Corona ile yeniden tartışmaya açılan dünya nüfusu: Birkaç milyar insan ölmeli mi?
Bu tartışmayı açan hemen herkeste gördüğüm genel kanı “dünyanın artık bu nüfusu taşıyamadığı ve nüfusun bir şekilde azalması gerektiği” yönünde.
COVID-19 salgını ile beraber çok farklı konular tartışmaya açıldı. Bu konulardan biri de dünya nüfusunun mevcut durumu. Bu tartışmayı açan hemen herkeste gördüğüm genel kanı “dünyanın artık bu nüfusu taşıyamadığı ve nüfusun bir şekilde azalması gerektiği” yönünde. Birkaç milyar insanın bir şekilde ölmesi gerektiği yer yer “pervasızca” dile getirilir oldu.
Bu problemli bakış açısının insani ve ahlaki yönlerini tartışmıyorum bile. Bu kanıya sahip olan insanların ortalama gelir seviyesi, hayata ve geleceğe dair perspektifleri ve geldikleri sosyoekonomik düzey ile ilgili derin sosyolojik tahliller yapılmalı elbette. Özellikle muhafazakâr ikinci nesilde (tüketim çarkına giren ikinci nesil) ile seküler ikinci nesildeki bu imgelem benzeşmesinin kendi öncülleri olan modern batı ilerleme tecrübesi ile ilişkisi ise hayli kayda değer bir tartışma konusu. Ancak benim konum ve alanım olmadığı için bu hatırlatma ile yetineceğim.
Benim asıl irdeleyeceğim yön, bu kabullerin tamamının aslında olukça eski ve geçersiz bir kısım ezberlere dayandığı gerçeği. Beraberce bakalım…
Dünya nüfus artışı ile beslenme, orman alanlarının tahribi, sürdürülebilir yaşam ile ilgili tüm ezberlerimiz maalesef 1980’lerdeki şehirleşme, göç, nüfus artışı ve çevre paradigmaları ile bu dönemden kalma istatistiklere dayanıyor. Bu paradigmalarda tüm dünyada belli aralıklarla güncellemeler yapıldıysa da Türkiye’deki tartışmalar hala eski bilgi ve yargıların gölgesinde devam ediyor.
Anılan döneme dair en önemli olguların başında küresel göç dalgası gelmektedir. Dünya nüfusunun %40 kadarı ve çok benzer şekilde Türkiye nüfusun %45’i şehirlerde yaşamakta iken %55 kadarı kırsal kesimlerde yaşamakta idi. Ancak seksenlerde pik yapan ve kademeli olarak bugünlere gelen şehirleşme hamlesi sonrasında bu rakam Türkiye’de %80’inlerin üstüne çıktı. Kırsaldan kente göç hamlesi, şehirleşme ve altyapı sorunları, kirlilik o dönemlerin baskın sorunları ve gündemleri idi. Her ne kadar şehirleşme Türkiye’de artıyor görünse de bu artışın çok önemli bir kısmı büyükşehir yasası ve bu kapsamda kent olarak değerlendirilen kırsal nüfustan kaynaklanıyor. Yani aslında çok büyük bir göç ve şehirleşme sorunumuz yok ve gündemimiz olmamalı.
Erozyon ve orman tahribi bir diğer temel sorun ve gündem idi 40 yıl önce. Dünyada orman sahalarının bilinçsiz tahribinden kaynaklanan çölleşme ve erozyon ile arazilerin düzensiz ve aşırı otlatılmasından kaynaklı tahrip ve erozyon çok önemli sorunlardı o dönemde ve bir kısmı da yukarıda özetlediğim çarpık kentleşme kaynaklı idi. Bu sorunlarla büyüyen neslin bir ferdi olarak dünyada ekolojik sorunları yoğunlukla bu çerçevede okumaya devam ettik. Ancak son on yılda istatistikler bize tamamen farklı rakamlar veriyor. Sadece istatistiksel rakamlar da değil. Gelişen uydu teknolojileri sayesinde orman alanları en ince detaylarına kadar izlenebiliyor ve verileri paylaşılıyor. FAO verilerine göre dünyanın çok büyük kısmında son 10 yılda orman alanlarında artış var. Azalmanın olduğu yerler ise Sahara-Altı Afrika ve Güney Amerika. Yani orman tahribi artık çok önemli bir küresel sorun değil. Eğer eğilim bu şekilde devam ederse, dünyada orman alanları artacak ve dünya giderek daha yeşil olacak.
Seksenlerde en önemli konulardan biri de dünya nüfusunda artış hızı idi. 2020 yılı için yapılan en cimri hesaplamalar dünya nüfusunun bugün 10 milyar civarında olacağını öngörüyorlardı. 2000 yılında yapılan tahminlerde bile 2020 yılında dünya nüfus için makul beklenti alt sınırı 8,5 milyar civarında idi. Oysa rakam ancak 7,8 milyara ulaşabildi. Yani Dünya nüfusu beklenenden çok daha az artıyor. Tabi aynı durum ülkemiz için de geçerli. Nüfus planlaması broşürleri ile büyümüş bir nesil olarak nüfus artışının durdurulması gerektiğine inandık. Oysa nüfus artışı kendi kendine ve o broşürlerden ziyade modern kent hayatının zorunlu bir sonucu olarak durma noktasına geldi. Dünya nüfusunun artışının bir kısmı doğurganlıktan, bir kısmı da ortalama yaşam süresinin uzamasından kaynaklanıyor. Yani bu artışın bir kısmı doğumdan bile kaynaklanmıyor. Öyle ki yaşlanma daha güncel bir sorun haline geldi. Gelişmiş ülkeler toplumun yaşlanması ve doğurganlık oranlarının düşüşünü önemli bir problem olarak görüyorlar. Türkiye’de de artık bu sorun önemli bir stratejik gündem olmaya başladı.
Refah seviyesi artmaya başlayan ikinci nesilde gördüğümüz “dünya nüfusu azalsın” beklentisi, bütün insani, ahlaki değerlerin ve sosyolojik tahlillerin de ötesinde yanlış ve arkaik bir kısım kabullere dayanıyor ve 1980lerde görece gelişmiş toplumların kaygıları tarafından şekillenmiş önyargıları yansıtıyor. Eğer o zaman uygulansaydı, muhtemelen şu an bu arkaik fikirleri ve yanlışları seslendiren ikinci neslin ebeveynleri de hedef olacaktı.
Dünyada nüfus artışı ciddi bir sorun değil, orman tahribi ve göç de öyle. Dünyada herkese ve daha fazlasına yetecek kadar yiyecek zaten var. Gelecek yazıda dünyanın kaç insana ev sahipliği yapabileceğini tartışalım...