BIST 9.550
DOLAR 34,49
EURO 36,30
ALTIN 3.012,10
HABER /  GÜNCEL

Çandar ölümden dönmüş

Çevik Bir'in Andıç kompolusuna kurban giden Cengiz Çandar o günleri ve Akın Birdal suikastini yazdı.

Abone ol

28 Şubat itirafları birbiri arıdan geliyor. Dinç Bilgin'in ardından Oktay Ekşi'nin hata yaptıklarını itiraf etmesinin ardından mağdurlardan Bugün yazarı Cengiz Çandar Çevik Bir'in hazırladığı tertibi başlığıyla yazdı. Çandar Akın Birdal'ın heedf seçilerek kendilerinin kurtulduğunu söyledi.

Yazı: Cengiz Çandar
Kaynak:  

-Bundan sekiz yıl önce bugün (12 Mayıs 1998), o sırada ders verdiğim Bilgi Üniversitesi’ne giderken, arabada radyodan İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal’ın vurulduğunu, ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığını işitmiştim.
Akın Birdal’ın vücuduna iki şarjör dolusu kurşun boşaltılmıştı.

Bekliyordum. Birimize olacaktı. Akın Birdal’ın ismi, on gün kadar önce M. Ali Birand ve benim ismimle birlikte, daha sonra adının “Andıç” olduğunu öğrendiğimiz kahpe tertipte yer almıştı. PKK’nın ileri gelenlerinden biri olan Şemdin Sakık yakalanmış, ne ifade verdiği, hazırlık soruşturması gizli olduğu halde, bizzat bundan sorumlu olanlar tarafından basına sızdırılmaya başlamıştı. Gazetelerde, Şemdin Sakık’ın “bazı gazetecilerin PKK’dan para aldığını söylediği” haberleri yer almıştı. Ardından, Oktay Ekşi, “Alçakları Tanıyalım” diye bir başyazı kaleme almıştı. Daha sonra, Uğur Dündar, bunu Kanal D Haber Bülteni’nde sanki söyledikleri doğruymuş gibi eda ve yüz ifadesiyle açıklamış ve bu hayasızca yalan ertesi gün dönemin en fazla satan Hürriyet ve Sabah gazetelerinde sürmanşet olarak yayınlamıştı. Şemdin Sakık’ın böyle bir şey söylemediğini, bunun ifadesine sokuşturulduğunu hemen, bu pis tertibin “Andıç” adlı bir Genelkurmay çalışması olduğunu iki yıl sonra (2000) öğrendik.

Kişiliklerimize yönelen alçakça tertibin kokusu önceden çıkmıştı. Haberini almıştım. Daha sonra, tüm kamuoyuna ilan edildi. Kamuoyu, tabii ki bunun tertip olduğuna değil, “gerçek” olduğuna inandırılmak isteniyordu. İçlerinde benim de bulunduğum birkaç kişi için “toplu linç” ya da “suikast yolu”na geçit verilmişti. Onun için, birimizden birine bir şey olmasını bekliyordum. Akın Birdal’ın vurulduğunu duyduğum anda, “Hepimiz adına demek ki vurulmak için o seçildi” düşüncesi aklımdan geçti.

Bir saat sonra, Bilgi Üniversitesi’ndeki dersliğin kapısı açıldı. Üniversite idaresinden biri, “çok acele ama çok acele Sabah gazetesini aramam gerektiğini” bana söyledi. Aradığımda, Akın Birdal olayını bana haber veren ve derhal gazeteye gelmem gerektiğini söyleyen bir sesle karşılaştım. Beni korumak, sakınmak istiyorlardı.

“Bunu o pis tertibe dahil olduğunuz, o yalan haberi sürmanşet yayınladığınız zaman düşünmeliydiniz. Şimdi endişelenecek bir şey yok. Benim ve M. Ali’nin güvenliği Akın Birdal’ın vurulmasıyla sağlanmış oldu. Akın Birdal hepimiz adına vuruldu” dediğimi hatırlıyorum.

Öğleden sonra Sabah gazetesine vardığımda, gazete patronu Dinç Bilgin’i gerçekten çok kaygılı ve vicdani eziklik halinde gördüm. Zaten o gün, benim “askıya alınmış” sütunum, Dinç Bilgin’in talimatıyla askıdan indirildi ve “yarı-sansür” altında tekrar yazmaya başlamam istendi.

