Hürriyet Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek, internethaber.com sitesinden Hande Aydemir'e konuştu.
Abone olGazeteciliğe 1994 yılında Evrensel gazetesinde başlayan Kars doğumlu Deniz Zeyrek ilk sayısının yayımlandığı 13 Ekim 1996’da girdiği Radikal gazetesinde diplomasi muhabirliği, Ankara İstihbarat Şefliği, Haber Müdürlüğü ve Ankara Temsilciliği yaptı. Radikal'in kapanmasının ardından Hürriyet gazetesi Ankara Temsilcisi olan Zeyrek, İnternetHaber'den Hande Aydemir'in medya ve gündeme dair sorularını yanıtladı.
Ankara Kulislerinin tecrübeli ismi Zeyrek bir yandan AK Parti'deki değişimi, Davutoğlu ve Binali Yıldırım'ın başbakanlıktaki farklı yaklaşımlarını, CHP ve MHP'nin iç dinamiklerini anlatırken, bir diğer yandan da medyada yaşanan değişimleri, Hürriyet'i ve CNN Türk'teki programını, Radikal'in gazetecilik dünyasına katkılarını ve gazetecilik mesleğinin inceliklerini sıraladı...
Başbakan Binali Yıldırım'ı "Erbakan, Özal ve Demirel'e benziyor" diye tanımlayan Zeyrek, "AK Partinin kalkınma hamlelerini görmemek doğru olmaz ama demokrasi olmazsa kalkınma kalıcı ve sürekli olmaz" yorumunu yaptı.
handeaydemirtv@gmail.com
hande.aydemir@internethaber.com
@HandeAydemirTV
Zeyrek, Aydemir'in sorularını bakın nasıl yanıtladı:
Hande Aydemir: Öncelikle teşekkür ederim, bizi kabul ettiniz, ofisinizde ağırlıyorsunuz. Radikal'den başlamak istiyorum öncelikle. Siz Radikal'in hem doğumunu gerçekleştiren ekipteydiniz hem de sonunda kapandığınında vardınız gazetede. Radikal dönemini anlatabilir misiniz?
Deniz Zeyrek: Radikal'e geldiğimde ben 24 yaşındaydım. Çok gençtim, 20 yaşından beri gazetecilik yapıyordum ama Doğan grubu bünyesinde çıktığı için Radikal, medyanın ana karargahına girmiş hissiyle başladım. Gurur vericiydi tabi. Doğrudan diplomasi muhabirliği ile başladım ve Bosna Savaşı yeni bitmişti, Afganistan'da Taliban Kabil'e doğru ilerliyordu, Filistin karışıktı, Bağdat Körfez Savaşından sonra yeniden kıpırdanma halindeydi. Zor bir dönemdi kısaca. Bütün bu krizleri takip etme şansım oldu. Diplomasi muhabirliğinin güzel yanı buydu. Radikal çok da güçlü başladı. Biz Ankara Büro'da 30 kişiydik. Çok iddialı muhabirler vardı. Ankara'nın en iyi gazetecileri Radikal'deydi. Ben adeta staj yapıyordum. Ana akım medyada bu kadar güçlü bir ekibin içinde başlamanın avantajını yaşadım. İsmet Berkan Ankara Temsilcisiydi, Hakkı Erdem Haber Müdürüydü, çok deneyimli muhabirler vardı. Hepsi deve dişi gibiydi. Çok şey öğrendim.
GAZETECİLER ARASINDA ESKİDEN ÇOK REKABET VARDI
H.A.: Çok gazeteci yoktu şimdiki gibi.
D.Z.: Evet ama gazetecilik yapılıyordu. Ciddi bir rekabet vardı. Hürriyet ile, Cumhuriyet ile, Milliyet ile yarışırdık. Yeni Yüzyıl vardı o zaman. Radikal'in rakibi Yeni Yüzyıl gibiydi. Onunla yarışırdık. Müthiş bir rekabet vardı. Her sabah gazeteyi açınca şunu atlatmışız, şunu atlamışız diye başlardık. Şimdiki gazetecilik ile o zamanki arasındaki en büyük fark o. Gazeteciler arasında amansız bir yarış vardı. Gazeteciler bu becerileri sayesinde yüksek ücretler alır, transfer olurlardı. Ben de öyle başladım. Ben alaylıyım, gazetecilik eğitimi almadım. 1997'ye kadar gazetecilikte kalıp kalmayacağıma karar vermemiştim. Başka bir alanda çalışmak gibi bir niyetim vardı. İsmet Berkan'ın 'ya gazeteci ol ya akademisyen ol' çıkışı ile 'Peki gazeteci olayım' dedim. Netenyahu ile röportaja gitmiştim. Ankara'da ODTÜ'de bir sınavım vardı. Ona girmek yerine röportaja gittim. Bu bir tercihti ve çok başarılı işler çıkardık. 13 Ekim 1996'da başladık, 20 gün sonra 3 kasım 1996'da Susurluk kazası oldu. Erbil Tuşalp, Koray Düzgören, Ertuğrul Mavioğlu vardı,Mehmet Y. Yılmaz Genel Yayın Yönetmeniydi, Reha Maden haber müdürüydü, böyle bir kadroyla Susurluk'un üzerine gittik. Oradaki adamın Abdullah Çatlı olduğunu, o arabada ortaya çıkan ilişkiyi her gazeteci bilemeyebilirdi. Radikal ekibi ortaya çıkardı. Susurluk bir çok şeyi değiştirdiyse Türkiye'de, bunda Radikal'in çok büyük etkisi var. Biz de onun bir parçası olmuştuk. Ahmet Şık ile biz Mahmut Yıldırım'ı bulmak için çalışmıştık. Sonra deprem 1999'da olduğunda tüm deprem alanına yayıldık, deprem sonrasını takip ettik. Benim en kıymetli ödülümdür, Sedat Simavi ödülümü de Radikal'de aldım. Milli Güvenlik Kurulu'nun bir gizli yönetmeliği vardı, bir hafta boyunca yayımladık, devlet halkın üzerinde nasıl psikolojik harp yapıyor... O yönetmeliği yayımlayarak gösterdik. Ben haberden ödül aldığım gün, sabah DGM savcısında ifade verdim, akşam ödül aldım. Bağdat'ta, Filistin'de, Kabil'de, Kosova'da bulundum, tarihe tanıklık etmek gibi bir şey. Radikal, bütün muhabirlerinin emeğini çok iyi değerlendirdi. Bir ara 1 milyona yakın bir tiraja bile ulaşmıştık. “O bir radikal” sloganı doğruydu. Gerçekten öyleydi.
