı kurak alanların genişlemesinin yanı sıra yıllık ortalama sıcaklığın artması çölleşmeyi, tuzlanmayı ve erozyonu artıracak en önemli sorunlardan biri. Bu nedenle iklim değişikliğiyle ortaya çıkan su döngüsünün değişmesi ve su kaynaklarının kullanımında sorun yaşayan ülkelerin yaşadığı belirsizlik durumu “su stresini” giderek artırıyor.

Su sorunu endişe verici görünüme ulaşmışken, giderek artan tatlı su ihtiyacının nasıl karşılanması gerektiği konusu da ayrı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Tatlı su; insan yaşamı, insanların ve ekosistemlerin sağlığı, yoksulluğu sona erdirme, sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme, politik ve sosyal denge için mutlaka gerekli olan ve tükenebilir bir kaynak. Halihazırda 800 milyon insan güvenli içme suyu kaynaklarına ulaşamıyor; 2,5 milyar insan ise yeterli arındırmadan yoksun su kaynaklarına sahip.

Küresel iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle iklimin kurak, su kaynakları ya da havzalarda kıyıdaş ülkeler arasında siyasal çekişmenin yoğun olduğu ve su gereksiniminin biriktirme yoluyla sağlanmasının zor ya da maliyetli olduğu yerlerde su savaşlarının görülme olasılığı giderek artıyor.

 Küresel ısınmanın su kaynaklarına etkisi giderek artıyor

Dünya iklim sisteminde değişikliklere neden olan küresel ısınmanın etkileri en yüksek tepelerden, okyanus derinliklerine, ekvatordan kutuplara kadar dünyanın her yerinde hissedilmekte. Küresel sıcaklıklardaki artışlara bağlı olarak hidrolojik döngünün değişmesi, su kaynaklarının hacminde ve kalitesinde azalma, kara ve deniz buzullarının erimesi, kar ve buz örtüsünün alansal daralması, deniz seviyesinin yükselmesi, kuraklık ve seller, iklim kuşaklarının yer değiştirmesi, yüksek sıcaklığa bağlı salgın hastalıkların ve zararlıların da artmasına neden oluyor. Bu durum ekolojik döngüyü bozduğu gibi, sosyo-ekonomik yapıları da etkiliyor. Ekolojik yapıdaki bozulma en başta iklim tiplerinde değişiklik ve deniz seviyesinde yükselmeye yol açıyor. Geleceğe yönelik hazırlanan model ve simülasyonlarda, önümüzdeki yüzyılda deniz seviyesinin 20 cm ile 40 cm arasında yükseleceği ve bu yükselmenin; buzul erimesi ile ısınan okyanus sularının termal genleşmesi sonucu oluşacağı öngörülüyor.

 Su ihtilafı yaşayan ülkeler

Su kaynakları geçmişte olduğu kadar günümüzde de ülkeler arasında diplomatik ve askeri sorunlara kaynaklık ediyor. Dünyada su ihtilafı yaşayan ülkelerin arasında küresel iklim değişikliğiyle gerginliğin artmaya başladığı bir gerçek. Görünen o ki, su stresi yaşayan ülkeler, küresel iklim değişikliğini iyi yönetemezlerse su savaşlarının da ilk tanık olunacağı ülkeler olacak. Bu ülkelerden öne çıkanlar ise şu şekilde:

 Colorado ve Rio Grande nehirleri: ABD ve Meksika ihtilafı

ABD ile Meksika arasında Colorado ve Rio Grande nehirlerine ilişkin işleyiş dikkate değer. Yaklaşık 130 milyon nüfuslu Meksika’da vatandaşların yüzde 40’ı sağlıklı içme suyuna erişemiyor. ABD ile Meksika arasında Colorado nehrine ilişkin resmi görüşmelerde, Meksika yılda 4 milyar 439 milyon m3 su talep etmiş; buna karşılık bir memba ülkesi olan ABD, talep edilen miktarın ancak yüzde 42’si olan 1 milyar 864 milyon m3 su vermeyi kabul etmiştir. ABD, talebin yarısından daha az su tahsisinin gerekçesini, Haziran 1941 tarihli notasında şu şekilde açıklıyor:

“Colorado Nehri’nden Meksika’ya verilmesi teklif edilen su, büyük miktarlardaki düzensiz doğal akıştan. Bu sebeple 1930 yılında Meksika tarafından talep edilen 4 milyar 439 milyon m3’ün tamamını karşılama imkanı oluşmamıştır. Ayrıca nehrin senelik akışındaki büyük değişimler ve Boulder (Hoover) barajının kuraklığı önlemedeki önemli etkisi göz önünde bulundurulmalı. Boulder barajı olmasaydı, 1937, 1939 ve 1940 yıllarında yaşanan kuraklıktan daha şiddetli bir kuraklıkla karşılaşılacaktı.”

