BIST 9.109
DOLAR 34,24
EURO 37,63
ALTIN 2.921,56

Bu 'yobaz'ın yazısını okumayın!

İki arkadaş konuşuyorlarmış..

Biri gayet vakur bir şekilde, “ben düşüncelerimden taviz vermediğim için öyle inatçıyımdır ki, geçen gün diş hekimi, ‘hangi dişin ağrıyor’ dedi; ben de, ağrıyan dişimi inat edip söylemedim, diş hekimi dişlerimin hepsini çekti” demiş!

Arkadaşı ise, “o da bir şey mi, ben öyle bir inatçıyımdır ki, geçen gün arkadaşıma, ‘20 yıllık evliyim, düğün günü kavga ettik, o gün bugündür eşimle yatmadım’, deyince arkadaşım, ‘ama senin dört çocuğun var, nasıl olur’ dedi, ben de, ‘valla inat ettim onu bile sormadım’ dedim” diye cevap vermiş!

Türkiye’de İmam-Hatip liseleri ve YÖK hakkındaki tartışmalar, bana bu “kişilik sahibi” inatçı insanları hatırlattı..

Türk basınında, katsayı eşitsizliğine ve YÖK’ün antidemokrat yapılanmasına muhalif olan, ancak bu tasarının şu konjonktürde gündeme getirilmesinin yanlışlığına işaret eden iyiniyetli gerçek aydınları bir tarafa bırakırsak, yine Türk basınında bazı kalemler kalemini ok gibi kullanmaya tekrar başladılar..

Savaş karşıtı eylemlerin yapıldığı alanlarda, provokatörlerin başka bir “eyleme” giriştiği tek ülke olan Türkiye, savaşa girer mi, girerse çıkar mı, çıkarsa bahtımıza ne çıkar, varsa bir çıkarımız bundan bir şey çıkar mı, bilmiyorum!

“Çıkarma” yaparsak bir şey “toplar mıyız”, yoksa diğer ülkelerle “çarpışır mıyız” veya sonuçta “bölünür müyüz” bilemiyorum!

Peki, bizim, ülke olarak kendimizle olan savaşımız ne zaman bitecek?

Evet, öylesine zeki bir ülkemiz var ki, bu ülke diğer ülkelere zekasının zekatını verse, diğer ülkelerin “dahi” olması mümkünken, neden aptal yerine konulmak hoşumuza gidiyor, bunu da bilemiyorum!

“ Savaşa hayır” diye manşet atan, dokunulmaz ama her dem dokunan medyamız, 28 Şubat’ın hengameli günlerinde, aynı logonun altına ( hatta çok duyarlı olduğu için!) “üstüne” attığı manşetlerle “topyekün savaş” diye yazarken, bizim romantik aydınlarımız nerelerdeydi?

Devlet kitaplarında “ahlaksız” diye yazarak Çingeneleri; “başörtüsü ile üniversiteye girmek Cumhuriyet’in sonudur” diyerek dindarları; yüzyıllarca (evet yüzyıllarca!) beraber yaşamış olduğumuz Yahudi, Ermeni, Rum vatandaşlarımızı hakir görüp bu toplumdan tecrit ederek, birlik ve beraberlikten bahsetmenin mantıksızlığını ne zaman fark edeceğiz?

Elbette ahlaksız Alevi; hırsız Sünni; Cumhuriyet düşmanı türbanlı; madrabaz Yahudi; vicdansız Rum; bölücü Ermeni vardır, ancak “fundamantel” yani kökten bir çözümle herkesi düşman bellemek, topyekün savaş ilan etmek bu ülkenin kaderi mi olmalıdır?

Pespayeliklerin cirit attığı bu çarpık düzende, akla ziyan uygulamalar ne zaman bitecek?

Kestiğin “adak” hayvanın derisini bağışlamanın serbest; “kurban” derisinin ise THK’ya bağışının zorunlu olduğu bir ülke daha var mıdır?

Mezunu olmadığım, ancak bu liselerden mezun olan arkadaşlarımın bulunduğu İmam-Hatip liselerinin önünü kesmek için, bu ülkenin teknik ve mesleki eğitiminin dibine dinamit koymakla, kültür ve eğitim dünyamızda patlama mı yaşandı?

Liberallere liboş; solculara Allahsız; milliyetçilere faşist; dindarlara yobaz demekle Türkiye şaha kalkıp, başımız göğe mi erdi?

Türkiye Komünist Partisi’nin adındaki komünist sözcüğünü yasaklamakla, komünistlerin sayısını mı azalttık?

Servet düşmanlığı yaparak, işçilerin çalışacağı yeni fabrikaların sayısında artış mı sağladık, olmayan fabrikalardaki olmayan işçilerin sosyal güvenliğini mi tesis ettik?

Evet, Başbakan Erdoğan, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evi ilk ziyaret eden Başbakan olsa da; “çağdaş toplumda din” konulu panelde içki servisi yapılsa da; gazetecilerin önünde başörtülü bir eş, bakan olan eşinin yanağına buse kondursa da; “Ordu, demokrasi ve özgürlüklerin öncüsüdür” şeklinde beyanat verilse de olmuyor..

Olmuyor, çünkü bir tarafta “hoşgörü” denilen kavramı “teslimiyet” olarak gören bir zihni iklim; diğer tarafta ise, “kararlılık” denilen kavramı “statüko” cenderesine sokan bir düşünce atmosferi var..

Aslında tüm bu ideolojik bakış açısının gerisinde, karşı konulamayan bir megalomanik dürtü ve bu dürtüye hapsolmuş bir “ego tatmini” olduğunu sanıyorum.

Türkiye’de bir tarafta, insanın canına “okuyanlar”; diğer tarafta işi “kitabına” uyduranlar; öte yanda itina ile “defter” dürenler; hava “basanlar”; dedikodu “yayanlar”; haysiyetini “satanlar” bol miktarda bulunduğu için, ülkemizdeki bu “aydınlanmacı hareketten” dolayı memnun olduğunu söyleyenlerin “algısına” şaşmamak mümkün değil!

Siyasi ikbal kaygısı ve kişisel ego tatmini nedeniyle, medyaya çöreklenerek halka sırtını dönen; kışlaya “selam çakan” bir aydın taifesinin bu ülkeyi getirdiği yer, işte şu bulunduğumuz “acayip derecede stratejik” yerdir!

Yiyecek bir “şey” bulamayıp, suratı kemikten ibaret olan bir Afrikalı veya Iraklı çocuğun, yüzüne konan sineği kovamayacak kadar takatsiz kalmasının vebali ile katsayı eşitsizliği nedeniyle üniversiteye gidemeyen, en önemlisi kendilerine düpedüz yobaz damgası vurulan gençlerin akıttığı gözyaşının “debi” miktarını hesaplayamayan ve çıkardıkları gürültünün “desibel” oranı Şişli meydanının trafik gürültüsünden fazla olan egoistlerin taşıdığı vebal aynı değil midir?

"Çok özür dilerim ama", aynıdır!