Darbeci Ce Ha Pe!
Başbakan, Diyarbakır’da eski cezaevini yıkıp yeni ve daha büyük cezaevi yapacağını söylediğinde büyük bir coşkuyla alkışlanmıştı!
Şimdi ise üniversitelere polis gücü konuşlandıracağını keyifle ve dahası müjde havasında haber vermekte!
Demokrasi ile çelişen bu tür uygulamaların müjde gibi rahatça telaffuz ediliyor olmasına şaşırmak saflık olurdu.
Ben de şaşırmadım zaten!
Hükümetin icraatlarına şaşırmayı bırakalı uzun zaman oldu.
Başbakan her ne kadar başta CHP olmak üzere muhalif olan herkesi darbeci diye lanse etmeye çalışsa da, bunun böyle olmadığını kendisi de pekâlâ bilmekte.
Ancak, ne derse tabanının tekrarlayacağını bildiğinden olsa gerek, muhalefete ısrarla “darbeci zihniyet” demeye devam ediyor.
Başbakanın vurgu yaptığı darbeciyi teşhis etmek için darbe yıllarına dönüp o dönemi mercek altına almakta fayda var.
12 Eylül Amerika menşeli darbe operasyonu 82 Anayasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte görevi sivillere devretmiş fakat ihtiyaç hasıl oldukça balans ayarı ile sürekli denetimi altında tutmuştur.
28 Şubat da toplum mühendisliği harikası olan bu balans ayarlarından sadece birisidir!
Bunda amaç şudur; Mazlum yaratarak daha sonrası için etkili olacak propaganda malzemesi sağlamak…
İşe yaradığını da zaman içinde hep birlikte gördük.
Öyleyse, aslında darbe mağdurları kimdi?
Kaçınılmaz toplumsal ayrışımın tohumlarının ekildiği 12 Eylül Darbesi, Kürt’lerin tamamına yakınını da içinde barındıran, Türk solunu yerle yeksan etmiş, ulusalcı sağcılarla birlikte bir daha belini doğrultamayacak kıvama getirmişti.
Bu durumda adama sormazlar mı; Toplumun bu kesimi (Türk Solu) darbe mağduru olmuşken aynı zamanda nasıl darbeci olabilir?
Oysa darbe birilerini teyet (!) geçmişti bile.
Darbenin dokunmadığı tek kesim, millilik kavramına mesafeli duran rövanşist, militan muhafazakârlar değil miydi?
Bu kesimin rövanş hayalleri darbelere karşı değil, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine olduğu çok açık.
Bunu anlayabilmek için de 1967-1971 yıllarına bakmak lazım;
6.Filoyu protesto ederek Yankee’leri denize döken 68 Kuşağı o günler için ilginç sayılabilecek bir karşı hareketle yüzleşmişti.
Amerika yanlısı muhavazakar...
Protesto eden devrimci gençlere karşı bugün olduğu gibi pala, tabanca ve hatta bombalarla saldıran zihniyet size de tanıdık geldi mi?
Bu tarihi gerçekliğe rağmen Başbakanın özellikle CHP’yi işaret ederek “darbeci zihniyet” diye yaftalamasına hala itibar edenlere sizce ne denebilir?
Bidon kafalı deseniz kızıyor, göbeğini kaşıyan adam diyince de darılıyorlar.
Her ikisini de demeyecek, koşullanmış körlük demekle yetineceğim.
Ya da insani değerleri bir takım çıkarlar için ayaklar altına alan adamlar mı demeliyim, kararsız kaldım.
Hayatta kalabilmek için daima güçlünün yanında yer alan edilgen yalaka takımı en uygunu bence.
12 Eylül sonrasının Türkiye’si işte o günün Amerikancıları üzerinden şekillendirilecekti. Üstelik yine bir ABD projesi olan B.O.P (Büyük İsrail Projesi) ile görevlendirerek!
“Tesadüfün böylesi” diyesi geliyor insanın değil mi?
Başbakan: “Devlet üniversitelerinde çok kısa zamanda, özel güvenlik değil, devletin kendi güvenlik güçlerini görevlendireceğiz.” Diyor.
Aslında “devletin” demek yerine “AKP’nin” dese daha inandırıcı olacak. Zira polis aldığı emir doğrultusunda görev yapar. Emir verenler ise belli;
Durum böyle olunca da polisin yegâne görevi AKP muhaliflerine şiddet uygulamanın ötesine geçemiyor bir türlü.
İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk, yasa…
Bütün bunlar artık kimsenin güvenmediği mazide kalmış evrensel değerler.
Türkiye’nin bugünkü durumu ile darbe yılları arasındaki benzerlik de gün geçtikçe artıyor!
“Başbakanın icraatlarına şaşırmayı bırakalı uzun zaman oldu” demiştim ya;
Ne yalan söyleyeyim; İlk zamanlar Kenan Evrenle olan benzerlikten dolayı şaşırıyordum.
Şaşkınlığım toplumsal davranış biçiminin uygun şartlar oluşunca birebir aynı olan davranışlar sergilediğini fark etmemle başlamıştı.
Bunu teorik olarak biliyor olsam da yaşamın içinden gözlemleyerek teoriyi doğrulayan sonucu görmem enteresan gelmişti.
Kenan Evren de ne zaman halka hitap edecek olsa, daha ağzından ilk kelime çıkar çıkmaz (wwaaaaaa) diye bir uğultu eşliğinde büyük bir alkış tufanı kopar, ikinci ve üçüncü kelimelerde ise transa geçilmiş olurdu.
O andan itibaren artık ne söylediği ya da ne söyleyeceğinin pek önemi kalmazdı.
O vakitler yaşım çok genç olduğu için bu manzaraya bir anlam veremezdim.
Ama artık biliyorum; Eskiden “wwaaaaaa” sesiyle başlayan uğultu şimdilerde “hullooooğ” şeklinde değişime uğramışsa da korku girdabına düşürülen toplumların ortak davranış biçimi hep aynı şekilde tezahür ediyor!
Mevcut şartlar değişmedikçe (ki bunu ancak halkın düşünme, mukayese etme yetisi sağlayabilir) çok zor.
Seçim sistemi de değişse, muhalefet ağzıyla kuş da tutsa toplum edilgense ve işin içine korku da girmişse ne din kalıyor ne iman. Ne hak kalıyor ne haklı. Ne vatan kalıyor ne vatandaş.
Geriye kalan tek şey; köleliği kanıksamış edilgen kitlelerin sırtında palazlanan çıkarcı bir takım iş bitiriciler oluyor.
Zaten bu da bir devletin parçalanmasının ve onun uzantısı olan kan, gözyaşı, acının öncü belirtileri değil midir?
Güneydoğu’da eli silahlı teröristler meydanı boş bulmanın sarhoşluğuyla uluorta dolaşıyor ama bu konuda devlet kör ve sağır.
İstanbul başta olmak üzere birçok ilde protestocuları köşe başlarında sıkıştırıp katleden eli palalı, silahlı Vandalların türemesine rağmen hukuk ya hiç işlemiyor ya da isteksiz davranıyor.
Basın deseniz Türkiye kan ağlarken tamamına yakını Mısır’da darbe haberlerine kilitlenmiş. İki TV kanalı hariç diğer TV’leri izlediğinizde sanki Türkiye’de gerçekten Başbakanın söylediği gibi her şey güllük gülistanlıkmış gibi görünüyor.
Başbakan, kendi ülkesini halletmiş, Mısır ve Suriye ile yatıp kalkıyor!
Yani neresinden baksanız işimiz Allah’a havale edilmiş, ufukta görünen uçuruma doğru son sürat sürükleniyoruz.
İnsanlar huzursuz.
İnsanlar işsiz.
İnsanlar geleceğe dair belirsizlikten kaygılı.
Bütün bunları alt alta koyup topladığınızda, Gezi’de başlayan protestoların yurt sathına yayılmasının cevabı da anlayabilenler için gayet net olarak ortaya çıkıyor.
***
Ali İsmail'i Katledenler henüz bulunamamış olsa da katillerine sormak istiyorum;
Ali İsmail, faşizan anlayış ve onun uzantısı olan tüm haksızlıklara karşı onurlu duruş sergilemiş, sonuç olarak da sizin kalleşçe saldırınıza maruz kalarak hayatını kaybetmiştir.
Peki ya siz?
Ali İsmail gibi öldürmeyi değil, ölmeyi göze alabilecek kadar yiğit misiniz?
Yoksa sizin yiğitliğiniz köşe başlarında pusu kurup kalleşçe can almak kadar sığ mıdır?
Yiğitlik, inancı için öldürmeyi değil, ölmeyi göze alabilmektir!
Bu nedenledir ki Gezi Direnişi'ne katılanlar üzerlerinde silah bulundurmadıkları gibi insan canına zarar verebilecek herhangi bir aşırılığa da kaçmamışlardır.
Twitter/Tamer Duran