Cumhuriyetin temel ilkeleriyle kavga etmek!
Anadolu topraklarında gerek Kurtuluş Savaşı ile verilen ölüm kalım mücadelesinin gerekse sonrasında kurulan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin sağladığı hayati kazanımların farkında olamayan ve bu kazanımlardan rahatsızlık duyan bir kesim hep vardı.
Bunlar, işgal yıllarında işgalcilere, bağımsızlık yıllarında ise dış telkin ve yönlendirmelere sempati duyan hatta işbirliği içinde olan kesimdi.
Yine bunlar, cumhuriyetin kurulmasından bu yana devrimlerin ağır aksak yürümesine ve devrimlerle hedeflenen istikametten sapmalara yol açmışlardır.
Kim mi bunlar?
Kim olduklarına bakarken kendi aralarında iki sınıfa ayırmak ve öyle irdelemek gerekir.
1) Etrafında gelişen olaylar hakkında sebep sonuç ilişkisi kuramayan yönlendirilmeye müsait geniş kitle. Bu kitleyi, alt gelir grubu ve eğitim seviyesi düşük olan aynı zamanda kendini muhafazakâr dindar olarak tanımlayanlar oluşturuyor. (Yazımın giriş paragrafında “farkında olamayan” diye tanımladığım kesim)
2) Varlığını inanç sömürüsü üzerinden sürdürebilen ve sermayesi din olan Siyasal İslamcılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ile sorunu olan bu kesim için Çağdaş, demokratik, Sosyal Hukuk Devleti tanımlaması dahi başlı başına tehdit olarak algılanmaktadır. (Yazımın giriş paragrafında “rahatsızlık duyan” diye tanımladığım kesim)
İki sınıfa ayırarak irdelemek gerek dememin sebebi; farkında olamayanlar ile rahatsızlık duyanlardan biri olmadan diğerinin etkili olamayacağı ve/fakat bu ikilinin birlikteliğinin bir türlü bozulamadığına dikkat çekmek isteyişimdir.
Cumhuriyet tarihi boyunca birini diğerinden koparmaya yönelik her girişim, farkında olamayanların mevcut durumu iyileşeceğinden diğeri (rahatsız olanlar) buna engel olmaktadır.
Mağduriyet, insan fıtratında bulunan inanma dürtüsünü kamçıladığı içindir ki farkında olamayanların ne ekonomik olarak rahatlamalarına ne de gerçek anlamda eğitim alabilmelerine müsaade edilir!
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus; rahatsızlık duyanların farkında olamayanlar adına öncelik belirleme ve talep oluşturma gibi bir takım zımni yetkileri kullanabilmeleridir!
Örnek verecek olursak;
Çamlıca’ya, Taksim’e cami inşa etmek ve yine Taksim’e kışla yapmak…
Bu tür girişimler için ne yöre halkının fikri sorulmuş ve ne de gerçekte böyle bir ihtiyaç veya talep bulunmaktadır!
Enteresan olan ise; kendi adına bir takım kararlar alıp öncelik belirleyenlere ve yine kendi adına talep varmış gibi gösterenlere karşı her hangi bir tepki verilmediği gibi seçim dönemlerinde bu tür yapay taleplerin sandıkta onaylanıyor olmasıdır.
Seçimlere yaklaştığımız bugünlerde yolsuzlukların gündemden düşürülebilmesi ve siyasi tartışmaların yine din ekseninde sürdürülmek istenmesinin ana sebebi; oy deposu haline getirilmiş olan farkında olamayanların hassasiyetlerini diri tutmaktır.
Amerika’yı ilk Müslümanların keşfettiği iddiası, Osmanlıca öğretilecek, öğrenilecek dayatması, eğitim sisteminde kız erkek cinsiyet ayrıştırması, kadın erkek eşit değildir çıkışlarının temelinde yatan niyet işte budur.
Rahatsız olanlar için yapacakları açıklamalarda mantık olup olmadığının pek önemi yoktur. Yalan ya da gerçek olduğu da bir şey ifade etmez. Çünkü beslendikleri tabanın bu tür ayrıntıları sorgulamayacağından emindirler!
Artık geri adım da atamazlar!
Geri adım atmaları demek siyaseten bitmeleri demektir. Geri adım atmaları demek yolsuzluklardan, yabancı iradelerle işbirliğinden, bölücülükten, halkı kin ve nefrete teşvik etmekten yargılanmak demektir.
Önlerinde tek seçenek kalmıştır!
Kaos ortamını sürdürmek ve bu arada daha da güçlenerek mümkünse dikta rejimine kesin geçişi sağlamak…
Fakat küçük bir ayrıntıyı göz ardı ediyorlar;
Topyekün kurtuluş savaşı vermiş bir milleti acısını çektiği bir mücadelenin öncesine götürmek imkânsızdır!
Şimdilerde elimizden kayıp giden bazı kazanımlar varsa (demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi) uğrunda topyekün acı çekmemiş ve Türkiye Cumhuriyetini kuranlar sayesinde hazıra konmuş olmamızdandır!
“Bir musibet bin nasihattan evladır” Deyimine uygun bir süreci yaşıyoruz. Bu süreçle, Laikliğin içi boşaltıldığında bağnazlığın ne derece ivme kazanıp toplumsal barışın bozulabileceğini, devletin din devletine dönüştürülmesi gerektiğini savunanların devleti nasıl soyduğunu ve özetle dinin siyaset malzemesi yapıldığında toplumun nasıl kirlendiğini görmüş, öğrenmiş olduk.
Herkes şundan emin olmalıdır;
Sermayesi din olanların inanç üzerinden koskoca bir milleti sömürme, kamu malını yağmalama dönemi sona erecek ve bu millet din sömürüsüne bir daha ebediyen müsaade etmeyecektir.
Zahmet çekmeden, acısını topyekün yaşamadan elde ettiğimiz kazanımlardan bahsederken çocukken büyüklerimden dinlediğim kıssadan hisse bir anlatımı anımsadım.
Aklımda kaldığı kadarıyla paylaşarak yazımı sonlandırıyorum.
“Anadolu’da bir köyden diğerine yürüyerek gitmekte olan baba oğul, epeyi uzaktan kendilerine doğru dörtnala gelen bir atlı görürler. Atlının kendilerine yakın bir noktadaki yokuşu da aynı hızla çıktığını görünce baba oğluna dönerek;
“Bak oğul, gelen atın üstündeki her kim ise bindiği at ya babasınındır ya da ödünç aldığı bir attır.” der.
Oğul, babasının böylesine kesin dille söylediği bu tahminini abartılı bulsa da ses etmez.
Atlı kendilerine yaklaşınca yavaşlar. İri cüsseli ve bakımlı küheylanın binicisi otuzlu yaşlarda bir gençtir. Atın vücudu terden sırılsıklam olmuş ve gem takılı ağzı köpük içinde kalmıştır.
Atlı, baba oğulun meraklı gözlerle kendisine baktığını görünce yanlarında durur ve;
“Selamunaleykum” der.
Baba ;
“Aleykumselam evlat.” diyerek atlının selamını alır.
“Acelen var herhalde. Hayırdır. Nereden gelir nereye gidersin?”
Atlı, iki köy öteden olduğunu söyler.
Baba;
“ Maşallah atın pek bakımlı, güzel bir at. Kimin, senin mi?”
Atlı;
“Öyle sayılır, yani babamın.”
Bu cevap baba oğulun göz göze gelmesine vesile olur.
Atlı müsaade ister ve yanlarından uzaklaşarak dörtnala yoluna devam eder.
Aradan birkaç yıl geçmiş baba oğul yine yola revan olmuşlardır. Uzaktan bir atlının yürüme hızında kendilerine doğru gelmekte olduğunu görürler. Az ilerideki yokuşa gelince atlı atından iner ve yokuşu yürüyerek çıkarlar.
Baba oğluna döner;
“Bak oğul, bu gelen atlının bindiği at kendi alın teriyle kazandığı parayla alınmış bir attır.”
Oğul, babasının bu kesin ifadesini yine abartılı bulur fakat ses etmez.
Yokuşu yürüyerek çıkan atlı düzlüğe ulaştığında yeniden atına biner ve ağır adımlarla baba oğlun bulunduğu noktaya gelir.
Gelen yolcuyu tanımışlardır. Birkaç sene önce babasının atıyla ter kan içinde koşturan gencin ta kendisidir.
Yanlarına varınca atlı yine selamlayarak durur ve
“Birkaç yıl önce sizinle yine aynı yerde karşılaşmış mıydık?” der
Baba,
“Evet, karşılaşmıştık evlat. Bu sefer başka bir atla yolculuk ediyorsun. Bu at da babanın mı?”
Oğul, yolcu ile babası arasında geçen konuşmayı dikkatle dinlemektedir.
Atlı;
“Hayır. Bu at benim atım bey baba. Kendi alın terimle satın aldığım at.”
Baba oğul yine göz göze gelirler ve atlı müsaade isteyerek yola koyulur.”