RADİKAL OKURU ÇOK VEFASIZ ÇIKTI
H.A.: Ama gün geldi ki Radikal kapandı. Önce dijitale geçti, belki direnir dedik ama o da uzun sürmedi. Gazete neden kapandı? Gerçek sebebi neydi? Tirajı düştü o yüzden kapandı demek doğru olur mu yoksa başka nedenler var mı?
D.Z.: Olur, doğru olur. Radikal okuru çok vefasız çıktı. Yeni Yüzyıl kapandığında Radikal'in tirajı 130 bin civarındaydı. Yeni Yüzyıl kapanınca onun okuru da Radikal'e gelir diye düşünmüştük, aksine onun okuru gelmediği gibi bizim de tirajımız düşme eğilimine girdi. Radikal kapandığında yanlış bilmiyorsam, tirajı 15 binlere düşmüştü. Bir gazetenin ekonomik olması için belli bir satışı yapması lazım. Biz edebiyatçı değiliz. Roman yazmıyoruz. Her gün insanların para verip satın aldığı, o gün tükettiği bir ürün hazırlıyoruz. Onun da bir karşılığı olması lazım. İnsanların parasını verip alması, tirajın artması, tiraj arttığı için reklamların artması lazım. Ekonomik olarak sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı.
H.A.: Peki dijital neden kapandı?
D.Z.: Benzer sıkıntılar. Ekonomik sıkıntılar... Dijital'in reklam gelirleri kağıt gazete gibi olmuyor. Avrupa'dan bir örnek vereyim, gazetenin tirajı 300 bin düştüğünde internet tirajı 2,5 milyon arttığında internetten kaybettiği reklam, kağıttan kaybettiğinin 9'da 1'i. Yani bunu karşılaması henüz mümkün değil gibi. Zamanlama açısından yanlış oldu belki. Dijital belki gelecekte daha çok kazanacak. Reklam dijitalde daha çok gösterecek filan ama bu dönem o açıdan talihsiz bir dönem. Radikal'in yaşayamaması arkasında en önemli konu ekonomik.
H.A.: İkinci neden nedir?
D.Z.: Okurun vefasızlığı. Ben Hürriyet'e geçtikten 6 ay sonra bir arkadaşım “seni epeydir Radikal'de görmüyorum, ayrıldın mı” dedi. Radikal'i nerede görüyorsun dedim, Radikal kağıt olarak satılmıyordu çünkü. “Nasıl yaaa” dedi. “Radikal 6 aydır” yok dedim. “Ben okuyorum” dedi. Nereden okuyor, internetten. Parasını verip satın aldığı bir gazete olmaktan çıkmış. Bu o dönem bizim canımızı çok sıkıyordu.
HÜRRİYET'E GİDERKEN BAŞTA KORKTUM
H.A.: Hürriyet'in kapıları açıldı sonrasında size. Nasıl oldu o geçiş? Biraz olaylı mı oldu sizin Hürriyet'e geçişiniz?
D.Z.: Yooo! Çağırdılar, Hürriyet'in Ankara Temsilcisi olmanı istiyoruz dediler. Ben de 18 yıldır burada çalışıyordum. Tamam dedim ve başladım.
H.A.: Korkularınız olmadı mı peki?
D.Z.: Korktum tabi, şundan korktum, Hürriyet çok büyük gazete, Radikal ile kıyaslanmayacak kadar büyük bir operasyon. Hem Ankara bölgesindeki aktivitelerinin sayısı Radikal ile karşılaştırılamaz. Bunun dışımda bir korkum olmadı. Yöneteceğim bürodaki insan sayısı 10 kat artıyor, Ankara'dan geçilen haber sayısı artıyor. Günde 15-20 haber geçiliyordu Radikal'de burada 150 haber geçiliyor. Operasyon büyüklüğü korkuttu biraz, ama burada bir sistem var, deneyimli gazeteciler var, 30 yıldır burada çalışan arkadaşlar var, hafızası var Hürriyet'in. Sürekli zamanla yarışılan, rekabet edeceği gazete bulamayınca kendisiyle yarışan bir sistem var. Adapte olmam zor olmadı.
H.A.: Hürriyet bir hibrit gazete mi?
D.Z.: İçerik açısından öyle. Hürriyet'in birinci sayfa toplantısı yapıldığında, zaman zaman ben de o şansa nail oluyorum İstanbul'da... Magazinin, siyasetin, dünya haberlerinin, hepsinin yeri bellidir. Gerçekten de şunu söyleyebilirim, tüm partilere de eşit mesafededir.
GAZETEYE BASKI GELMİYOR AMA RAHATSIZLIKLAR BİLDİRİLİYOR
H.A.: Gazeteye, Ankara temsilcisine baskı geliyor mu?
D.Z.: Baskı demeyelim de rahatsızlıklar üretiliyor. Yaptığımız haberlerden rahatsız olanlar oluyor. Bize iletiliyor bunlar.
