BIST 9.636
DOLAR 34,65
EURO 36,41
ALTIN 2.933,11
HABER /  GÜNCEL

Bümin: Ordu milletin parçası değil

Radikal Gazetesi'nden Neşe Düzel'le söyleşen siyaset felsefecisi ve yazar Kürşat Bümin'den ezber bozucu açıklamalar. Bümin'e göre ordu milletin bir parçası değil...

Abone ol

NEDEN? Kürşat Bumin

Türkiye'nin sosyal ve siyasal yapısını, ordunun konumunu netleştirmeden anlamak mümkün değil. Silahlı Kuvvetler'in, gelişmiş ülkelerde rastlanılmayan siyasi bir ağırlığı var burada. AB üyeliğine doğru giderken, aslında en temel siyasi tartışmamız, adını açıkça söylemesek de ordunun siyasette ve ülke yönetimindeki rolü üzerinde yapılıyor. Geçenlerde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Türkiye'de ordunun 'milletin bir parçası olduğunu' söyleyerek, TSK'nın bu ülkedeki özel durumunun altını çizdi. 'Orduların sivil yönetimlerin emrinde olması evrensel kuraldır ama Türk ordusunun standart dışı bir durumu var' dedi. Siyaset felsefecisi yazar Kürşat Bumin ise bir dizi yazı yazarak, ordu, millet ve devlet ilişkilerini değerlendirdi. Seçilen kelimelerin ve sahiplenilen söylemlerin, toplum içindeki ilişkileri nasıl belirlediğini ve ne tür sonuçlar verdiğini ortaya koydu. Bizde toplumun ve medyanın büyük kesiminin sorgulamadan kabul ettiği askeri terminolojinin, toplumdaki ne tür 'özel durumların' işareti olduğunu anlattı. 'Sivil Toplum ve Devlet', 'Devlet ve Çocuk' kitaplarının yazarı Kürşat Bumin ile ordu-millet ilişkisini, kullanılan terminolojinin nedenlerini ve sonuçlarını konuştuk.

Türkiye gene orduyu ve generallerin sözlerini tartışıyor. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, gazetecilere, 'Türkiye, Filistin haline getirilmek isteniyor' dedi. Sizce niye böyle bir benzetme yaptı? Bizim Filistin'e benzer ne yanımız var?

Türkiye ile Filistin arasında ne tarih ne de bugün açısından yakın uzak bir benzerlik yok. Ben ikisi arasında hiçbir ilişki kuramıyorum. Herhalde komutanın kendisi de kuramıyor olmalı ki, sarf ettiği cümlenin arkasından bir ikinci cümle gelmedi.

Kara Kuvvetleri Komutanı'nın 30 Ağustos'taki resepsiyonda, protokol üyeleriyle birlikte kameriyenin altında durmaması da yorumlara yol açtı. Niye generallerin her davranışından bir sonuç çıkarıyoruz biz? 70 milyonluk Türkiye, bir generalin dört adım öteye, dört adım beriye gitmesiyle kaderi değişebilecek bir ülke mi hâlâ?

Tabii ki değil ama, bu ülkede generallere ilgi sadece kameriye yerleşmeleriyle sınırlı kalmıyor. Bu ilgi, emekli olan kuvvet komutanlarının eşlerine kadar uzanıyor. Görev devir teslim törenlerinde yeni ve eski komutanların eşlerinin gözyaşları gazetelerin birinci sayfasının manşetlerine çıkıyor. Bunların bir haber değeri yok, okurların da bence bunu merak ettiği yok ama bu ülkede Silahlı Kuvvetler'in kendisine biçtiği bir rol ve konum var. TSK'nın kendisine biçtiği bu rolü ve konumu medya da kabul ediyor ve bu yüzden de generallerin her davranışından sonuçlar çıkarılıyor. Yoksa Avrupa'nın herhangi bir ülkesinde bir generalin bir davette nerede durduğunu, oturduğunu insanlar fark etmezler bile.

Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'ün 'ordunun ulusun bir parçası' olduğunu söyleyen sözleri üzerine siz bir dizi yazı yazdınız, bu sözlere karşı çıktınız. Neden ordunun ulusun bir parçası olması görüşünü yanlış buluyorsunuz?

'TSK, milletin ayrılmaz bir parçasıdır' diyerek ordunun tarifini yapmak çok problemli ve çok tehlikeli bir yaklaşım. Ordu, kurumsal olarak devletin bir parçasıdır, devletin bir aygıtıdır. Ama kendini devletin bir aygıtı olarak tanımlamak, TSK'nın hoşuna gitmiyor. O hep milletin tarafına geçip, 'Ben milletin ayrılmaz bir parçasıyım' diyor.
Orduyu milletin ayrılmaz bir parçası olarak görmek, nasıl bir siyasi ve sosyal sonuç yaratıyor sizce?

Her şeyi altüst eden bir tanım bu. Kendinizi böyle konumlandırdığınızda çok şey değişiyor. 'Ben milletin ayrılmaz bir parçasıyım' demek, yapılan bütün askeri yorumlara, müdahalelere, muhtıralara, darbelere meşruiyet sağlıyor. Ordunun yaptığı her şey milletin yaptığı şey oluyor ve dolayısıyla da yapılanlar meşru hale geliyor. Çünkü ordu ne yaparsa millet yapmış oluyor. Millet adına hareket edildiğinde, yasalara uyma zorunluluğu da ortadan kalkıyor. Bakın, 1961 Anayasası'nın başlangıç bölümü, 'Meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı Türk milletinin yapmış olduğu 27 Mayıs...' diye başlar.

Bu ne demektir?

Yani bu, TSK'nın yaptığı değil, milletin yaptığı 27 Mayıs oluyor. 12 Eylül de böyledir. Oysa ordu milletin değil, devletin bir parçasıdır. Eğer ordu siyasi iktidara yaptığı müdahaleyi devlet aygıtı olarak yapsa, bunun adı darbe olur. 'Milletin ayrılmaz bir parçası olma' meselesi, Türkiye'de ordunun tanımı, konumu ve asker-sivil ilişkilerinde en temel meseledir. Zaman zaman bu ideolojik tanımı polis de kullanmak istiyor, ama tutmuyor. 'Biz de milletin bir parçasıyız' diye onlar da afişler asıyor ama etkili olmuyorlar. Herkesin polis hakkında bir fikri olduğundan, onlara, 'Hayır sen devletin kurumusun, yasalara uymalısın' deniyor.

TSK'nın diğer ordulardan farklı ve özel bir durumu olduğu söylenir. Bu görüşe katılıyor musunuz?

Hayır. Cumhuriyet'in kuruluşunda ordunun önemli bir rolü, konumu var ama Cumhuriyet de 80 yaşını geçti artık. 80 yıl bir cumhuriyetin olgunlaşması için uzun bir süredir. Üstelik bu 80 yılda başka bir toplum oluştu. Zaten artık Türkiye 'millet' yerine 'toplum' kavramını kullanmalı. 'Millet, yurttaş, vatandaş' kavramları, tarihte cumhuriyetlerin, ulus-devletlerin kurulduğu sıcak dönemlerin kavramlarıdır. Fransız devrimi sırasında madam ve mösyö sözcükleri yasaklanmıştı. Herkes birbirine 'Yurttaş Pier al şu sepeti, yurttaş Paskal ver şu şapkayı' diye konuşuyordu. Millet, yurttaş, vatandaş kavramları, milli heyecanları, askeri ve siyasi çağrışımları içinde barındırır. Millet kavramı, hemen homojen bir birliğe ve milli iradeye götürür işi. Toplum ise pek çok farklı bireyden oluşan sivil bir kavramdır. Toplum iradesi adına bir şey yapamazsınız, ama 'Ben milletin parçasıyım' deyip, 'millet iradesi' adına çok şey yapabilir ve yaptıklarınızı da meşrulaştırabilirsiniz.