Bu konu, bu “Andıç” konusu, Dinç Bilgin’in geçen hafta Nazlı Ilıcak’ın -ki, bu Andıç’ı 2000 yılında ortaya çıkartan oydu- televizyon programında yaptığı açıklamalarla birdenbire yine gündeme taşındı. Çok kişi yazdı, çizdi. Birkaç televizyon programına konu oldu.

Türkiye’ye özgü tipik tuhaflıkların bir göstergesi, “Andıç”ın devlet sistemi ve medya içindeki birinci derece sorumluları hatırlanacağına ve onlara ilişkin hesaplar açılacağına, “siyasi güç merkezleri- iş dünyası- medya” arasındaki “kirli ilişkileri” ortaya döken, yaptığı “yanlışları” gayet açık bir dille anlatan Dinç Bilgin’e yüklenilmeye kalkışıldı. “Yanlış yaptık” demesi, yapılanlardan “pişman olduğunu” ve “üzüntü duyduğunu” söylemesi bazı arkadaşlarımızı “kesmedi”; Dinç Bilgin’in söyledikleri, anlattıkları kerameti kendinden menkul ahlak zaptiyeleri tarafından “yetersiz” bulundu.

Ben, Dinç Bilgin’in “soylu” bir davranış gösterdiğini, o dönemin bu işlerine ilişkin “en az günahkarının o olduğunu” söylemiştim ve aynı kanıyı koruyorum. Dinç Bilgin ve o döneme ilişkin Hürriyet’in rolünden ötürü defalarca kamuoyu önünde özür dileyen, Andıç’a uymayı “meslek hayatının silinmez tek lekesi olarak hatırlayacağını” yazmış olan Ertuğrul Özkök’ün dışında, o günlerin hiçbir “doğrudan” sorumlusu hiç kimse ağzını açmadı. Onların “özürleri” ve “pişmanlıkları” -eğer varsa- Ertuğrul Özkök yazdıktan bunca zaman ve artık yani Dinç Bilgin’in bu açıklamalarından sonra değerini yitirir. Herhalde, bu konunun bir “manevi” de olsa, bir “zaman aşımı” olmalı değil mi; Akın Birdal’ın vücuduna o yüzden giren iki şarjör kurşunun sekizinci yıldönümünde?

Andıç’ın diğer mağduru, arkadaşım ve meslektaşım M. Ali Birand, dün Posta’daki yazısına “ANDIÇ bir daha tekrarlanır mı?” başlığını atmıştı. Niye tekrarlanmasın? Andıç’ın Nazlı Ilıcak sayesinde ortaya çıkarılmasının ardından, M. Ali’nin dediği gibi “Yapanlar, yani gerçek sorumlu komutanlar bugüne dek ağızlarını açmadılar. Hâlâ da suskunlar. Ancak kamuoyu ve TSK mensuplarının önemli bölümünün vicdanlarında cezalandırıldılar.”

Bu yetiyor mu? “Hukuk” tarafından cezalandırılmadıkları sürece yetmez; çünkü, şayet “hukuki ceza” yoksa, bunun anlamı, Andıç ve Andıçlar devam edebilir, bir sakıncası yok demektir.

O zamanlar ve daha sonra birkaç vesile ile “Andıç, Türkiye’nin Dreyfus Olayı’dır. Ne yazık ki, Türkiye’nin bir Emile Zola’sı yoktu” demiştim. Geçen yüzyıl başında, Fransız ordusunun Yahudi kökenli yüzbaşısı Dreyfus’a yönelik komploya karşı çıkarak, bunu yapan yetkililere “J’Accuse” “İtham Ediyorum” diye haykıran büyük yazar ve aydın Emile Zola.

Hâlâ yok. Nereden mi biliyorum?

Andıç mağdurları, kamu vicdanında -ihtiyaçları olmadığı halde- aklanmışken, yitirdikleri Andıç öncesi konumlarına geri dönemediler. Andıç’ı hazırlayan ve uygulamaya sokan ya da bunda rol oynayanlar ise örneğin medyada- bırakın yerlerini korumayı, terfi ettiler ve yükseldiler.

Andıç bir daha tekrarlanır mı?

Ortadan tümüyle kalkmadı ki, tekrarlansın...