Dumanlı İngiltere'de olduğu gibi Türkiye'de de yalan yazan gazetecilerin itiraf etmelerini bekliyor.
Abone olAmerika’da yeni bir kitap çıktı: Burning Down My Master’s House. Kitabın yazarı Jayson Blair. Sanırım bu ismi Türk kamuoyu da hatırlayacak. Geçen yıl New York Times’ı ateşin göbeğine atmıştı Blair. Bir dünya markası olan gazete, kendini kurtarabilmek için Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürü’nü feda etmek zorunda kalmıştı. En üst düzey iki yöneticinin istifası bile gazeteyi düzlüğe tam çıkaramamış, yeni tedbirler alınmasına (Ombudsman tutulması gibi) sebep olmuştu. New York Times’ın en parlak muhabirlerinden biriydi Blair. Zenci gazeteci, her gittiği olaydan ilginç öykülerle dönüyordu. O yüzden el üstünde tutuluyor, hemen her önemli hadiseye gönderiliyordu. Bir gün anlaşıldı ki genç gazeteci, yalan üstüne yalan yazmış, hayali kişilerden hayali senaryolar üretmiş. İşte kıyamet bu noktada koptu. Daha önce benzer bir deprem Boston Globe’da yaşanmıştı. Önce Patricia Smith daha sonra Mike Barnicle, hatta Jeff Jacoby, yalan haberin ya da kaynak göstermeden yapılan alıntının diyetini ödemişti. İki yayın yöneticisinin istifasına ve kendinin işten atılmasına sebep olan Blair, yalanın hikayesini kitap yapmış. Kitabın satışları hiç de fena değil. Yazar kitaba itiraflarla başlıyor. “Yalan söyledim ve yalan söyledim ve yalan söyledim... Uçaklar hakkında yalan söyledim; ki o uçaklara hiç binmemiştim. Arabalar hakkında yalan söyledim; ki o arabaları asla kiralamadım. Otobanlar hakkında yalan söyledim; ki asla o yolda hiç olmadım... “Böyle sürüp gidiyor itiraflar. Sonra yalancılığının köklerini ele verecek ipuçlarından bahsediyor. Dikkatle iz sürülebilirse alışkanlık haline gelmiş yalanların sebepleri anlaşılabilir. Bu saatten sonra Jayson Blair’e güvenilir mi; çok zor. Bu duruma rağmen, kendiyle yüzleşmeye kalkışması, hatalarının itirafıyla başkalarına örnek olmayı denemesi yabana atılır bir davranış değil. En azından yürekli bir teşebbüs... Sayısı çok olmasa da bizim basında da yalan yazmayı huy haline getirmiş kişiler var. Keşke onlar da “yalan yazdım” deme cesaretini gösterecek kadar yürekli olabilse. Oysa onlar yalan makinesini iflas ettirecek kadar bol senaryo üretiyor. Paranoya haline getirdiği bazı kişiler ve kurumlar hakkında yazdıkça yazıyorlar. Mahkeme kanalıyla tekzip yedikçe aşka geliyor adam. “Mahkemeye gerek yok, biz meslektaşız, şu mektubumu gönderin, okura verdiği yanlış bilgiyi düzeltecektir” diyor ve hakkınızda dile getirilen hayal ürünü bir iddiaya cevap veriyorsunuz. Bunu da görmezden geliyor, sizi mahkeme yoluna mecbur ediyor. Gazeteciliği yalancılık olarak algılıyor paranoya. “Nasıl olsa hesap soran yok” diye düşünüyor belki de. Karşısında beklenmedik bir tepki bulunca pısırık bir tonla “Niye panik yapıyorsunuz” diyor. Aslında demek istiyor ki “Bırakın yalan yanlış her şeyi yazalım, bize cevap vermeyin, bizi hırpalamayın.” Aslında Türk medyasındaki temel boşluğu görmek gerekiyor. Yalan, yazanın yanına kâr kalıyor. Ne bir meslekî denetim var ne de özeleştiri sistemi. Haksız bir şekilde