- İndus nehri: Pakistan ve Hindistan ihtilafı

Tibet yaylalarından doğan, yıllık ortalama su miktarı 208 milyar m3 ile dünyanın en büyük nehirlerinden biri olan İndus nehrinin kapasitesi Fırat ve Dicle’nin toplam kapasitesinin yaklaşık 2,2 katıdır. Her biri ayrı bir büyük nehir ölçeğindeki 5 büyük kolun (Jhelum, Chenab, Ravi, Beas ve Sutlej) birleşiminden oluşan İndus, Pençab ovası (Beş-su Ovası) ve İndus vadisindeki sahaları sulamaktadır. Pakistan ve Hindistan’ın 1947 yılında bağımsızlıklarını kazanmalarını takiben, yeni siyasal sınırlar Pençab ovasında yer alan sulama kanallarını ve suları bölerek önemli sorunlar yaratmış ve Hindistan yukarı-kıyıdaş ülke konumuna geçmişti. İhtilafın başlangıç aşamasında Pakistan, mevcut sulama sistemleri daha önce hangi nehirlerden su alıyorsa, aynı şartların devamında ısrarlı oldu.

Pakistan ve Hindistan’ın isteği üzerine sorunu inceleyen Dünya Bankası uzmanları ise şu sonuca vardı: “Pakistan’ın anlayışına göre, mevcut kullanımların aynı su kaynaklarından devam etmesi gerekmektedir. Buna karşılık Hindistan’ın öngördüğü plan ise mevcut kullanımların devam etmesi, ancak su ihtiyacının aynı kaynaklardan karşılanmasına ihtiyaç olmadığı yönündedir. Mevcut sulamaların halen kullanılan kaynaklardan karşılanması suyun verimli bir şekilde kullanılmasına mâni olmaktadır. Dünya Bankası mevcut kullanımların aynı su kaynağından idame ettirilmesi yönündeki yaklaşımın adil ve kapsamlı bir plan oluşturulmasını önlediği görüşünü taşımaktadır.”

Pakistan daha sonraları ısrarlı tutumundan vazgeçerek, daha önce Ravi, Beas ve Sutlej nehirlerinden sulanan sahaların, Pakistan’a tahsis edilen Jhenum ve Chenab nehirlerinden sulanmasını kabul etti. Fakat kaynak değişikliğini gerçekleştirebilmek için gerek söz konusu nehirler ve gerekse de sulama sahaları arasındaki bağlantı kanallarını inşa etmeleri gerekti. Uzmanlar söz konusu ihtilafa ilişkin nehrin sularının kullanılması ve geliştirilmesiyle ilgili sorunların fonksiyonel bir plan çerçevesinde, siyasi hesaplaşmalardan uzak şekilde çözülmesi gerektiğini vurguluyorlar.

- Orta Asya’da su anlaşmazlığı

Orta Asya, su meselesinin, kuraklığın ve su kaybının yoğun yaşandığı önemli bölgelerden biri olarak öne çıkıyor. Bölgedeki problemlerin niteliği, su politikaları açısından, gerek uluslararası ilişkiler gerekse yanlış tarım ve çevre uygulamaları sebebiyle derin ve kalıcı etkilere neden oluyor.