H.A.: Siz ne yanıt veriyorsunuz?
D.Z.: Eğer haklı bir gerekçesi varsa, bizim bir hatamızdan kaynaklıysa düzeltmeye çalışıyoruz ama haberimiz doğru ve sağlamsa, olay bu diyoruz.
H.A.: Siz Radikal'de köşe de yazıyordunuz, özlediniz mi yazmayı?
D.Z.: Aslında yazmak gazeteci açısından kendini ifade etme platformudur. Ben Radikal'de dış haberler yazarıydım, diplomasi yazıyordum. Son zamanlarda biraz siyaset yazmıştım. Hürriyet'te şöyle bir format var. Köşe yazısı değil ama yaşanan gelişmeleri analiz eden, perde arkasını anlatan haber de değil, köşe yazısı da değil, bilgiyi analiz eden şeyler yazıyorum. Gazete de iyi değerlendiriyor. Doğrusunu isterseniz köşe yazmak yerine iyi haber yazmayı tercih ederim. Bir de insanın kendini ifade etmesi açısından bir platformudur köşe. Televizyon o boşluğu dolduruyor bende. Haftanın iki günü, çıkıp bir saat konuşmak, haftanın iki günü köşe yazmak gibi bir şey.
PARAMETRE'DE HAFTADA 5 GÜN YORULUYORDUM
H.A.: Parametre'de Salı ve Perşembe'leri görebiliyoruz. Eskiden her gün vardınız. Konuk olmak mı, programı yönetmek mi ne dersiniz?
D.Z.: Ben hep konuktum zaten. O program 12 yıldır var ve Ebru Baki'nin moderatörlüğünde yapılıyor. Bir formatı var, Hürriyet Ankara temsilcisi katılıyor programa. Başından itibaren öyle. Ben de Deniz Zeyrek olduğum için değil Hürriyet Ankara temsilcisi olarak oradaydım. Benden önce Metehan Demir konuktu. İyi bir format, değişik görüşlerin paylaşıldığı. Bir gün önce ne oldu, o gün ne olacak, konsantre bir şekilde konuşuluyor. Benim açımdan verimli geçiyor. Haftada 5 gün yapılırken doğrusu yorucu oluyordu. Ülkenin gündemini hep aynı konular rehin aldığında, terör gibi, çok da konuşulacak konu olmuyor. Benim televizyon yayıncılığında en zorlandığım şey, terör haberleri için yorum yapmak. Hepimiz insanız, bazen duygusal boyutu çok yüksek oluyor. Bir şehit cenazesinde onun ailesinin duygularına tanık olup o konuda, duygularını yansıtmadan konuşmak çok zor.
H.A.: Parametre izleyicilerinden gelen tepkiler nasıl?
D.Z.: Bazı arkadaşlarım şunu söylüyor: “izleyiciler seni muhalif olarak konumlandırdı.” Benim aslında muhalif olmak gibi bir kalıp içine girme isteklisi değilim.
BEN MUHALİF DEĞİLİM, KENDİMİ ÖYLE KONUMLAMAM
H.A.: Muhalif misiniz peki?
D.Z.: Değilim ama mümkün olduğu kadar doğruları konuşmayı tercih ediyorum. Eğer bir ülkede olup biteni konuşmak birilerini rahatsız edecekse, bu da sizi onların karşısında konumlandırıyorsa çözümü yok. Ahmet Davutoğlu 1 Kasım'da seçimi kazandı %50 ile başbakan oldu. 4 Mayıs'ta bırakma kararı aldı. %50 ile iktidara gelen bir partinin genel başkanın bu kadar kısa sürede bırakması tarihi bir olay. Bunu konuşmak muhalif olmak mıdır? Bence değildir. Bu bir fotoğraf. Davutoğlu da bunun üzücü bir durum olduğunu yansıttı. Bu fotoğrafı çektiğinizde sizi muhalif olarak konumlandırıyorlarsa kaçmak olmuyor. Benim işim kimsenin canını sıkmak değil ama bu durumu aynen yansıtmak. Muhabirin karşılığı İngilizce'de 'reporter'dır. Rapor etmekten gelir. Gördüğünü aktarırı gazeteci. Bunu söylemeseydin keşke deniliyorsa gördüğünüzü aktardığınızda, ya da bunu söylediğin için muhalif oluyorsan bu tanımdan kaçış yok. Ben kendimi bir kalıba sokmayı doğru bulmuyorum.
H.A.: Kendinizi güçlü hissediyor musunuz Hürriyet'te?
D.Z.: Burada olmak acayip bir ayrıcalık. Çok profesyonel bir yer, kurumsal yapısı var, çok iyi gazetecilerle çalışıyoruz. İnsan ister istemez kendine güven duygusu, güçlü olma duygusu yaşatıyor.
H.A.: Peki korkuyor musunuz? Bu bazı insanları rahatsız ediyor mu, özgürlüğünüzü tehdit ediyor mu?
D.Z.: Ben hala muhabirken yaşadığım evde yaşıyorum. Hala Radikal'deyken aldığım arabayı kullanıyorum. Benim en büyük lüksüm çocuğumu özel okulda okutmak. İşimdeki değişiklikler benim yaşam standardımda gözle görülür bir değişikliğe neden olmadı. Benim tüm konsantrasyonum gazetecilik üzerine. İyi bir gazeteci olmak için elimden geleni yapıyorum.
İYİ GAZETECİ OLMANIN ÜÇ YOLU
H.A.: Nasıl iyi gazeteci olunur?