gazete sayfalarında suçlananlar için sadece mahkeme kapılarının açık tutulması bile hadisenin vahametini gözler önüne seriyor. Diyelim ki gazete suçladığı kişilere karşı kendini sorumlu hissetmiyor, onların savunma hakkına saygı duymuyor. Kendi okuruna karşı da bir mesuliyet hissi taşımıyor mu? Bir gazete, gazeteciliği beyin yıkama faaliyeti olarak görüyorsa, zaten konuşulacak bir şey yok. Bir gazete, gazeteciliği düşman üretmek suretiyle ayakta tutacağına inanıyorsa kendiliğinden yıkılıp gitmesini beklemekten başka çare yok. Yalnız, medya gibi ferdî ve içtimaî hayatı derinden etkileyen sektörlerin kendine has disiplinleri var; bu disiplinler çalışmıyor Türkiye’de. Üzücü olan da bu. Sadece kitap değil yalancı gazeteleri gündeme taşıyan. Amerika’da yeni bir film ilginç bir tecrübeyi beyazperdeye taşıyor. New Republican’da yaşanan gazetecilik skandalına odaklanmış film. Genç bir gazetecinin dergide yakaladığı şöhret, ona Washington Post ve New York Times gibi gazetelerde yazı yazma imkanı vermiş; üstelik daha 24 yaşındayken. Sanal korsanlar hakkında yazdığı bir makaleyle şöhretine şöhret katmış genç gazeteci. Ne var ki teknoloji konusunda uzman bir muhabirin dikkatinden kaçmamış bazı ayrıntılar. Olayın üzerine gidilince yalanların arkası sökülüp gelmiş. Varabileceği en yüksek zirveden alaşağı edilmesine dostları da engel olamamış... Bizim medyada yalan yanlış haber ve yorum yazanlar, işi pişkinliğe vuruyor ve her halükârda zorluklardan sıyrılıyor. Haydi onlar itiraf etmiyor; yanlışları masaya yatıracak mekanizmalar da mı yok! Maalesef yok! Öyle olunca gazeteciliği dosdoğru yapmak isteyenler ile gazetecilik yapıyor gibi görünen fanatikler birbirinden ayrılamıyor. Kaybeden Türk medyası oluyor; sadece militan gazetecilik değil! Manzara böyle olunca yalancılığını gizlemeyen, onun sebeplerini anlatan Jayson’u alkışlamak zorunda kalıyorsunuz; çünkü bizdeki marjinal yalancılara göre o daha dürüst. Ne kadar acı değil mi? Türk medyasının tavrı doğru; ancak... Hürriyet geçen hafta müthiş bir gazetecilik olayına imza attı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından kaymakamlara gönderilen yazıyı herkes Hürriyet’ten öğrenmiş oldu. Bütün gazetelerde hafta boyunca onlarca haber ve yorum yayınlandı. Televizyonlar bu belge üzerine haberler, programlar yaptı. Türk medyasının demokrasiye gölge düşürecek belgeye topluca tepki vermesi takdire şayan. İnsanların Laz, Çerkez vs. diye tasnif edilmesi, Avrupa Birliği ve Amerika taraftarı sanılan kişilerin ihbar edilmesi, hatta zenci düşmanlığı yapmakla bilinen Ku Klux Klan’a sempati duyanların belirlenmesini istiyordu Kara Kuvvetleri. İnanılır gibi değil! Herkeste büyük şaşkınlık uyaran genelgeye gazeteciler büyük tepki gösterdi. Basının doğru yaklaşımına rağmen ortada hâlâ bir soru var: “Fişleme” bu kadar geniş bir çerçevede yapılmasaydı, medya bu kadar net tavır alabilir miydi? Aslında etnik kimliği, dinî inancı ya da düşünce biçiminden dolayı yapılan bütün fişlemeler onur kırıcı. Türkiye’ye yakışmıyor. Keşke basın, özgürlükleri savunurken herkesin arkasında dimdik durabilse.