27 yıl önceki kanlı 1 Mayıs'ta yaşadıklarını da anlatan Aral, olaylarda ilk kurşun atan kişinin gazete satıcısı olduğunu söyledi.
Abone olHalk'a ve olaylara Tercüman gazetesi'nden Gurbet Kalay Zorba'nın Coşkun Aral ile söyleşisi;
Coşkun Aral... Yeni bir “Doğumgünü Portresi”nde bir gazeteci, bir gezgin ve bir hemşeriyle karşı karşıya gelmenin heyecanı içinde, nasıl başlasam diye düşünüyorum. Balta girmemiş ormanlar, medeniyetle tanışmamış kabileler, en kanlı savaşlar, çatışmalar arasında görmeye alıştğımız Coşkun Aral doğmuş bugün. Nerede, nasıl doğmuş, önce onu öğrenelim diyorum.
- 1 Mayıs’ta, Siirt’te Şehmusa diye nitelendirilen bir yatırın bulunduğu yerde, un fabrikamız, onun yanında da evimiz vardı. O evde doğmuşum. Un fabrikamız, Atatürk’ün bölgede kurulmasını istediği ilk fabrikadır. Kuruluşunun amacı da, ordunun ihtiyacını karşılamaktı...
O bölgedeki ticari oluşum 1928’de kurulan bu fabrikayla başlıyor. Devletin o bölgede verdiği ilk teşvikle bu fabrika kuruluyor. Bunu, hocamız Prof. Dr. Memduh Yaşa anlatmıştı. Ben o fabrikanın son dönemlerini yaşadım.
Dedemi kaybettikten sonra, babam işe sahip çıkmadığından fabrika 70’lerde tamamen kapandı. Çocukluğumun geçtiği fabrikada tonlarca buğdayın öğütülmesine tanık oldum. Ordunun un ihtiyacı bu fabrikadan karşılanırdı. Kamyonlarla askerler gelirdi. İşte o askerlerin silahlarıydı beni ilk cezbeden. Elime tüfeği ilk o zaman almıştım.
Çocukluğum oralarda geçti. 5-6 yaşlarında kafama takmıştım gezmeyi. Meraklıydım. O zamanlar mesela aileden gelen bir okuma ve okutma alışkanlığı vardı. Dayım doktordu, Vehbi Arıkan. O benim idolümdü. Gezgin doktor... Hem hükümet tabipliğinde çalışıyordu, hem de evin önünde sabahın beşine kadar kuyruklar oluşurdu; tedavi olmaya gelirlerdi. Zaman zaman dayımı bir katırla bir yere götürürlerdi, köylerdeki bazı acil hastalar için. Bütün bunlar beni meraklandırıyordu ve doktor olmayı çok arzuluyordum. Mesela ilk oyuncağım bir mikroskoptu, 8-9 yaşındaydım o zaman. Gördüğüm yaralı kuşları tedavi eder, ameliyatlar yapardım.
Doğduğunuz evi hatırlıyor musunuz?
Tabii ki. Zaman zaman ağlayarak giderim oraya. Çünkü o ev satıldı. O evin yanına, benzeri olduğunu iddia ettikleri başka bir ev yaptılar. Siirt’in özgün mimarisine taparım ben. Mezopotamya mimarisi. Anne tarafımdan dedemlerin evi o mimariye sahipti. Ama bizim ev, Kaliforniya stili bir evdi. Nerden çıkmışsa 40’larda 50’lerde bir moda ve İtalya’dan kırmızı tuğlalar getirilmiş o zaman. Küvetli, çift buzdolabı olan bir evdi bizimkisi. Şehrin elektriği uzun bir dönem bizim fabrikadaki kömürden elde ediliyormuş. Kentin en tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olmanın avantajlarının yanı sıra, çöküş döneminin getirdiği yoksulluğu bir arada yaşadım. Hem varlıklı bir ailesiniz, hem de her şey yok olmak üzere. Zengin görünmek zorundasınız, ama değilsiniz. Hacizler geliyor borçlar var ama diğer taraftan da evde kitaplığa yeni kitaplar ilave ediliyor. Akrabalar vasıtası ile İstanbul’a bağlantılar var. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde akrabalar var. O yüzden Türkiye’yi dolaşıyorum. İlk İstanbul’a gelişimde 6 yaşındaydım. O zaman İstanbul’a yerleşmeme karar veriliyor. Zatüre geçirmişim. Sağlık sorunu yüzünden halamın yanına yerleşiyorum. Okula çeşitli gerekçelerle alınmıyorum. Daha sonra Siirt’e geri dönüyorum. Ama İstanbul’da Oruç Gazi İlkokulu’na alınmayışım hep aklıma takılmıştı. Yetersiz olduğum söylenmişti. Daha sonradan öğreniyorum ki, Siirt’ten gelmiş olduğum için beni okula almamışlar. İlk okulu Siirt’te bitirdim. Orta 1’i orda okudum. Sonra İstanbul’a geldim.