D.Z.: Temel sorumluluklarımız var. Temel yükümlülüğümüz nedir? Halkın haber alma hakkına saygı duymaktır. Bizim temel varlık nedenimiz bu. Bir yerde olan bir olayı, oradan uzakta olan birine aktarmaktır. Onun kendisini ilgilendiren bu olayı öğrenme hakkını gözetmektir. Zaman zaman sıkıntılar olabiliyor. Gerçeği tüm çıplaklığı ile yansıtamıyor olabiliriz. Kapasitemiz yetmeye bilir, bilgi kaynağına erişemeyebiliriz, erişsek bile doğru aktaramayabiliriz. Halkın haber alma hakkını tam anlamıyla gerçekleştiremiyor olabiliriz. Ama benim en büyük çabam habere ulaşmak ve okuyucuya ulaştırmak. Bu birincisi.
İkinci olarak ulaştığımız haberi eğip bükmeden, gazeteciliğin temel kuralları çerçevesinde okura ulaştırmak. Double Check dedikleri iki kere kontrol etme, muhattaplarına sorma, nerede, ne zaman, nasıl gerçekleştine dair bilgileri haberin içinde aktarmak. Bunlar hem gazeteciliğin hem de insan olmanın gereği. Haberi doğru bir şekilde çarpıtmadan iletmek.
Üçüncüsü etik değerler benim için önemli. Etik değerlerin dışına çıkmamak için özen gösteriyorum. Hediye almaktan tutun da, siyasilerle, iş dünyası ile kurulan ilişkinin çerçevesine kadar bir çok konuda gazetecinin durması gereken noktada durmaya çalışıyorum. Eksiklerim, hatalarım olabilir ama şu ana kadar mümkün olduğunca başarılı olmaya çalıştım.
GAZETECİDEN DOST OLMAZ
H.A.: Siyasilerle gazeteciler arkadaş olabilir mi?
D.Z.: Tam tersinden söyleyeyim. Bazı arkadaşlarımız siyasetçi oluyor. Gazeteci de olabilir, mahalleden çocukluk arkadaşı da olabilir. Benim AK Parti'de siyaset yapan çocukluk arkadaşlarım var mesela. CHP'de de siyaset yapanlar var. Ama haber söz konusu olduğunda o arkadaşlıkların bizim üzerimizde bir etkisi olmuyor. Olmasın diye çaba harcıyoruz.
H.A.: Siyasetçi ile gazeteci arkadaş olamaz yani...
D.Z.: Bizim aramızda hep bir şaka konusudur, bunu haber anlamında söylüyorum, “gazeteciden dost olmaz” derler haber söz konusu olduğunda yanlış anlaşılmasın. Çok iyi arkadaş olur ama haber söz konusu ise arkadaş olmaz. Bazı haberler ile ilgili çok yakın arkadaşlarımızın devreye girdiğini hatırlıyorum.
H.A.: “Off-the-record bu yazma” dediklerinde...
D.Z.: Bugüne kadar hiç o güveni sarsmadım.
H.A.: O zaman gazeteciliğin temel ilkesi güvenilirlik diyebiliriz yani?
D.Z.: Bir haber kaynağı eğer paylaştığı şeyin çerçevesini çizmişse ona uymak lazım.
H.A.: Sizin bu güne değin, araştırıp, geliştirdiğiniz, yayım aşamasında “durduralım” denilen haber oldu mu?
D.Z.: Yok böyle bir durum yaşamadım. Yazdığım ve kullanılmayan hiç bir haberim olmadı. Kendim otosansür demeyeyim ama, bunun haber değeri yok diye yazmadıysam başka bir şeydir ama, uğraşıp yazı işlerinin önüne koyduğum hiç bir haber yayımlamayalım diye geri çevrilmedi. İnşallah da karşılaşmam böyle bir durumla. Çok zor bir durum çünkü, bu yüzden istifa eden meslektaşlarımız oluyor.
H.A.: Gazeteciler arasında medyaya da yansıyan şöyle bir durum var, havuz medyası, tetikçiler, merkez medya gibi bir takım söylemler var, bunlar daha önce de var mıydı? Yoksa yeni yeni mi duyduk bunları? Siz bunları nasıl tanımlarsınız.
D.Z.: Ben gazetecileri böyle kategorize etmeyi sevmiyorum. Ben bu konuda bencil davranıp kendimi merkez koyuyorum. “Sen doğru dur, eğri belasını bulur” diyorum. Gazeteci olarak ben kendi sorumluluklarımı yerine getireyim, iyi bir gazeteci olayım, diğerleri buna uymuyorsa, gazetecilik standardı dışında işler yapanlar belalarını bulurlar diyorum. İkincisi insanları çalıştıkları kurumlara göre kategorize etmiyorum. En yakın arkadaşım Ankara'da Star'ın Ankara Temsilcisidir, Abdülkadir Selvi'dir. Birlikte gazeteci olarak vakit geçirdiğimiz, çok verimli, sağlıklı konuşmalar yaptığımız insanlar bunlar. Milliyet'in Ankara Temsilcisi, Vatan'ın Ankara Temsilcisi... Bunlara haksızlık olur, birisi Star'ın Ankara temsilcisine böyle bir şey yakıştırmaya kalkarsa ben müdahale ederim. Ben bu adamı tanıyorum bu yakıştırmanız doğru değil derim. İnsanların aynı çuvala konması doğru bir yöntem değil. Gazetelerin yayın politikaları olabilir. Ama bir gazetede çalışan herkes... Sabah Ankara Temsilcisi Okan (Müderrisoğlu) yıllardır bu sektörde, iyi bir gazetecidir. Şimdi Sabah'ta çalışıyor diye... Aynı şey bizim için de geçerli. Birileri bana o muhalif diye bakıyorsa mesela oradaki arkadaşımın da beni öyle kategorize etmesi hoşuma gitmez. Belki de bizi buraya getiren bakış açısı budur. Türk basınının bir çizgi tutturamamasının gerekçesi budur. Evrensel gazetecilik yapamamasının Türkiye'de gazetecilerin nedeni bu. Yapmamız gereken işi yapmak yerine birbirimizi hedef almayı tercih ediyoruz. Ben bunun taraftarı değilim. O tetikçi... Tetikçiyse belasını bulur. Gazetecilik dışında işler yapıyorsa, gazeteci olarak hayatını sürdüremez. Böyle bir gerçek var. Hiçbir zaman gazetecilik sınırları içine girememiş insanların bu sektörde uzun süre kalmaları mümkün değil. Konjonktürel olarak parlayabilirler, isimleri duyulabilir, çok para kazanabilirler ama gazetecilik uzun soluklu bir meslek. Ben 1 Eylül 1996'dan beri bu sektörde çalışıyorum. O gün Abdülkadir Selvi de bu sektördeydi, Okan Müderrisoğlu da bu sektördeydi, Serpil Çevikcan bu sektördeydi. Erdem Gül bu sektördeydi. Hepsi de uzun soluklu gazeteciler oldu. Ben buna bakarım. Yoksa bundan beş sene önce nerede olduğunu bilmediğimiz biri, isim vermeyeyim, gelmiş köşe yazıyor. Sağı solu hedef gösteriyor. Televizyonlarda program yapıyor. Bir bakıyorsunuz üç sene sonra yok. Kalıcı olmuyor. Dolayısıyla o şeyden kurtulmak lazım.
TÜRKİYE'DE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ YOK DİYENLERE KARŞI ÇIKIYORUM
H.A.: Siz gazeteciliğin geçmişini ve bugününü biliyorsunuz. Medya gemisi battı diyebilir miyiz?
D.Z.: Batmaz. Gazetecilik geçmişi en eski mesleklerden biridir. Tabletler filan tarihçi değilim ama hepsi bir iletişim şeyidir. Mağaraya çizilen resimlerden beri birilerini bir şeyden haberdar etme çabası var. Gazetecilik şekil değiştirebilir, araç gereçleri değişebilir ama ölmez. İnternet medyası yazılı basını öldürecek diye bir beklenti vardı, Özkök kısa süre önce yazdı, Hindistan başta olmak üzere kağıt gazetelerin tirajları ve etkisi artıyor. Bizde de sıkıntılı bir dönem, basın özgürlüğü tartışılıyor ama insanlar da basın özgürlüğünü yaşatmak için mücadele ediyor. Bunu görmezden gelmemek lazım. Batılılarla sohbet ederken, büyükelçilerle konuşurken ben hep karşı çıkıyorum. “Türkiye'de basın özgürlüğü yok” diyorlar ya, bu cümle bize hakaret.
H.A.: Var mı peki?
D.Z.: Olması için çalışıyoruz. Elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. İnsanların habere ve gerçeklere ulaşması için çaba sarfediyoruz. Erdem Gül, Cumhuriyet'in Ankara Temsilcisi, boşuna mı yattı cezaevinde. Bedel ödedi basın özgürlüğü için. Hepimizin ifade özgürlüğünü yaşatmak için bir çabamız var. Türkiye'de basın özgürlüğü yok demek bütün gazeteciler teslim oldu birilerine. Şunu yaz dediler mi yazıyorlar. Yazma dediklerinde yazmıyorlar demektir.
H.A.: Öyle yapan gazeteciler var ama değil mi?
D.Z.: O onların sorunu. Biz gazetecilik yapmaya çalışıyorsak, basın özgürlüğü öldü, Türkiye'de özgür basın bitti, özgür basın gemisi battı demek, bizim burada ne işimiz var o zaman sorusunu getirir.
MİT TIRLARI HABERİNİ BEN OLSAM BASMAZDIM
H.A.: Konusu geçmişken sorayım. Siz Can Dündar ya da Erdem Gül'ün yerinde olsanız, MİT tırları haberini verir miydiniz gazetenizde?
D.Z.: Şunu söyleyeyim ben. Ben gelen haberden hep tereddüt ederim. Araştırmacı gazetecilik var ya... Gelen haberi de yaparız, ipuçlarını değerlendiririz ama... Bir vatandaş arayıp bende şöyle bir şey var, hazır bir dosya dediklerinde tereddüt ederim. Gazetecilik tarihi bu tür şeylerle doludur. Bu tamamen bir tercih meselesi. Ben şahsen o haberi okuduğumda şaşırmadım. Çünkü haberde yer alan her şey bir yıl önce başka bir gazetede yayımlanmıştı. O iddialar daha önce yayımlanmıştı. Dolayısıyla haberin öyle bir şeyi var, yeni haber, ilk defa yazılıyor olması da önemlidir. Bu açıdan gösterilen tepkinin çok orantısız olduğu kanaatindeyim. Gazetecilerin tutuklanması, 90 küsür gün tutuklu kalmalarını doğru bulmadım. Ama biz o haberi yapar mıydık? Çok emin değilim. Bu haber çıkmış yayımlanmıştı diyeceğimiz bir haberdi.
H.A.: Cumhurbaşkanı Erdoğan sonrasında bir açıklama yaptı, Anayasa Mahkemesinin kararına saygı duymuyorum ve uymuyorum diye. Bu açıklama sonrasında Deniz Zeyrek ne düşündü.
D.Z.: Aklıma rahmetli Özal'a atfedilen anayasayı bir kere de biz delelim ne olacak sözü geldi. Ama bu konuda fikrimi söyledim ben. Bu ülkede birlikte yaşayacaksak bunu hukuk devleti kuralları sayesinde yapabiliriz. Ben mahkemeyi, yasayı, anayasayı tanımıyorum derseniz kaos olur. Günlük hayatımızda bir düzen varsa bunu hukuk devleti kurallarına borçluyuz. Hukuk devleti olmasa kaos olur. Zaten sonra o açıklama ile ilgili de yorumlar, düzeltmeler yapıldı. Cumhurbaşkanı değil ama AK Partililer... Hoşumuza gitmeye bilir, bizi rahatsız edebilir ama geçerli bir hukuk varsa ona uymak hepimizin boynunun borcu, beğenmediğimiz yanları söyleyebiliriz, değişmesi için mücadele edebiliriz. Ama var olan ve yine halkın seçtiği milletvekillerinin koyduğu bir yasa maddesine karşı çıkmak doğru değil.
H.A.: 17-25 aralık süreci ile Türkiye'nin önü açıldı mı sizce?
D.Z.: Ergenkon, Balyoz davalarında arkadaşlarımız haksızlığa uğradığında, çıkıp itiraz ettiğimizde bizi darbeci ilan ediyorlardı. Ahmet Şık, Nedim Şener tutulandığında, biz itiraz ettiğimizde sadece cemaatçiler değil, hükümet kanadı da bize darbeci diyordu. Cemaatin hakimleri o siyasi desteği arkalarına almasa o operasyonları nasıl yapacaklardı? Bir kere bunu unutmamak lazım. Ben bir ülkenin seçilmiş hükümeti ile cemaati aynı kefeye koymam. Hükümet tüm seçimlerden birinci çıkmış, seçim kaybettiğinde gidecek demokratik sistemin bir ürünü. Cemaati hükümetin muhattabı kabul etmem. Hükümet-Cemaat savaşı kavramını doğru bulmuyorum. Hükümet hukuk devleti kurallarını hayata geçirmek ile yükümlüdür. Halktan aldığı vekaleti bu amaçla kullanır. Cemaatin ise hesap vereceği bir halk, seçmen yoktur. Dolayısıyla cemaat suça bulaştıysa, mensupları bürokraside suç işlediyse hükümet buna kendi meselesi olarak değil ülkenin meselesi olarak bakmalı. Hükümetin meselesi olarak kendi tabiriyle paralel yapıdan temizlemesi lazım. Hukuk devletinde kimin kime bağlı olduğu hangi hiyerarşi içinde olduğu bellidir. Başka bir hiyerarşi kurulduysa bunu tasfiye etmek siyasi iradenin temel görevidir. Hükümet-Cemaat çatışması olarak gösterilmemeli bu.
H.A.: Paralel bir yapılanmayı kabul ediyorsunuz yani?
D.Z.: Ortada değil mi hakimler, savcılar, kumpas davaları...
H.A.: Peki hükümet hatta devlet bunu daha önceden görüp önlemini nasıl alamaz. Böyle birşeyi gördüğü zaman hiç mi sesini çıkarmaz.
D.Z.: Ne istediler de vermedik sorusunu hatırlatayım ben sadece.
H.A.: CNN Türk'te bir değişim yaşandı, Erdoğan Aktaş geldi. Bazı programlar kalktı... Bu CNN için iyi oldu mu sizce?
D.Z.: Ben televizyoncu değilim. Sadece Hürriyet'in Ankara temsilcisi olarak Parametre'de yorum yapıyorum. Televizyon ile ilişkim bundan ibaret. Davet edildiğim programlara soru sormak için davet ediliyorum. Eskiden de CNN Türk izlerdim, şimdi de izliyorum. Bu biraz da aile hissiyatının parçası. 20 yıldır bu şirketin elemanıyım. Bu ailenin bir parçası olarak görüyorum kendimi, en büyük arzum da bu şirketin, bu ailenin mensuplarının başarılı olmasıdır. Şu binada bütün bu şirketin kurumları var. Kardeşler ne kadar başarılı olursa bu şirket o kadar bereketli olur. Reyting mi önemlidir, kalite mi önemlidir, bunlar önemli tartışmalar. Erdoğan Aktaş geldikten sonra izleyici profili değişti mi bilmiyorum.
H.A.: Hürriyet'e geldiğinizde değiştirdiğiniz bir şey oldu mu?
D.Z.: Ankara temsilcisinin idari bir görevi olduğu düşüncesi vardı burada. Ben bütün haberlerle uğraşıyorum. Tüm haberleri okuyorum, her sabah haber toplantısı yapıyorum. Takip etmemiz gereken konuları tartışıyoruz. Gündemi belirliyor ve takip ediyorum. Gazetecilik faaliyetinin sınırları belli olduğu için çok büyük bir değişiklik yok. Ama kendi açımdan haber odaklı çalışıyorum.
BİNALİ YILDIRIM, ÖZAL, DEMİREL VE ERBAKAN'A BENZİYOR
H.A.: Ahmet Davutoğlu gitti, yerin Binali Yıldırım geldi. Yıldırım ile beraber Türkiye nereye doğru ilerler?
D.Z.: Mevcut tablo şöyle: Bir anayasa değişikliği bu meclisten çıkmaz. Yeni bir seçime gidilir mi, HDP baraj altında kalır mı, MHP ne olur? Gözler buna çevirildi. Netice itibariyle işin Binali Yıldırım kısmında şunu söyleyebilirim. Binali Yıldırım tam bir mühendis... Biraz Özal kafası, biraz Demirel kafası. Biraz Erbakan kafası var. Erbakan gibi muhafazakarlık yanı var. Sonuç odaklı olmak konusunda Demirel'e benziyor, barajlar yapmak yollar inşa etmek. Liberal kalkınma konusunda da Özal'a benziyor. İş tutma biçimi var. O açıdan çok fazla ben siyasi polemiklere girmesini beklemiyorum. En iyi bildiği işi yapmaya yoğunlaşacak izlenimi veriyor. Ben en iyi bu işi biliyorum bunu yaparım izlenimi veriyor. Cumhurbaşkanı ile ilişkisi açısından da işin siyasi ve diplomatik yanını Cumhurbaşkanına teslim etmiş gözüküyor. Ankara'da böyle bir tablo var. Bunun resmiyet kazanması için de Anayasanın değişmesi şart. Ama değişmese de 2019'a kadar böyle yürütülebilir. Devam edebilir böyle.
Ahmet Davutoğlu ile de karşı karşıya geldiği için sık sık Erdoğan böyle bir durum yaşandı denebilir. Bunu biz söylemiyoruz kendileri söylüyor. Pelikan Dosyası filan gibi şeyler konuşuldu. Şu konuda Davutoğlu şöyle yaptı, Cumhurbaşkanı böyle yaptı diye kendileri iç tartışmaları yazdı. Binali Bey'in böyle bir gündemi yok. İş odaklı bakıyor ve Cumhurbaşkanının Binali Bey'deki yeri, Cumhurbaşkanının Davutoğlu'ndaki yerinden farklı görünüyor. Böyle bir fotoğraf var önümüzde.
H.A.: Nerelerde farklılar?
D.Z.: Daha senkronizeler, daha yakınlar. Daha çok diyalog içindeler, vefa ilişkisi daha güçlü.
BAŞKANLIK SİSTEMİ 2019'A KADAR GELMEZ
H.A.: Siz bir çok cumhurbaşkanı ve başbakan gördünüz gazetecilik hayatınızda...
D.Z.: Özal, Demirel, Sezer, Gül, Erdoğan... Evet epey olmuş.
H.A.: Şu anki Cumhurbaşkanımızın hitabetini, yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?
D.Z.: Önceki Cumhurbaşkanlarına göre alışık olmadığımız bir Cumhurbaşkanı. Bunu da kendisi halkın yüzde 52 oyu ile seçilmiş olmasına bağlıyor. Partili Cumhurbaşkanı gibi davranıyor. Konuşmaları genelde siyasi polemik içeriyor. Hem Türkiye içinde hem dışarıda polemik içeren konuşmalar yapıyor. Ama güçlü bir siyasetçi. Seçmen ile bağını koparmayan bir siyasetçi, bunun kendisine verdiği gücü de sonuna kadar kullanıyor.
H.A.: Peki başkanlık sistemi gelir mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu istiyor mu?
D.Z.: Cumhurbaşkanı şu an bulunduğu konumun anayasal bir konuma sahip olmasını istiyor. Resmiyette de anayasa nezdinde karşılığının olmasını istiyor. Onun adı da Türk tipi başkanlık oluyor. Ama ben 2019'a kadar başkanlık yolunu açacak bir gelişmeyi zor görüyorum. Bir seçim olmadıkça, o seçimde insanların başkanlık sistemini bile bile, ona uygun bir parlamento aritmetiğini kurmak için oy vermedikçe başkanlığa geçilmeyeceğini düşünüyorum. Her halde anketler de yaptırıyorlardır. Öyle bir ortam olmadığı izlenimi var ki, Nisan'da, haziran'da gelecekti bu anayasa, şimdi 2017'ye kaldı deniliyor. Gecikiyor yani.
MERAL AKŞENER GELİRSE MHP MERKEZ PARTİ OLUR
H.A.: Peki Meral Akşener MHP'nin başına geçerse ne değişir MHP'de?
D.Z.: Şöyle bir şey olabilir. MHP biraz merkez sağa açılabilir. Şu anda tüm siyasi yorumcular aynı yorumu yapıyor. Türkiye'de AK Parti'nin bu kadar güçlü olma nedeni, merkez sağda alternatif olmamasına bağlıyorlar. Eskiden Doğru Yol vardı, ANAP vardı. Birine kızan diğerine oy veriyordu. AK Parti'nin alternatifi yok deniyor şimdi. Zannedersem Akşener MHP'nin başına gelirse, geçmişte ANAP'a, Doğru Yol'a oy vermiş seçmenlerin orada siyaset yapan siyasetçilerin Akşener'in yanında kümeleneceğine yönelik bir beklenti var. O nedenle de bu gerçekleşirse MHP'nin oy oranı % 20'nin üstüne çıkar deniyor. Siyaset her zaman matematik gibi bir şey değil. Toplumsal dinamikler matematiksel olarak şekillenmiyor. Ama genel olarak Akşener gelirse ne değişir sorusuna bu yanıt verilebilir. MHP merkeze açılır ve merkezde büyür. MHP'nin merkezde büyümesi AK Parti tabanının bir kısmının MHP'ye kaymasını sağlar. Hatta CHP tabanının da bir kısmı kayar analizi yapılıyor.
H.A.: Siyasi tablo değişebilir mi?
D.Z.: Bunu konuşmak için 10 Temmuz'u görmek gerekiyor.
CHP'LİLER PARTİ İÇİ İKTİDARI ÜLKE İKTİDARINA TERCİH EDİYOR
H.A.: CHP'nin liderlik sorunu var mı?
D.Z.: Bu soru en zor soru... CHP'nin bence çok daha önemli sorunları var. CHP'de siyaset yapanlar, benim izlenimim, çok uzun zamadır bu işi bir dava gibi görmüyorlar. Herkes bir şekilde parti içi iktidar mücadelesi veriyordu Deniz Baykal zamanından beri. CHP'de parti içi iktidar mücadelesi, ülke içi iktidar mücadelesinden her zaman önüne geçiyor. CHP'liler ne zaman ki ülkede iktidar olma hedefini, partide hedef olmanın önüne koyarsa CHP o zaman başarılı olur. Bu liderden bağımsız bir şeydir. Parti için iktidar olabilmek için harcadıkları enerjiyi, ülkenin iktidarı olmak için harcamıyorlar. Bir genel başkan adayı çıkıp genel merkezi suçlarken “şu oldu, bu oldu... bunlara seyirci kalıyorsunuz...” Sen de bu partinin milletvekilisin, parti yöneticisisin, sen sessiz kalma, sen yönlendir. Sanki o partinin üyesi, parçası değil de dışarıdan biri gibi konuşuyor. CHP'lilerin çoğunda böyle bir durum var. Bir de memleketin sorunlarına ilişkin önceliklendirmede bir sorun oluyor. Memleketin gerçekten bir sürü sorunu var ama CHP'liler ne yapıyor? Mecliste TSK ile ilgili bir yasa var, eskiden alınan yetkiler iade ediliyor askere. Yüksek yargı tamamen değiştiriliyor. Milli Eğitim konusunda bir yasa var. CHP'nin bu konuda yaptığı ne var? Bunlara dair bir açıklama bile yok. Ama gazetelerde 30-40 CHP'linin Bolu'da 10. Yıl Marşı'nın yasaklanmasına karşı eylemi var. Evet 10. Yıl Marşı da önemli ama tepki göstermek lazım ama, ülkenin konuşulması gereken daha hayati konuları var. Bu önceliklendirmelerinde bir sıkıntı var zannedersem.
H.A.: Politika olarak yanlış mı sıralama yapıyorlar yani?
D.Z.: AK Parti ciddi anlamda kurumsallaştı. İsimler değişiyor, genel başkan yardımcıları, MYK, MKYK değişiyor. Ama bir sistematik oluşmuş. Bugün Genel Başkan Yardımcısı olan adam, yarın o görevden gitse bile parti faaliyetlerinde canhıraş bir şekilde çalışmaya devam ediyor. CHP'de böyle bir şey olduğunda, muhalefet kanadına dönüşüyor görevi kaybedenler. Dava partisi olmaktan kastım bu. Kılıçdaroğlu da bizim partililerimiz kariyer için değil dava için gelmeli demişti. Meclis'te mesela öyle bir sistematik olmuş ki AK Parti'de her kafadan ayrı bir ses çıkmıyor. Ama CHP'de bakıyorsunuz biri bir şey söylüyor, diğeri başka bir şey. Bu kurumsallaşma önemli.
TWİTTER TROLLERİN DENETİMİNDE
H.A.: Sosyal ağları nasıl kullanıyorsunuz?
D.Z.: Çok uzun zamandır Instagram kullanıyorum daha çok. Twitter'ı artık takip edemiyorum, tamamen trollerin egemenliğine girdi.
H.A.: Siz de kötü bir şey yaşadınız galiba Ensar Vakfı ile ilgili olarak.
D.Z.: Evet söylediklerim çarpıtıldı. Ensar Vakfını hatta tecavüzcüleri savunduğumu bile yazdılar. Halbuki söylediğim şundan ibaretti: Bu ülkede bir yılda 7000 çocuk cinsel istismar mağduru oluyor. Ve bu istismarların bir çoğu haber dahi olmuyor, olanlar da 3. sayfada geçiştiriliyor. Kimse de o olayların üzerine gitmiyor. Ben şunu söyledim, tamam Ensar Vakfı hesabını versin. Ensar bu işin hesabını vermek zorunda ama Ensar'da oldu diye kıyameti koparanlar olarak biz de 7000 olayın tamamı için de aynı hassasiyeti gösterelim. İstismarı, tacizi yapanın kimliğinden bağımsız olarak mağdura odaklanarak tepki gösterelim. Ben bunu anlatmaya çalıştım. Ama o trolleşmenin sonucu bu. Aile Bakanı konuşunca şunu söyledim, Tecavüzcüleri savunuyor ifadesi doğru değil, bir kadının, bir annenin tecavüzcüleri savunuyor demesi gerçekten haksızlık. Sen aile bakanısın mağdurların yanında yer al vakfa hesap sor demek makul bir eleştiridir. Ama tecavüzcüleri savunuyorsun denildiğinde biraz haksızlık oluyor. Bu kanaatteyim ben.
H.A.: Sosyal medya demişken, Fuat Avni'nin kim olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?
D.Z.: Bir tahminim yok ama ben Emniyet İstihbarat'tan da faydalanan, kamuda kaynakları olan kolektif bir hesap olduğu izlenimi edindim. Doğrusunu istersen hiç takip etmedim de Fuat Avni'yi.
H.A.: Hiç mi okumadınız ne dediğini?
D.Z.: Hiç takip etmedim. Söyleyenlere de çok itibar etmiyorum. Biz zaten Ankara'dayız, haberin kaynağındayız.
AK PARTİ'NİN KALKINMA HAMLELERİNİ GÖRMEMEK DOĞRU OLMAZ
H.A.: Son olarak AK Parti'nin yaptığı en iyi şey ne oldu? İlk aklınıza gelen şey ne?
D.Z.: Sigara yasağı. Benim açımdan, kişisel olarak en önemli gördüğüm şey o oldu. AK Partinin Türkiye'nin kalkınmasına doğrudan katkılarını görmezden gelmeyi de doğru bulmuyorum. Yollar, duble yollar, köprüler, filan. Bunlar iyi oldu. Ama kalkınma ile demokrasi arasında çok doğrudan bir bağ var. Demokrasi geliştikçe kalkınma kalıcı olur, kapsamlı olur. Bizim orta gelir tuzağına düşemiz, 10 bin doları aşamamamız, kalkınma konusunda iyi şeyler yapıp, demokrasimizi ona uyduramamamızdan kaynaklanıyor. Demokrasi ile desteklenmeyen kalkınma sürdürülebilir olmuyor.