Orta Asya’nın temel su ihtiyaçlarını Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) karşılamakta. Ancak bir zamanlar, Aral Gölü’nü besleyen bu iki nehrin sularının, yanlış sulama politikaları yüzünden aşırı şekilde kullanılması, göl sularındaki tuzluluk miktarını üç kat artırdı. Amuderya ve Siriderya’daki su seviyesinin düşmesi, bu nehirlerden faydalanan ve ekonomisi büyük çapta tarıma dayalı olan bölge ülkeleri için ciddi sıkıntılar oluşturuyor. Orta Asya’da az bulunan ve bölge ülkeleri açısından hayati önem taşıyan su kaynakları bugün artık kritik noktaya gelmiş durumda. Nüfus artışı da su sıkıntısını artıran ikinci bir konu. Benzer şekilde tarımda, sanayide ve evlerde kullanılan suya talep üç kat arttı. Bu artış, bir yandan suyun kalitesinde bozulmaya sebep olurken, diğer taraftan çöpler, tarım ve sanayi atıkları, zirai ilaç ve gübreler de su kaynaklarının kirlenmesine yol açıyor.

Bu kapsamda Kırgızistan ve Tacikistan’ın, suyu, komşuları üzerinde siyasi ve ekonomik avantajlar sağlamak için önemli bir kart olarak kullandığı görülüyor. Son yıllarda her iki ülkenin zaman zaman suyu geçici sürelerle kesmesi, böylece pazarlık gücü oluşturup, Özbekistan ve Kazakistan’dan ucuz gaz, petrol ve tarımsal ürünler almaları kendileri açısından bir kazanım olmuştur.

Topraklarının sadece yüzde 6’sını kendi öz kaynaklarıyla sulayabilme imkânına sahip olan Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan gelen suya en çok bağımlı olan ülkelerden biri. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı ülkelerinden olan Kazakistan’da son yıllarda su kıtlığı nedeniyle üretimde düşüş yaşanmakta. Eski Sovyetler Birliği coğrafyasında sahip olduğu su kaynakları zenginliği yönünden Rusya’dan sonra ikinci, Orta Asya’da ise birinci konumda olan Tacikistan ise kendi topraklarından akan suyun tümünün esas sahibi olduğuna inanıyor ve Özbekistan’ın kullandığı su için ücret istiyor. Kırgızistan ve Tacikistan’ın bugün bölgedeki savaş riskinden dolayı silahlanma sürecine girdikleri de bu kapsamda not edilmeli.

- Orta Doğu’da su sorunu

Ortadoğu’da su yetersiz, mevcut su havzalarının dağılımı ise dengesizdir. Yapılan hesaplamalara göre, bu ülkelerdeki su kaynakları önümüzdeki 30 yıl içinde sadece içme suyu ihtiyaçlarını karşılamaya yeter bir seviyeye düşecek. Su sıkıntısının en yoğun yaşandığı ülkeler ise İsrail, Filistin ve Ürdün.

Bölgede su kıtlığı içinde olan ülkeler, gıda üretiminde, ekonomik kalkınmada, politik istikrarda, kamu sağlığında ve doğal çevrelerini korumada tehlike eşiğindeler. Bugün Filistin’in Gazze bölgesinde yıllık su miktarının kişi başına ancak 100 m3 civarında olması tabloyu daha da vahimleştiriyor. Bu bölgede, tarım alanlarının tuzlanması ve su kaynaklarının kirlenme düzeyi felaket seviyesinde. Böyle giderse yakın gelecekte Gazze kenti ve mülteci kampları içecek kalitede sudan yoksun kalacak. Ortadoğu’da Filistin ile birlikte diğer 10 ülke su kıtlığı yaşamakta.

Ortadoğu’da su sorununun merkezinde Ürdün nehri havzası yer alıyor. Bu havzayı paylaşan Ürdün, İsrail, Filistin, Lübnan ve Suriye, bölgedeki su sorununun başlıca aktörleri.

Özellikle İsrail’in, bölgedeki askeri ve ekonomik gücü dolayısıyla kendi belirlediği su politikalarını, diğer ülkelerin aleyhine olacak sonuçlar verse de rahatlıkla uygulayabildiği göze çarpıyor. Örneğin, İsrail’in Yukarı Ürdün suları üzerindeki kullanım tekelinin, Filistin ve Ürdün’de 3 bin 500 hektar tarım arazisinin kurumasına yol açtığı belirtiliyor. İsrail’in ayrıca tarımsal, kentsel ve endüstriyel atıkları toplayıp Aşağı Ürdün nehrine boşalttığı, nehri açık atık su kanalına çevirdiği iddia ediliyor. Yukarı havza ülkeleri İsrail ve Suriye’nin, Ürdün nehrinin iyi kalitedeki kollarını her geçen gün daha fazla kullanmaları, Ürdün tarımını ve su kaynaklarını olumsuz etkiliyor.

Bunların yanı sıra İsrail, yalnız askeri güvenlik açısından değil, su güvenliği açısından da epey önemli bulunan Golan Tepeleri’nden belli güvenceler elde etmeden çekilmek istemiyor. Golan sayesinde İsrail, Yermük ve Banyas nehirleri ile Tiberya gölünü kontrol altında bulunduruyor. Golan Tepeleri’ndeki pınarlar buradaki Yahudi yerleşimciler için de önemli su kaynakları.

İsrail’in işgali altında bulunan diğer Suriye toprakları da iki taraf arasında sorun çıkarıyor. Suriye, Ürdün nehri ve Tiberya gölünün ortak sınırı belirlemesini ve bu sayede uluslararası sular olmasını isterken, İsrail buna yanaşmıyor. İsrail ayrıca Batı Şeria’daki su kullanımını sıkı bir şekilde kontrol ediyor ve içme suyu haricinde diğer kullanımlar için Filistinlilerin yeni kuyular açmasına izin vermiyor. İsrail’in buradaki yer altı sularını hızla tüketen ve bölgenin jeolojik yapısına zarar veren derin kuyular açtığı da iddialar arasında.

İsrail’in Lübnan’a ait Litani nehrinin fazla sularını satın alma konusunda öteden beri ısrarlı taleplerde bulunduğu ancak Lübnan’ın hem İsrail’in ileride bunu bir müktesep hak olarak ileri sürebileceği endişesiyle hem de Suriye’nin ve genel olarak Arapların istememesi yüzünden bu talepleri geri çevirdiği biliniyor. Litani nehri, su kıtlığı içindeki bölgede, en temiz ve en bol suya sahip kaynaklardan biri olarak öne çıkıyor.

Uzun yıllar süren iç savaş döneminden sonra, politik istikrara kavuşmaya çalışan Lübnan da bugün itibarıyla su açısından önemli sorunlarla karşı karşıya. Ülke, kuzeyindeki Bekaa vadisini sulayan Asi nehrini Suriye ile paylaşıyor. Lübnan ise bu sulardan istediği kadar yararlanamıyor ve bu durum Suriye ile bir problem oluşturuyor. Bu durumun en önemli sebebinin Suriye’nin iç ve dış politikası üzerindeki ağırlığının olduğu söylenebilir.

Su kaynakları bakımdan belki de bölgenin en sorunlu ülkesi konumunda olan Ürdün’ün topraklarının çoğu çöl bölgesinden oluşuyor. Ülke, mevcut su kaynaklarını, kendisinden siyasi ve ekonomik bakımından çok daha güçlü olan komşularıyla paylaşmak zorunda kalıyor. Siyasi ve askeri açıdan zayıf olması yüzünden Ürdün su kaynaklarından gereken payı alamıyor. Ürdün, İsrail ile Johnston Planı çerçevesinde, “Piknik Toplantıları” olarak adlandırılan teknik seviyede görüşmeleri sürdürmüşse de 1967’den beri, İsrail’in Ürdün nehri üzerindeki hâkimiyetinden dolayı, alması gereken su payını alamıyor. Ürdün’de su sıkıntısı o kadar had safhada ki, bazı kasabalara haftada ancak bir gün su verilebiliyor. Benzer durumun Filistin için de geçerli olduğu, Filistin’e ait yeraltı sularının da İsrail tarafından hiçbir engelle karşılaşılmadan tüketildiği belirtiliyor.

- Nil nehir sistemi

Dünyanın pek çok yerinde nehirlerin kaynağını elinde tutan, yani yukarı kıyıdaş durumunda olan devletler, aşağı kıyıdaş devletlerdeki olayları kontrol edebilmek için suyun akışını değiştirerek yahut bu yönde tehdit savurarak suyu bir güç aracı olarak kullanmışlardır. Ancak Ortadoğu’da, nehrin yukarısındaki ülkelerin musluğu ellerinde bulundurdukları ve aşağısındaki ülkeleri etkileyecekleri kuralının tek istisnası Mısır’dır. Mısır bu ayrıcalıklı durumunu büyük nüfusu, iki dünya arasında bir köprü olarak sahip olduğu stratejik konumu, teknik bilgisi ve askeri gücü ile koruyabilmiştir.