Adınızı kim koymuş?
- Adım Coşkun Özarı’dan. O zamanlar Galatasaray’da oynuyormuş. Kuzenim Galatasaraylı’ymış, Galatasaray hastasıymış... Ama benim futbolla alâkam olmadı hiçbir zaman. Aile içindeki ismim ise Ali benim. Çünkü benden önce iki çocuk kaybetmişler. Benim hayatta kalmamı da Şeyh Ali Yarisi Yatırı’na endekslemişler. Hayatta kalırsa adı Ali olsun demişler. Aile içinde hâlâ Ali’yim ben. Siirt’te çoğu yerde beni Ali diye bilirler. Resmi ismim Mehmet Coşkun... Mehmet’in Arap ülkelerinde Muhammet olarak yararını gördüm. Ama Fransa’da başıma dert açtı. Mehmet dedikleri zaman başka bir Türk’ten bahsediyorlar zannediyordum.
Gazetecilik sevdası nasıl başladı peki?
- Çok küçük yaşta... Doğu’da ve Güneydoğu’da aileler, çocuklarına etrafını tanımaya başladıkları zaman her alanda birer ay eğitim verdirirlerdi. Bu çok önemli bir şey. Keşke hâlâ devam etseydi. Bir ay battaniye dokumacılığında çalıştım, bir ay berberlikte çalıştım, bir ay terzilikte çalıştım. Ama yıllarca Mücadele Gazetesi’nde çalıştım. Battaniyede bundan iyi iş çıkmaz demişlerdi, berberde kötü saç kesmişimdir. Gazetecilik çıraklığımda her şeyi gerçekten mürekkep yalayarak öğrendim. Ustam Cumhur Kılıççıoğlu’nun küçük matbaasında, her şeyin el gücüyle yapıldığı o küçük matbaada öğrendim her şeyi. Hep İstanbul’a gelip ona haberler yapmak isterdim. Bana Coşkun ismini veren, idol olarak aldığım Fahri Ağabey (Aral) ile konserlere giderdik. Dünyadaki 68 kuşağının Türkiye’deki uzantısı ile Fahri Abim, diğer idolüm dayım gibi de gezgin doktor olmak istiyordum. Ama bir de bunları ifade etmek arzum vardı, kitaplar yazarak... Mesela Hayat Dergisi’ni sürekli alırdık. En ufak ayrıntılara kadar okurdum. Mesela Feridun Öz, Ara Güler, o zamanlar Hürriyet gazetesindeki Gökşin Sipahioğlu, ressam Abidin Dino hepsi ile rüyamda tanışıyorum. Tarcan Baltalı bizim meslekteki usta gazeteci ve fotoğrafçılardan biridir. Ben 12 yaşında Hasankeyf’te fotoğraflar çekmişim. Makinem var, törenlere gidiyorum.
O yüzden mi, fotoğraf makinesi dağıttınız oradaki çocuklara?
Evet. Oradaki çocukların yaşadığı mutluluğu görmeniz gerekirdi. Muhteşem bir tabloydu.
PROVOKASYON BEKLENİYORDU, OLDU
Savaş Ay’la beraber ilk gazetecilik tecrübelerini yaşadınız. Aklınızda kalan anılar var mı?
Gazeteciliğin ne olduğunu Savaş Ay’la beraber öğrendik. Gazeteler dünyaya çok ilgisiz. Radyolardan dünyayı öğreniyoruz. Ama geç geliyor haberler. Ben ise dünyayı merak ediyorum. Biz Savaş Ay’la beraber ekip çalışması kurmuştuk. Sabah 4’te İstanbul’a inerdik. Gece saat 2-3’e kadar İstanbul kazan biz kepçe dolaşırız. Nerede öğrenci olayı varsa biz oradayız ama diğer taraftan Bülent Ersoy’un konserine de gideriz. Cemal Kamacı’nın boks maçına da gideriz, Kurşunlu’da kuduz vakası var diye otostopla oraya da gideriz. Anadolu’nun otostopla dolaşılabileceğini o zamanlar gördük. Hiçbir gazeteden destek almadan röportajlar yapardık. Savaş Ay’la Erzurum’a gider, Erzurum’dan Çukurova’ya giden işçilerle röportaj yapardık. Kömür madeninde mahsur kalan işçilere gidiyoruz. Diğer yandan kudurmuş bir adam var oraya gidiyoruz. Bunlar bizim zamanımızda çok zor yapılan işlerdi. Bir foto muhabirinin ise bu işleri yapmasına asla izin vermezlerdi. Ancak bir diğer gazete birilerini gönderirse, o da o zaman birini gönderirdi.
Gökşin Sipahioğlu’nun varlığını 74’te öğrendim. 77’de o kanlı 1 Mayıs’tan 15 gün önce Savaş’ın annesi Şükran Ay Almanya’da Türkler’in çok yoğun olduğu bir kömür kasabasında konseri vardı. Ona gitme bahanesiyle biz yola çıkıyoruz. Almanya’ya ucuz bilet buluyoruz. Otostopla son durağımız Paris olacak. Gökşin Sipahioğlu’nu göreceğiz ve Türkiye’ye döneceğiz. Dönmemiz de gerekiyordu. Bu 1 Mayıs’ın kanlı geçeceğine dair duyumlarımız daha İstanbul’dayken vardı. Çünkü toplumumuz provokasyona çok açık bir toplum olma özelliğini taşıyordu. 26 Nisan’da yola çıkıp geri döndük. 20 yaşındaydım o zamanlar.
Kanlı 1 Mayıs’ta ilk ateşi açan bir gazete satıcısıydı. Savaş Ay’ın çektiği resimde bu görülüyordu. Ben gördüm, bir arkadaşımın omuzundaydım ama resmi çekemedim. Oradaki herkes silahlıydı zaten. Provokasyon ateşini, sular idaresinden polis açmadı yani. Bir gazete satıcısı çıkarıp silahını havaya ateş edince, gerisi patır patır geldi. Savaş’ta bunun fotoğrafı var. Hayat Dergisi’nde çıkmıştı o zaman o fotoğraf. Halkın Kurtuluşu mu ne, o zamanlar Maocu bilinen bir militan gazetenin adamı... Toplumca bilgiye ve belgeye değer vermediğimiz için herkes başka bir şey söylüyor. İşte o gün benim ikinci doğumumdur. Oradan şans eseri kurtuldum ve omuzuna çıktığım arkadaşım vuruldu. Ben yere düştüm, makinem bir tarafta ama ona rağmen resim çekmişim. O, bizim ilk yurtdışı çalışmamızdı. Ertesi gün Gökşin Ağabey adam yolladı Paris’ten ve filmleri aldırdı. O fotoğraflar Savaş ve benim ortak imzam olan Aral - Ay imzasıyla Time dahil, dünyanın birçok dergilerinde çıktı. Daha sonra Türkiye’de Gökşin Ağabey için çalışmaya başladık.
II. önemli olayım da İstanbul’dan Ankara’ya gitmek için bindiğim uçağın korsanlar tarafından kaçırılmasıydı. 4 korsan tarafından İran’a kaçırılmak istendi uçak. Onlarla röportaj yaptım.
Onu sormak istiyordum ben de. Böyle bir şeye nasıl cesaret edebildiniz? Sizce böyle bir şeyi bir başkası yapabilir miydi?
O uçakta gazeteci olan herkes yapardı bunu. Daha doğrusu bilgili adam böyle bir şey yapmaya cesaret edebilirdi. Cahil cesareti ayrı. Korsanlar İran’a gideceğimizi söylüyordu. Ben de ‘’Ben gazeteciyim, İran’dan yeni geldim. Sizinle görüşebilir miyim?’’ diyordum. Önce ‘’hayır olmaz’’ dediler, daha sonra beni kokpite çağırdılar. Kokpite gittiğimde korsanlardan biri silahı dayamış birinin başına, pilotlar gülüşüyor. Ne oluyor diye soruyorum. Ensesine silah dayanan adam ‘’pilot gıdıklandığı için benim enseme koydu silahı’’ diyor. Kokpitte yine bir kahkaha kopuyor. Sinirler bozulmuş tabii. O ensesine silah dayanan adam sonra öldü. Ben yine resim çekiyorum. Ben resimleri çekerken vicdanım sızladı. Osman Arolat var, bizim meslekten abimiz, korsanlara onu da çağırmalarını söylüyorum. Meğer korsanların eski bir düşmanıymış o. O da radyo muhabiri o sıralar. Ben uçağın içinde resimler çekiyorum. 12 Eylül’den bir ay sonrası olduğu için uçak Diyarbakır’a indiriliyor, operasyon yapılıyor ve ben korsanlarla işbirliği yaptığım için bir hafta gözaltında tutuluyorum. Üzerimdeki filimler gidiyor. Osman’la dışarı çıkarıp kurtardıklarım var. O fotoğraflarla dünyada adım duyuluyor. Ama bu adın duyulması bir patlamalık bir olay. Önemli olan onun devamını getirebilmek.
İkinci bir olay var elimde. Şu anda onun kitabını yazıyorum. İleride film olacak. Tw uçağını kaçıran korsan, benim güney Lübnan’da tanıdığım bir savaşçı. Bu da ikinci bir uçak kaçırma olayı. Yaşadığım olay benim için bir başlangıç oldu.
Türkiye’de çok başarılı bir foto muhabiri dünyanın en büyük ödülünü aldı. Mustafa Bozdemir. 83 yılında. Dünya çapında fotoğrafçı. Ama devamı yok. Bu devamlılığı sağlamak olayı. Benim devamlılık sağlamam Sipahi’nin sayesinde oldu. Ben çok para kazandım. Paris’te yaşıyorum, çalışıyorum. Gökşin Ağabey beni bir yerlere gönderdi, fotoğraf kalitemde düşüklük var. Bana bunu çok üsluplu bir şekilde söyledi. ‘’Sen biraz karanlık odada çalış’’ dedi. Altı ay karanlık odada çalıştım. Sonra beni başka bir yere gönderdi. ‘’Üç ay da arşivde çalış’’ dedi. Arşivde çalıştım. Daha sonra ilk işlerimi çıkarmaya başladım. Gökşin Ağabey bana çok yardımcı oldu. Ama aklım hep buradaydı. 93’e kadar bütün dünyayı dolaştım. Eksikliğini hissettiğim şeyi burada yapmayı düşündüm. İsteğim burada photo-reporter diye bir ajans kurmaktı. Buraya geldiğimde bir sürü yerle çalışmaya başladım ajans olarak, ama para tahsil edemedim. Bu iş benim boyumu aşıyordu. Ahmet Özal’dan bile alacağım var. Asil Nadir’den 40 bin $ maaş alacağım var. Bize verdiği çekler karşılıksız çıktı. Amerikalılar gelip benden 2 yıllık karşılıksız maaş çeklerimi geri istediler. Hepsini verdik.
İkinci uçak kaçırma olayından nasıl sağ salim kurtuldunuz?
1985 yılında oldu. Ben 82’den itibaren Arapça’mın olması ve bölge insanı olmanın avantajlarıyla Lübnan’da başka gazetecilerin yapamadıklarını yapmaya başladım. Tek başıma El Cezire benzeri bir gazeteci olarak tüm örgütlerle ciddi bir güven ilişkim vardı. Biliyorlar ki bu adam bizi satmaz. O yüzden güney Lübnan’da gitmek istediğim her yere gidebiliyordum. Türk olmanın avantajlarını kullanıyordum. Türkiye o zamanlar Ortadoğu’da çok saygın bir ülke. PKK ile bu saygınlık gitti. Lübnan üzerinden İrlanda’ya, Afganistan’a gidiyordum. Bu güven bütün dünyada var. Bu bir gazetecilik şeklidir. Ama bu gazetecilik ne yazık ki Türkiye’de bitti. Artık iş takipçiliği, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen servet sahibi olmakla, abuk subuk imkânlara sahip olup, kişilerin veya birtakım ticari kurumların işlerini takip etmek dönemi. Gökşin Sipahioğlu, rahmetli Örsan Öymen gerçek gazeteciliği yapmış. Şu anda en dürüst kesim fotoğrafta. Türk basın fotoğrafçılarının fotoğrafları dünyada yayınlanıyor ama ne yazık ki, Türk muhabirlerinin haberleri dünyada yayınlanmıyor. Çünkü onlar habercilik ötesi bir şey yapıyorlar.
Kaç kardeşsiniz?
Dört kardeşiz. Biri kız, evli. Çocuklarından biri arkeoloji bitirdi, diğeri antropoloji. Benim yönlendirmemle bu bölümleri seçtiler. Ama ben üzülüyorum, çünkü zavallı çocuklar iş bulamıyorlar. Erkek kardeşlerimden biri fotoğrafçı, Londra’da yaşıyor ayrıca orada yemek işiyle uğraşıyor. Malum basın fotoğrafçılığı televizyonla birlikte düşen bir trend oldu. Türkiye’de uzun süre çalıştı. Nokta dergisinde de uzun süre çalışmıştı. Bir diğer kardeşim de benim hayranı olduğum idealist bir öğretmen. Güneydoğu’da terörün en yoğun olduğu dönemde mesela Mardin’in Ömerli Köyünden başlayıp civar köylerde de gönüllü çalıştı. Süreyi de kendisi belirledi, çocuğunu orada yetiştirdi. Şu anda İstanbul yakınlarında bir köyde öğretmenlik yapıyor. Tam bir idealist.
Üç yıl önce babamı kaybettik, ama biz çok geniş bir aileyiz. Kuzenlerle birlikte bir futbol takımı kurabiliriz.
Gökşin Sipahioğlu size Paris’te karanlık odaya girmeniz gerektiğini söylediğinde kendinizi nasıl hissettiniz?
Vallahi hiç alınmadım. Muhabirliğin temeli karanlık oda çünkü. Ben Türkiye’deyken fotoğraf hakkında hiçbir şey bilmiyormuşum. Biz fotoğrafı çeker, filmi gazeteye bırakıp giderdik. Ertesi gün gazetede görürdük ne çektiğimizi.
EŞİM FOSFORLU KALEMLE BENİ İŞARETLEMİŞ
Bu kadar dolaşan bir insansınız. Alışageldiğimiz bir aile hayatı zor olsa gerek. Siz de epey geç evlendiniz zaten. Eşinizle nasıl tanıştınız?
Ortak bir dostumuz var. Eşimin çocukluktan arkadaşı, benim de arkadaşım. Eşimin beni çocukluk çağlarından beri takip ettiğini, yıllar sonra çocuk odasındaki yabancı dergilerden buldum. Aşağı yukarı 10-12 yaşındayken okulunda İngilizce dergi okutuyorlar Coşkun Aral’ı görünce üzerine sarı fosforlu kalemlerle geçip onları biriktirmiş. Onu da klasik, özendirilmiş meslekler ve yaşam biçimi değil de, özgünlük merakı buluşturdu bizi. Benim koşullarım dünyanın her yerinde aynı. Özentimiz yok, yaşamayı seviyoruz. Evimizin Boğaz görmesi tabii ki hoşuma gider ama beni aşıyorsa onu istemem işte bu özellikler bizi buluşturdu. Şimdi çocuğumuz oldu. Dünyam değişti. Çünkü geçmişte o sevdiğim çocuklara yeni bir dost, yeni bir arkadaş, onların gelişmesinde olumlu katkıları olacak bir insan yetiştirmeye çalışıyorum.
Kızınızın ne olmasını istersiniz?
Deniz’in ne olacağını bilmiyorum. Bakarsınız kızım, Petek Dinçöz’ü de geçer. Ama olacaksa, dünya kalitesinde, dünya insanı olmasını isterim. Onu iki aylıkken Güneydoğu’ya götürdük. 10 gün dolaştık. Sonra Paris’e gittik. 2 ay orada kaldık. Uzak Doğu’ya gittik 10 günde orada kaldık.
Uyum sağlama problemi olmuyor mu?
Bütün çocuklar uyum sağlar. Anneler çok korumacı bizde. Aslında bu çok ayrı bir tez konusu. İnanılmaz bir korumacılık var. Anneler birazcık daha rahat olursa, çocuk doğanın bir parçası. Doğal olarak doğanın her yerine çok kolay uyum sağlayabilir. Doğumdan itibaren alıştırılırsa. Ben de şu anda onun çalışmasını yapıyorum. Çocuğumu her yere, her yemeğe, her havaya alıştırmaya çalışıyorum.
Taksim’de 37 kurban
Türkİye’de en kitlesel 1 Mayıs 1976’da kutlandı. Bu miting DİSK’in öncülüğünde ve Taksim Meydanı’ nda yapıldı. O gün Taksim Meydanı’nı 400 bin kişi doldurmuştu. Bu yüzden 1977’de yapılacak 1 Mayıs’ın kalabalık olabileceği bazı tedirginliklere de yol açmıştı. 1977 1 Mayıs’ın da Taksim Meyda’nına 500 bin kişi geldi. Taksim’de âdeta iğne atsan yere düşmezdi. Dönemin Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Kemal Türkler’in konuşmasının sonlarına doğru silah sesleri duyuldu ve yaşanan panikle beraber 37 kişi hayatını yitirdi, 200’den fazla kişi de yaralandı. 1977’deki kanlı olaylardan sonra Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamalarına izin verilmedi.