Bizim ordu, kuruluştaki rolünden ötürü kendini Cumhuriyet'ten ve ülkeden sorumlu hissediyor. Bu sorumluluğu da sivillere devretmekte pek istekli değil. Ülkenin sorumluluğu orduda olduğunda, sivil yöneticilerin rolü ne oluyor?

Bugüne kadar ki Türkiye Cumhuriyeti tarihi oluyor sonuç. Siyaset samimiyetsizleşiyor, ciddiyetten uzaklaşıyor, ortada sahte bir hayat dolaşıyor. Kimse gerçek düşüncesini söylemiyor. Siyasetçi hem kendi seçmeni olduğu için tam teslimiyetçi olamıyor, hem de askerle karşı karşıya gelmemeye çalışıyor. Bu ilişki siyasetçiyi laf cambazı yapıyor. Kendi söylediğinin yarısına kendi de inanmıyor. Böyle bir ülkede de siyasi düşünce gelişmiyor.

Ordu, yapısı itibarıyla savunmayı önemseyen bir kurum. Bu kurumun bütün sorunlara da savunma açısından bakması çok doğal. Her soruna savunma amacıyla bakmak nasıl bir sosyal yapı yaratır?

Sonuçta bu, sorunlarını çözemeyen, sorunlarını çözmek için düşünce üretemeyen, laiklik ve demokraside gelişemeyen bir ülke yaratıyor.

Dünyanın bütün orduları görevleri itibarıyla insanları dost ve düşman diye ayırmak zorundadır. Bizde ordunun siyasi bir sorumluluk üstlenmesi, iç siyasette de dost ve düşman kavramlarının kullanmasına yol açmaz mı?

Açar tabii.

Bu durumda, orduyla farklı düşünenlerin 'iç düşman' tanımına sokulması ihtimali yok mu?

Var. Bazı insanların iç düşman olduğunu söylüyorlar zaten. Emekliye ayrılırken, bazı aydınlara karşı nefret dolu bir ordu bıraktığını söyleyen eski Birinci Ordu Komutanı Hurşit Tolon'un konuşması böyleydi. Ama artık bu askeri dil, bu ideolojik söylem, bu terminoloji Türkiye'de bitmeli. İnsanlar, demokrasilerde hangi kurumun nerede durması gerektiğini bilmeli ve Türkiye'nin düşünce hayatı sivil bir dile çevrilmeli. Henüz sivil bir dili yok, askeri bir dili var bu ülkenin. Ordunun tanımladığı bir cumhuriyet ve yurttaş var. O tanıma uyana 'iyi yurttaş', uymayana 'kötü, zararlı yurttaş' deniyor. Milletin iradesi dedikleri de zaten iyi yurttaşların iradesi oluyor.

İç düşman diye bir şey olur mu?

Bu dil tamamen totaliter sistemlerin dilidir. Demokrasilerde mevcut sistemi eleştirenlere 'muhalif' denir. Otoriter ve totaliter ülkelerde ise muhaliflerin adı 'rejim düşmanı'dır, 'iç düşman'dır. Bunun en iyi örneği Sovyetler Birliği'ydi. Orada hâkim ideolojiyi paylaşmayan insanlara rejim düşmanı deniyordu. Türkiye'deki terminoloji de böyle. Hâkim ideolojiyi paylaşmayana, bizde iç düşman deniyor. Mesela liberaller de şimdi bizde iç düşman sayılıyor. Böyle bir terminolojinin olduğu, bu kavramların kullanıldığı ülkeler otoriter ya da totaliterdir. Demokrasilerde 'rejim düşmanı', 'iç düşman' olmaz, demokrasilerde 'muhalif' olur.

Birçok sivil partinin, ordunun özel durumunu desteklediği ve durumun sürmesini istediğini biliyoruz. Siyaset bilimi açısından, sivil siyasetçinin kendi sorumluluğunu kendi isteğiyle orduya devretmesini nasıl açıklıyorsunuz?

Bir kere bu bir siyaset değildir, bu siyasetin intiharıdır. Türkiye'nin, siyasilerin de ötesinde çok geniş bir terapiden geçmesi gerekiyor. Ordunun yeri, millet meselesi gibi hâkim ideolojik söylem çok iyi tartışılmalı.

Medya-ordu ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Medyanın askere ilgisinin kesilmesi lazım. Medyanın orduya ilgisi çok patolojik bir ilgi. Gazete koleksiyonlarını çıkarsak, sadece 30 Ağustos'lara baksak, bir kameriye antolojisi yapabiliriz. Hepsinde mutlaka kameriyeye kim geldi, kameriyeden kim çıktı, kim kaç metre ötede durdu diye kameriye hikâyeleri yayımlanmıştır. Medyanın orduyla ilgili haberlerde, yerli yersiz demeç alma, manşet yapma gibi bir kışkırtıcılığı var ki, orduyla ilişkisinde medyanın yetişkin bir ruha sahip olmadığını gösteriyor bu. Türkiye'de medya askeri meselelere mesafeli bakamıyor, çok duygusal bakıyor. Gazeteciler komutanlarla karşılaşmalardan, onlar tarafından muhatap alınmaktan çok heyecanlanıyorlar. Ayrıca medya, askerin siyasetteki etkisini de pek yadırgamıyor. Askerin siyasetteki rolünden rahatsız değil. Toplumun bu açıdan kendini terapiden geçirmesi lazım.

Nasıl olacak bu?

Artık ordu-siyaset, asker-sivil ilişkileri, ordunun görevleri iyice konuşulmalı. Türkiye'de çok militarist bir ruh hali var ve orduya ülkeyi korumanın ötesinde bir rol yükleniyor. Oysa bizde de orduya, her ülkeye lazım olan bir aygıt olarak soğukkanlı bakılmalı. Askerlik mistik durumundan çıkarılmalı. Bizdeki siviller de, 'Keşke orduya gerek olmasa ama her ülkede var. Biz de gerektiğinde gider görevimizi yaparız' demeli ve yüreğine kışlayı yerleştirmemeli. İnsanlar yüreğine sivil hayatı , sivil değerleri yerleştirmeli, orduyu da ülkeyi koruyan birim olarak görmeli.

Bizim ordunun özel durumunu değişmez bir siyasal gerçek kabul ederek AB'ye üye olmamız diğer üyeler tarafından nasıl karşılanır?

O biraz karışık bir konu. Biçimsel bazı iyileştirmeler AB'ye yetebilir. Çünkü AB, laiklik gibi konularda çok faydacı davranıyor. Türkiye'de bütün kurumlara sızmış olan Kemalist ideolojinin, laikliğin bir garantisi olduğunu düşünüyor. Bizde ordu sonuç olarak ne diyor? 'Ben laikliğin bekçisiyim' diyor. Avrupa da zaten 'Türkiye'deki laiklik çok iyi' diyor. AB tabii ki ordunun Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasını, siyasi demeç vermemesini ister. Bunların gerçekleşmesi de Batı'ya yeter. Ama bunların gerçekleşmesi Türkiye'de ordunun siyasetteki ağırlığının bittiği anlamına gelmez.

Yapılan araştırmalar halkımızın orduyu en güvenilir müesseselerden biri olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Bu, ordunun özel durumunu meşrulaştıran bir sonuç olarak da değerlendirilebilir mi?

Değerlendirilebilir. Onlar da zaten 'Bakın, en fazla orduya güveniliyor' diyorlar. Oysa demokrasilerde böyle soru sorulamaz. E'n çok kime güveniyorsunuz' diyorsunuz, sonra da beş cevap şıkkından biri olarak orduyu veriyorsunuz. Böyle bir sorunun sorulduğu ülke, demokrasi açısından iyi değildir.

Geçenlerde İlter Türkmen, Sevr anlaşmasına yol açan askeri hataları sıralayan bir yazı yazdı. Sevr'den bu kadar korkan ve nefret eden bir toplumda, bu anlaşmaya yol açan askeri hataların sıkça tartışılmamasını neye bağlıyorsunuz?

Ordunun, sanki hiç hata yapmaz diye algılanmasının bir sonucu bu. Askeri yıpratırsak, bir güvensizlik olabilir diye düşünülüyor. Zaten bizde asker hiç hata yapmıyor, sadece yöneticiler, siyasetçiler, siviller hata yapıyor. Yakın tarihimizde böyle bir durum var. Hep siviller basiretsiz bizde. Halbuki ordular da yanlışlar yaparlar ve yenilirler ama bizde böyle bir şey olmuyor, hatalar hiç konuşulmuyor. Mesela Enver Paşa'nın Sarıkamış faciasını bile, toplum Sarıkamış'a gidip bir askeri harekâtın anılması gibi askeri törenle anıyor.

Sevr'in, İttihatçıların hataları sonucunda ortaya çıktığı anlaşılıyor. Sizce toplum ittihatçıları yeterince ciddi eleştiriden geçirdi mi?

Hayır geçirmedi. Çünkü bilinmeyen bir tarih bu. Türkiye yakın tarihini en az bilen ülkelerden biridir. Toplum sadece kendisine öğretilen biçimiyle Kurtuluş Savaşı'nı bilir. İkinci Meşrutiyet yıllarını, o dönemde neler konuşulduğunu hiç bilmez. Dünyada bizim gibi hafızası bu şekilde kesintiye uğrayan başka bir halk ben bilmiyorum. Toplumun gelişmemesinin, yetişkin  olamamasının, çocuk kalmasının nedeni de bu hafıza yokluğudur. Oysa bir insanı hafıza büyütür, olgunlaştırır. Bunda harf devriminin de büyük rolü var. Eğer İkinci Meşrutiyet'in gazetesini okuyamıyorsak, bir topluma yapılacak büyük kötülüklerden biridir bu.

Bir yandan Sevr'den korkarken bir yandan Sevr'i yaratan ittihatçıların hatalarını tartışmamak tuhaf bir çelişki değil mi peki?
Değil. Çünkü Sevr ideolojik eleman olarak kullanılıyor. Sevr kendi şartlarında olmuş, bitmiş tarihi bir olay. Bugünkü Türkiye'yle hiçbir ilgisi, benzerliği yok. Ama siz Sevr'i kolaylıkla korkulacak şey haline getirebilirsiniz. Anlatmazsınız ve Sevr korkulacak bir şey olur. Toplum bilmediği şeyden korkar, anladığı şeyden korkmaz. Ermeni meselesi biraz medyaya düştü, insanlar nasıl da korktu. Bizde, 'Yepyeni bir toplum yarattık' diyorlar ya...

Evet?..

Yepyeni bir toplum yaratmak iyi bir şey değil. Zararlı bir şey. Çünkü yepyeni bir toplum, hafızasız bir toplum demektir. Yepyeni bir millet yaratmak totaliter bir şeydir. Yepyeni bir mobilya, buzdolabı iyi de, toplumun yenisi iyi değil. Burası, imparatorluktan kalan bir memleket. Düşünce hayatının, söyleminin çok daha gelişmiş olması gerekiyor ama Cumhuriyet burayı sanki yoktan var etmiş gibi takdim ettiğinden, burası da bu kadar oldu işte. Ama şimdi toplum resmi söylemin kendi ihtiyaçlarına cevap vermediğini, bu söylemin tatsız tutsuz, sığ bir tekrar, klişe olduğunu gördü. Şimdi AB sürecinde, demokrasiyle, özgürlüklerle ve kendi kimliği, değerleri ve geçmişiyle ilgili temel soruları sormaya başladı toplum.

Söyleşi: Neşe Düzel
Kaynak: