Evini ilk kez açan Başbakan Ahmet Davutoğlu, aile yaşamının ve entelektüel serüveninin dönüm noktalarını anlattı, "Ya sert bir ateist olacaktım, ya da sağlam bir Müslüman" dedi.
Abone olBaşbakan Ahmet Davutoğlu, İstanbul'daki evinin kapılarını ilk kez Habertürk gazetesine açtı. Kübra Par'ın sorularını yanıtlayan Davutoğlu, aile yaşamının ve entelektüel serüveninin dönüm noktalarını anlattı.
"Boğaziçi'ne sadece okul okumak için değil, fikri bir hareket için gittim." diyen Davutoğlu, "İslamcı kuşağın Boğaziçi'ndeki altyapısını kurmak mı istemiştiniz?" şöyle yanıt verdi:
"Evet, ama bu şimdi anlaşılan şekliyle bir İslamcılık değildi. Fatih Camii'nde, sokaklarda, sahaflarda hissettiğim şeydi. İstanbul'un özü İslam'dı. Bütün lise hayatım bu yüzleşmeyle geçti. Bir yandan Marksist literatürü diğer yandan diğer ideolojilerin eserlerini okuyorduk. Tarihi ve diyalektik materyalizmi gözden geçiriyordum. Sürekli tartışıyorduk. Bu yüzleşmeler ve tartışmalar sonunda ya çok sert bir ateist olacaktım ya da sağlam bir mümin... Vasat olma şansım yoktu. O gerilimi öylesine içeriden ve yoğun bir şekilde yaşamıştım ki bir gün "Biri bana Allah inancımdan daha kuvvetli bir şekilde varoluşumu anlamlandıracak bir şey söylesin, ona inanacağım" demiştim. Hayatımı değiştiren ve ruhuma yön veren husus Esma-ül Hüsna oldu. (...)"
"BİRAZ DÜZENSİZİMDİR!"
Sare Hanım'a "Ahmet Bey'in zor bir tarafı var mıdır?" diye sordum, cevabı Ahmet Davutoğlu verdi: "Aslında çok zor taraflarım var. Biraz düzensiz biriyimdir (Gülüyor)."
"STRATEJİK DERİNLİK'TEKİ ANALİZLERİM HÂLÂ GEÇERLİ"
Size en çok yöneltilen eleştiri dış politika konusunda... "Sıfır sorun politikasıyla yola çıktınız ama şu an komşularımızın neredeyse hepsiyle ilişkilerimiz kötü" deniyor. Bir iç muhasebe yapıyor musunuz?
Elbette muhasebe yapıyorum ama, peki bu yaşananların sorumlusu kim? Size 4 örnek vereyim. Bir, Suriye-İsrail barışı bizim arabuluculuğumuzda gerçekleşmiş olsaydı acaba bugün Ortadoğu nasıl olurdu? İki, İran Nükleer Antlaşması Türkiye aracılığıyla 2015'te değil de 2010'da olsaydı nasıl bir dünya görürdük? Üç, Türkiye'nin teklif ettiği Türkiye-Ürdün-Lübnan-Suriye dörtlü ortak pazarı, ki çok ileri bir aşamaya gelinmişti, Arap Baharı'nda Suriye rejiminin yaptığı hatalar sebebiyle durmamış olsaydı nasıl bir sonuç doğardı? Dört, Mısır'da askeri darbe gerçekleşmeseydi de Mısır'daki demokratik devrim Ortadoğu bölgesine dağılmış olsaydı nasıl bir sonuç doğardı? Bütün bu sorduğum soruların cevaplarında Türkiye'nin sorumluluğu yok. Bakın, biz bir düzen kurmaya çalıştık ama bazıları Türkiye'nin öncülüğünde doğacak bir bölgesel düzenin yarattığı rahatsızlık sebebiyle tüm çalışmalarımızı sabote etti. Gelinen noktada bölge, diktatörlerle teröristlerin mücadele alanına dönüştü.
Stratejik derinlikteki tezleriniz geçerliliğini koruyor mu?
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki o teorik analizler hâlâ geçerli. Ben o çalışmayı bir diplomasi tecrübesi üzerinden değil bir akademisyen olarak yapmıştım. Şimdi yazacak olsam omurgasında değişiklik yapmam, ama kaslarında ve sinirlerinde değişiklikler yaparım. Aslında son gelişmeler bile söylenilenin aksine savunduğum tezlerin geçerliliğini ortaya koyuyor.
Arkadaşlarınız hep modern ailelerin çocukları mıydı?