Özellikle Mısır için hayat taşıyan Nil nehrinden ise dokuz ayrı ülke yararlanıyor. Fakat Mısır nüfusunun tamamına yakını, Mısır topraklarının yüzde 3’ünü oluşturan Nil vadisi ve deltasında yaşıyor. Ülkenin geriye kalan topraklarının yüzde 97’si çöl olup neredeyse hiç yaşam alanı içermiyor. Nil sularının yüzde 80’ini sağlayan Mavi Nil ile Atbara nehrini Etiyopya, yüzde 15’ini sağlayan Beyaz Nil’i ise Uganda ve Sudan denetliyor.

Mısır ile Sudan arasında, 1959 yılında yapılan anlaşma ile kararlaştırılan paylaşım şekli (yıllık 55 milyar m3 Mısır’a, 18,5 milyar m3 Sudan’a) geçerliliğini koruyor. Fakat Sudan yıllardır süren siyasi karışıklıklar ve finans sıkıntısı sebebiyle tarım potansiyelini tam olarak kullanamıyor, halkına temiz içme suyu sağlamakta bile zorlanıyor. Su zengini olan Sudan’ın su kıtlığı çekmesi ve tarım alanlarını tam olarak kullanamaması, buna karşılık aşağı kıyıdaş ülke olan Mısır’ın tarımının yüzde 99’unun sulamaya dayalı olması ve Nil’in sahibiymiş gibi hareket etmesi bölgenin çelişkisini ortaya koyuyor. Aynı çelişki Etiyopya için de söz konusu. Bu ülke de on yıllarca süren isyan, iç savaş ve kıtlık gibi felaketler sebebiyle neredeyse dağılıp yok olmanın sınırına gelmişti.

Yeni yeni toparlanan Etiyopya’nın başlattığı çalışmalar ve projeler, bundan böyle daha fazla suya ihtiyaç duyulacağını gösteriyor. Bu projelerde, Etiyopya İsrail’den önemli ölçüde finans desteği almakta. Bu kapsamda Mısır, Etiyopya’yı, kazanılmış hak olarak gördüğü "ön kullanım hakkı"na zarar vermeyecek şekilde kapsamlı bir su anlaşması yapmaya zorluyor. Ancak Etiyopya, bütün baskılara, Mısır’ın savunduğu “doğal durumun bütünlüğü” doktrinine karşılık, “tam egemenlik doktrinini” ileri sürüyor ve Nil’in kendi ülke sınırları içinde kalan sularını istediği gibi kullanma özgürlüğüne sahip olduğunu, bu konuda hiçbir sınırlama kabul etmeyeceğini sık sık deklare ediyor.

Mısır şimdiye kadar yalnızca Sudan’la yapmayı başardığı su anlaşmasıyla kendisini tam olarak güvenceye alabilmiş değil. Bölgede ihtilafın daha uzun süreler devam edeceği düşünülüyor.

- Dünyanın insanoğluna uyum çabası

Küresel iklim değişikliği dünyanın insanoğluna uyum sağlama çabasından başka bir şey değil aslında. Fakat insanoğlu hızlı değişikliklere karşı adaptasyonda oldukça yeteneksiz. Küresel iklim değişikliğinin yarattığı olumsuz durumlar kuşkusuz en çok su ve su kaynaklarını etkiliyor. Normal zamanlarda bile su sorunu çeken ve bunu tamamen çözecek politikaları doğru dürüst üretemeyen insanoğlu, iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini en hızlı su paylaşımında yaşayacak.

Küresel iklim değişikliğinin yeryüzünde yaratacağı su kıtlığının savaşa zemin hazırlamaması için önerilecek en doğru çözüm, ilgili ülkelerin bir araya gelerek kıt kaynakların insanca bir temelde ortak paylaşıma sokulmasını planlamasında yatıyor. Aksi takdirde su temelli çıkacak her savaş, sonu gelmeyen süreçlerin de temelini oluşturacaktır. Suyun bir insan hakkı olması dolayısıyla su politikalarının adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan etik bir çerçevesi olmalı. Bu çerçeve de hem soruna taraf olan ülkelerce hem de uluslararası anlaşmalarca güvence altına alınmalı ve uygulanabilirliği konusunda teminat sağlanmalı.

[Doç. Dr. Metin Duyar Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir]