Pazartesi günleri köşesinde medyayla ilgili konulara değinen Ekrem Dumanlı'dan kuşatıcı bir yazı daha: Dinci basın bir 'niteleme' mi? yoksa 'suçlama' mı?
Abone olPazartesi günleri medyanın kronikleşmiş sorunlarına değinen Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı ‘başlıklı yazısında bu kavramı niteledi:
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
Nedendir bilinmez, bazı kişiler sık sık ‘İslamcı basın’, ‘İslami basın’, ‘dinci basın’ gibi tabirleri kullanmayı çok seviyor. Özellikle tartışmalı bir konu gündeme geldiğinde; ya da bazı gazeteler üzerine eleştiri yapılmak istendiğinde bu tip tanımlar daha çok kullanılıyor.
Gerçekten böyle bir medya modeli var mıdır; bu şekilde isimlendirilen medyanın dünyadaki izdüşümlerinden bahsedilebilir mi? Düşünülmesi gereken bir konu...
Medya, tefekkürü Kafdağı’nın ardına attığından bu yana, Türkiye’de düşüncenin yerini tanımlamalar aldı. Şimdilerde en kolay ve en sorumsuz yapılan işlerden biri, kişi ya da kurumlar üzerine bir etiket yapıştırmak ve o muhayyel tanımlar üzerinden yıpratma faaliyetine belli aralıklarla devam etmek. Oysa meseleyi daha makul ve gerçekçi bir çerçevede tartışmak gerekiyor.
Dünyanın pek çok ülkesinde (özellikle Amerika’da) 24 saat dinî yayın yapan televizyonlar var. Tepeden tırnağa dinî muhtevaya sahip gazete ve dergilerin olduğu da biliniyor. Bu tarz yayınlar, sosyal bir ihtiyaca cevap veriyor ve kendi içinde bir yayın disiplini oluşturuyor. O yüzden dinî muhtevaya sahip yayınlar, kendine has duyarlıkları olan dinamik bir kitleye sesleniyor. Ayinler, yortular, dinî törenler, konferanslar... Dinî yayınların beslendiği o kadar çok kaynak var ki! En temel özellik, bütün yayınların propaganda esasına göre yapılmasıdır. Gündemdeki konular onların ilgi alanına girmez. Bir yönüyle, ruhani bir söylem içinde manevi ihtiyaçları karşılamak iddiasıyla yayın yapan kuruluşlar bunlar...
Maksat nitelemek değil, suçlamak
Dünyadaki örneklerine benzer bir dinî televizyon yok ülkemizde. ‘Olmalı mı?’ sorusuna şahsi cevabım ‘Neden olmasın?’ şeklindedir. Kablolu ve dijital kanalların çeşitliliği düşünüldüğünde böyle bir kanalın olmaması için gerçekçi bir sebep söylenemez. Spor, bilim, sanat, moda, tarih, sinema, müzik gibi belli çerçevesi olan tematik kanallar olur da dinî kanal olmaz mı? Bu tip yayıncılığın bir mahzuru olsaydı, demokratik ülkelerde böyle bir kapı sürekli açık tutulmazdı. Hadisenin sosyal gerçeklik taşıdığı ve bir ihtiyaca cevap verdiği ortadadır. Belki Diyanet İşleri bu ihtiyacı karşılayacak makul projeler hazırlar.
Türkiye’nin dünya ölçeğinde dinî sayılabilecek bir TV kanalı yok. Gazeteler için de benzer bir durum söz konusu. Hem Batı’da hem Müslüman ülkelerde tamamen dinî propagandaya dayalı gazeteler var. Bizde ‘dinci’, ‘İslamcı’ gibi tabirlerle suçlanan gazetelerin yayın muhtevası ve tarzı, dünyanın pek çok yerinde yayın yapan dinî gazete standartlarına uymuyor. Ayrıca suçlanan -en azından aşağılanmak istenen- gazeteler, piyasadaki gazetelerden daha az gazetecilik yapmıyor. Hatta bazen haberciliğin âlâsını, yorumculuğun kralını yapıyorlar. O zaman problem ne?
Bir kere, terminolojide bir karışıklık var. Sonuna -cı, -ci eki getirilerek yapılan tanımlar, gazeteleri ‘siyasal İslam’ çerçevesine oturtuyor. Oysa İslami hassasiyeti olan gazetelerden önemli bir kısmı İslamiyet’i, siyasi hedeflere kilitlenmiş bir ideoloji olarak görmüyor. Onlar için İslam, bir hayat ve inanç tercihi. ‘İslamcı medya’ indirgemesi, meseleyi daraltıyor. ‘İslami medya’ dendiğinde ortaya terminolojik bir başka sıkıntı çıkıyor. Mensubiyet eki olarak bilinen o inceltme işareti ‘İslam’a ait olan’ şeklinde bir çıkarıma sebep oluyor. Bundan asıl maksadın ne olduğunu anlamak zor. ‘İslam’a ait gazete’ şeklinde açıklama gayreti boşlukta kalacağına göre, ‘İslami hassasiyeti olan medya’ denmek isteniyor olabilir. Eğer maksat buysa, böyle bir vasıf, suçlama ya da aşağılama anlamında kullanılamaz; zira Müslüman olan herkesin belli bir oranda İslam’a saygısı, hassasiyeti vardır. Hatta bu hassasiyeti bir zümre ile sınırlandırmak, Müslümanlığından utanmayan diğer insanları incitecek bir hatadır.
Bazı gazetelerin dinî hassasiyeti daha fazla, okur kitlesi daha dindar -en azından daha muhafazakâr- olabilir. Bu nedenle bazı medya kuruluşları, dine karşı daha yakın durabilir ve saygılı bir mevki seçebilir kendine. Bundan daha tabii ne olabilir! Her ülkede bazı basın organları diğerlerine göre daha muhafazakâr bir pozisyon alabilir.
‘İslami basın’ tabirinin kullanımında başka bir problem var: Gazete sahipleri ya da yöneticilerinin hayat tarzından hareketle bu sıfatlar kullanılabiliyor ve insanlar sanki suçlu imiş gibi bir hava oluşturuluyor. Hastalıklı bir yaklaşım bu; zira her sektöre bu mantıkla bakılınca ortaya bir cinnet senaryosu çıkar. Bu cinneti 28 Şubatçılar belli bir ölçüde denedi, ülkeyi bir uçurumun kenarına getirdi...
Dindarlık gazeteciliğe mani değil
Dinle barışık olmak, hayatla, toplumla barışık olmanın gereğidir; tıpkı toplumu kucaklayan diğer gerçeklerle barışık olmak gibi. Önemli olan, bir gazete ya da televizyonun bu gerçeği yansıtış biçimidir. Bazıları tercihini tamamıyla dinî yayınlar yapma şeklinde kullanabilir; tıpkı dünyanın değişik yerlerinde yapıldığı gibi. Bu tip yayınları bile ‘dinci’ diye aşağılamak doğru değil.
Bir başka tercih de şudur: Dinî hassasiyetten taviz verilmeden dobra dobra gazetecilik yapılır. Gündemin en sıcak takibi için çırpınır bu tip gazeteler, her olaya değişik bir açıdan bakmak için gayret eder. Dinî titizlik, bazı özel sayfalarda, eklerde rahatça görülebilir. Bu durum bir başka zenginlik katar gazetelere. Dindarlık, ‘orta yol’ diyebileceğimiz bir dengenin tezahürüyse problem yok. Basının dine yaklaşımı, fanatizmi beslemiyorsa, ayrımcılığı kışkırtmıyorsa ve dahi haberciliği zedelemiyorsa basın için ayrı bir zenginliktir. Bütün gazetelerin ramazan ayı içinde yaptığı dinî yayınların ne zararı olabilir? Neredeyse bütün gazeteler cuma günleri dinî bir köşeye sahip. Böyle bir uygulamaya ‘Boyalı basın kutsal günlerde dini kullanıyor’ demek ne kadar kabalıksa, gümbür gümbür gazetecilik yapan muhafazakar insanlara ‘İslamcı basın’ ayrımcılığı yapılması da o kadar kabalıktır.
Elbette pek çok yayının arkasında bazı düşünceler, inançlar, ideolojiler olabilir. Zaten gazete mutfaklarını zenginleştiren de budur. İş fanatik cahillere kalınca denge tutturmak zor oluyor. Bu durumu anlayışla karşılamak mümkün; çünkü onlar mevcudiyetlerini ancak bu tür kan davalarıyla devam ettireceğini sanıyor. Üzücü olan, gazetecilik kuruluşları gibi; hükümet ve muhalefet gibi, hatta Genelkurmay gibi ciddi kurumların bile bazen bu tür efsanelere inanıyor olması...
Başkasını bilemem, ancak Zaman için yapılan -cı, -ci suçlamalarını kabul etmediğimizi söyleyebilirim. Mesela ‘İslamcı’ değil Müslüman, ‘dinci’ değil dindar olarak anılmayı pek çok insanın daha şık bulduğunu söyleyebilirim. Müslüman olmaktan utanılmaz; aksine gurur duyulur. Esas olan, kişi ve kurumların kendilerini nasıl tanımladığıdır (self definition); başkasının nasıl yakıştırdığı değil. Ötesi laf u güzaftır...
Gereksiz bir açıklama
Biliyorum muhatap almaya değmez; ancak cevap verilmeyince bazen bir yanlış, dalga dalga yayılabiliyor. O yüzden küçük bir açıklama yapmamı mazur görün lütfen. Geçen hafta bu köşede neşredilen yazıyı bahane eden birisi, köşesinde ‘İslami basın gazeteci olamadı’ diye başlık atmış. Bir kanal ve onun sitesi bu yoruma hararetle sahip çıkmış. ‘Bu sefer isabetli’ demişler; demek ki daha önce hep isabetsiz buluyorlarmış köşe yazarını. ‘İsabetli’ yazıda o kadar yanlış var ki, hangisini düzelteceğimi bilemiyorum.
Mesela, bir ortaokul öğrencisi bile ‘İslami basın gazeteci olamadı’ şeklinde bir başlık atmaz. Çünkü özne-yüklem ilişkisini yeni öğrenmiştir ve o öznenin bu yükleme bağlanamayacağını bilir. Ayrıca, Selahattin Sadıkoğlu, Ahmet Taşgetiren gibi saygın isimlerden hareketle her gazetede çıkabilecek problemler üzerinden genelleme yapılamaz...
İnsan önce okuduğunu doğru anlamalı, sonra eleştiri yapmalı; onu yaparken de insaf ölçüsünü aşmamalı. Diline doladığı yazıda hiçbir isim zikredilmediği halde Emin Çölaşan’ın adını veriyor arkadaş. Oysa söylenen şey çok basit: Radikal Yayın Yönetmeni, Kırıkkanat’ın işten atılması için iki sebep gösteriyordu. Bu sebeplerden yola çıkarak aynı kurallar aynı özelliği taşıyan başka yazarlara uygulanmıyorsa ‘Kırıkkanat’a yazık olmuş’ demiştim.
Birinin kalkıp bu basit önermeden ‘Emin Çölaşan’ı işten atın’ sonucunu çıkarması ilginç. ‘Nereden çıkarıyorsun Çölaşan’ı? ‘Ha bire tazminat davası kaybeden’ denince, ‘ufku Ankara sınırlarını aşamayan yaşlı bir adam’ denince, ‘insanları aşağılama salvoları’ denince akla Emin Çölaşan mı gelmeli? Çölaşan bu sıfatları üzerine almamışken gazetesinde yumuşak pozlar verip kaale alınmak için sert yazılar yazan birinin Emin Bey’i işaretlemesi tuhaf ve üzücü bir durum. Hele bir de yazının orijinalini görmeden, kasıtlı bir okumaya dayanarak yayın yapanlar var ki hak getire! Gazetecilik, bir fikir çilesidir; papağanlık değil. O yüzden okuduğundan çok yazanlara, düşündüğünden çok konuşanlara, bu meslekte yer yoktur...