Modern, kalburüstü ailelerin çocukları da vardı, Anadolu'nun değişik yerlerinden gelmiş parasız yatılı sınavını kazanarak kalan çocuklar da. Benim gibi geleneksel çevrelerden gelenler daha azınlıktaydı. Modern Batılı eğitim veren bir okulda okudum. Bir tarafta daha sistematik, kurumsallaşmış okul ortamı, diğer tarafta aileden gelen bir kültür...
İstanbul Erkek Lisesi'nde bu değerler birleşti...
Kesinlikle... Bir sentez vardı ortada. Doğu'nun irfan anlayışıyla Batı'nın sistematik zihniyeti birleşiyor ve siz bunu fark etmeden yaşıyorsunuz. Bu durum bir müddet sonra kimliğinizin bir parçası haline geliyor; aşkla disiplinin sentezi... Kendi köklü tarihimizle, "Batı bizden üstündür" anlayışı arasındaki dengeyi bulmak adına çok ciddi arayışlara girmiştim. Batı klasikleri ve Doğu klasiklerini aynı anda çok yoğun okurdum. Şu anki birikimimin temeli, o yıllardaki gerilimde oluştu. Lise yıllarında bir yanda Stalin'i, Hegel'i; diğer yanda aynı dönemde İmam-ı Azam'ın Fıkh-ı Ekber'ini de, Gazali'yi de okuduk. Lise çağlarında bu okuma serüveni arkadaşlarla birlikte de yapılırdı, bazen Beyazıt'ta bir kahvehanede oturur kitap okurduk...
Murat Ülker'le o dönemden arkadaşsınız değil mi?
Evet, ben yatılı okuyordum, Murat gündüzcüydü. Yatılı okumanın başka meydan okumaları vardı. Samimi ilişkiler yürütmek çok zordu. Lise birden itibaren fikri karşıtlıklar derinleşti. Çok samimi olduğumuz arkadaşlarımızdan bazıları sol çizgiye yöneldi.
Solcu arkadaşlarınızla hâlâ görüşüyor musunuz?
Evet. 15 gün önce aradılar. Hem hasret gidermek istediler hem de ülkemizdeki ortamla ilgili aktarmak istedikleri varmış, konuşmak istediler. Oturduk, birlikte yemek yedik. Orada 30 yıl öncesine gittik. Hepimiz sınıf arkadaşıydık o masanın çevresinde. Ne ben Başbakandım ne onlar doktor, işadamı ya da başka bir meslek. Birbirine ismen hitap eden insanların verdikleri güven duygusu başkadır. Sağcı ya da solcu bütün arkadaşlarıma tatlı bir hatıra olarak bakıyorum. Lisedeyken sağdan ve soldan arkadaşlarımız çatışmalarda hayatını kaybetmişti. Hepsi de bu ülkenin daha bağımsız, daha onurlu olması için mücadele etmişti. Düşünün daha lise yıllarında bile bu tür çatışmalar yaşanıyordu.
'YA SERT BİR ATEİST OLACAKTIM YA DA SAĞLAM BİR MÜMİN'
Sonra Boğaziçi yılları başladı...
Evet... Üniversiteye başladıktan bir hafta sonra "Biz seni tanıyoruz. Burada lisede yaptığın faaliyetleri yapamazsın" tehdidiyle karşılaştığım liberal bir ortam düşünün! Gençlik hareketi liderleri olarak biliniyorduk. Aslında annem o dönemdeki gelişmelerden kaygılanıp Almanya'da okumamı istiyordu. Oysa ben Boğaziçi'ne sadece okul okumak için değil, fikri bir hareket için gittim.
Neydi o fikri hareket? İslamcı kuşağın Boğaziçi'ndeki altyapısını kurmak mı istemiştiniz?
Evet, ama bu şimdi anlaşılan şekliyle bir İslamcılık değildi. Fatih Camii'nde, sokaklarda, sahaflarda hissettiğim şeydi. İstanbul'un özü İslam'dı. Bütün lise hayatım bu yüzleşmeyle geçti. Bir yandan Marksist literatürü diğer yandan diğer ideolojilerin eserlerini okuyorduk. Tarihi ve diyalektik materyalizmi gözden geçiriyordum. Sürekli tartışıyorduk. Bu yüzleşmeler ve tartışmalar sonunda ya çok sert bir ateist olacaktım ya da sağlam bir mümin... Vasat olma şansım yoktu. O gerilimi öylesine içeriden ve yoğun bir şekilde yaşamıştım ki bir gün "Biri bana Allah inancımdan daha kuvvetli bir şekilde varoluşumu anlamlandıracak bir şey söylesin, ona inanacağım" demiştim. Hayatımı değiştiren ve ruhuma yön veren husus Esma-ül Hüsna oldu. Allah'ın güzel isimleri üzerinden bir varoluş alanı oluşturup kendi varoluşumu anlamlandırıyordum. Boğaziçi o zamanlar sağlam entelektüellerin olduğu bir ortamdı. Öğrenciler arasında ideolojik ayrışmalar olmakla birlikte ortak bir kültür atmosferi vardı. Cemil Meriç, konuşmalar yapardı.
"5 YENİ KİTAP HAZIRLIYORUM'"
Öğrencilerimle üzerinde çalıştığımız 4-5 kitap var. Biri medeniyetler ve şehirler üzerine bir kitap olacak. "Alternatif Paradigmalar" ve "Medeniyet Dönüşümü" adlı kitaplarımı Türkçeye çevireceğiz. Osmanlı döneminin nasıl okunacağı ve yorumlanacağına dair bir kitap üzerinde de çalışıyoruz. 5. kitap ise "İslam, Hıristiyanlık, Laiklik". İngilizce yayınlanmış 3 makalemin gözden geçirilmiş halini kapsayacak.
"AK PARTİ İÇİNDE YANLIŞ YAPANLAR OLABİLİR AMA OMURGAMIZ SAĞLAM"
Bu seçim AK Parti için "Köprüden önce son çıkış" diyebilir miyiz? Stresli misiniz?
Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. AK Parti daha önce pek çok sınavdan başarıyla geçti. 1 Kasım'dan da başarıyla çıkacağız.
Tek başına iktidar olamama endişeniz var mı?
Hayır, yok. Biz gereğini yaparız ama nihayetinde takdir milletin. 7 Haziran'da da söylediğim gibi elinizden geleni yaparsınız. Esas olan milli iradedir, ona da saygı gösterirsiniz.
AK Parti'nin geldiği noktadan memnun musunuz? AK Parti'yi son yıllarda kutuplaşmayla, otoriterleşme, medyaya baskıyla, yolsuzluklarla ilişkilendiren eleştirilere ne diyorsunuz?
Ortak akıl, tevazu, yolsuzlukla ve yoksullukla mücadele… Bu değerler bizim için gerçekten önemlidir. Farklı fikirlerin ifade edilmesi hususunda her zaman açık ve net tavrımı sürdürdüm. Ama şunu da göz ardı edemeyiz; AK Parti sadece ideolojik değerler üzerinden kurulmuş bir parti değil, aynı zamanda bir kitle partisidir. Kitle partilerinde her tür insan kendine yer bulabilir. Bu esnada halkın yanlış algılamasına sebep olan davranış biçimleri de gelişebilir. Güç sahibi olduğunuzda, normalde o hareketin içinde olmayacaklar da o hareketin içine girmeye çalışır. AK Parti içinde yanlış yapanlar olabilir. Önemli olan, yanlış yapanların partinin ana omurgasını oluşturmaması ki böyle bir şey de zaten söz konusu değil.
İktidara yakın medyadaki bazı köşe yazarlarının ya da kimi sosyal medya hesaplarının söylemlerinin sizi de rahatsız ettiği oluyor mu?
Yanlış olan şeyin yanlışlığı, söyleyen kişiye göre değişmez. Yanlış kim tarafından yapılırsa yapılsın yanlıştır. Bir dönem AK Parti'ye ağır eleştiriler yaptıktan sonra AK Parti'ye yakın bir tavır sergilemeye çalışan birisi, eğer gerçekten samimi bir değişim yaşıyorsa bu takdire şayandır. Ama üslupta, yöntemde yanlış yapanlar, tevazu, hoşgörü gibi değerlerden uzaklaşanlar varsa, onlar ister eskiden beri AK Parti'de olsun, ister yeni gelmiş olsun, yaptıkları yanlıştır. Yanlış olarak görülmesi gerekir… Ben kullanılan dilin, söylenen söz kadar değerli olduğunu düşünürüm. Bu konularda özgürlükçü ve müsamahaya dayalı anlayışın muhafaza edilmesi çok önemli…
Ya AK Parti içinden 5. parti çıkacağı iddiası?
Bu Bahçeli'nin fantezisi. Kendi partilerindeki tartışmaları, örtbas etmek için dikkatleri başka yöne çekme çabası…