Mumcu TMK'yı sert bir dille eleştirdi.
Abone olAnavatan Başkanı Erkan Mumcu Sabah'a verdiği röportajda gündem yaratacak açıklamalar yaptı.
Terörle mücadele yasası hep Öcalan üzerinden tartışılıyor ama aslında bir çok şey var örneğin örgüt posterini taşıyanların hapse atılmasından tutunda Avrupa Birliği Reformlarının çok daha gerisine giden ifadeyi kurma noktasına gelen? Sizin pakette Öcalan maddesi de dâhil olmak üzere geneline dair eleştirileriniz nelerdir?
Ben temelde terörle mücadele kanununun bakış açısıyla terörle mücadele edilemeyeceğini düşünüyorum. Bir kere, bu yasayı bu biçimde oluşturan akıl bence ne terörü ne de terörün hedeflerini -yöntemlerini doğru anlayamamış gözüküyor ve korkarım son 25 yıldır içine düştüğümüz tuzağa yeniden saplanıyoruz ve bu yasayı tümüyle yanlış buluyorum. Bir kere bazı şeyleri baştan tespit etmemiz gerekir. Terör neyi amaçlar? Doğrudan doğruya yöneldiği hedefi yok etmeyi amaçlamaz. Terör herhangi bir hedefe yönelirken, o eylem üzerinden doğacak sansasyonu hedefler o sansasyonun eriştiği kitlelerde yaratacağı psikolojiyi ve buna duyulacak tepkilerle ortaya konulacak refleksleri hedefler. Terör, aslında, düşmanını refleksle yönetme işidir. Bence Türkiye 20 yıldır bu tuzağın içinde. 20 yıldır teröre karşı refleksleriyle yanıt veren bir ülke durumunda. O nedenle çözmek için çok büyük imkânları olan bir ülke, çözümden çok uzak bir noktaya saplanıp kalıyor. Terör, daha doğrusu bölücü örgüt, Türkiyeyi bir terör parantezinin içine sıkıştırıyor. Biz bu parantezin dışına çıkmayı başaramıyoruz. Bu yasa da, aslında bu parantezin dışına çıkmaya çok yakın bir noktada duran Türkiyeyi, Avrupa Birliğiyle uyum dolayısıyla son derece pozitif bir yere gelen Türkiyeyi, yeniden aynı parantezin içine sıkıştırıyor. Bu, sadece terörle mücadelemiz açısından değil, Türkiyenin çağdaş bir ülke olması açısından da, sorunlarını çağdaş yöntemlerle aşabilen bir ülke olabilme imkânlarından uzaklaştırıyor.
Yani yasa bu haliyle çıkarsa refleks inisiyatifini bir kez daha PKKya vermiş oluyoruz, öyle mi?
Aynen öyle. Bakın ben bu tartışmalar hiç başlamadan önce Türkiyede eylemsizlik dönemi dediğimiz dönem yaşanıyorken, ısrarla, Türkiyenin sorunu çözecek adımlar atması gerektiği yolunda çağrılarda bulundum. Gerek kabinede gerek dışarıda. Kabine kısmını tarihe emanet ediyorum fakat bir yıldır muhalefette söylediğim söz bu. Israrla bazı şeylerin altını çiziyorum. Bölücü hareket tarz değiştiriyor. Bilinen anlamlarda terörü de geride bırakan yeni yöntemlerle kendisi için bir alan açmaya çalışıyor. Daha çok da stratejik savunma diyebileceğimiz bir metot içinde davranıyor. Burada hayati olan iki şey var stratejik savunma denilen yeni yaklaşım kimin patronajında olacaktır sorunu yaşanıyor bir tarafta. Yani PKKnın patronajında mı olacaktır, yoksa başka unsurların patronajında mı bu yaşanacaktır tartışması var. Diğeri, hedefi ne olacaktır. Yani hedefi bir takım hak ve hürriyetlerin elde edilmesine dayanan entegrasyon mu olacaktır yoksa demokratik araçları kullanan bir ayrılıkçı hareket hüviyetinde mi kalacaktır tartışması var. Bu noktada bu süreci doğru anlayamadığımız kanısındayım. Sadece hükümeti kastetmiyorum. Bu konudan sorumlu olan kurum ve kuruluşların ve muhalefetin ve aydınların da içinde olduğu bir çerçevenin konuyu yeterince doğru analiz edemediği kanısındayım. Bir kere bu stratejik savunma dediğimiz sürecin en önemli özelliği demokratik araçları kullanması olacaktır. Toplantı, gösteri, yürüyüş, protesto vs. gibi en çarpıcı olanlarının da sivil itaatsizlik eylemleri olarak karşımıza çıkacağı bir sürecin önü açılıyor. Bu süreçte karşımıza klasik terör tanımıyla bağdaştıramayacağımız eylem türleri çıkacak. Kepenk kapatma bunun örneklerinden birisi, söz gelimi çok kişinin katıldığı oturma eylemleri, çocuklarını okula göndermeme, vergi vermeme, ışıkları kapatma. Aslında çok daha başka yöntemlerde var ama doğrusunu isterseniz ifade etmeye dilim varmıyor. Çünkü ifade edersem akıl hocası duruma düşmek istemiyorum. Aslında bu örnekleri verirsem söylemek istediğim şeyler çok daha iyi anlaşılacak ama bu örnekleri vermekten kaçınıyorum, çünkü akıl veren durumuna düşmek istemiyorum. Fakat bizim Türkiyenin bütünlüğüne karşı bu stratejiyi geliştirenlerin aklını da kuşatan daha üstün bir akıl ve daha üstün bir strateji değeri üretmemiz gerekiyor, ama biz bugün terörle mücadele kanunuyla geri dönüyoruz. Bölücü hareket bir faz ileri doğru giderken biz daha geriye, klasik terörle mücadele anlayışına geri dönüyoruz. Bu, son derece yanlış.
Söyledikleriniz şöyle özetlenebilir mi? Türkiye o eylemsizlik sürecinde biraz sakinleştirebildiği yöre halkını da bu yasa ve benzeri yöntemlerle kaybetme noktasına gelebilir.
Bu işin bir kere hayati noktası bu söylediğiniz yer. Önce şu gerçekleri bir kavramamız gerekiyor. Bir, Kürtler sadece Türkiyede yaşamıyor. Komşu ülkelerde yaşayan Kürtlerin içinde yaşadıkları ülke sistemleriyle bütünleşme düzeylerine bakacak olursak, Türkiyenin çok şanslı ve ileri bir ülke durumunda olduğunu açık bir şekilde görürüz. İranda yaşayan Kürtlerin İran toplumuyla entegrasyonu neredeyse sıfır düzeyindedir. Orada yaşayanların, bir takım hukuki ve siyasi hakları var olmakla beraber, toplumla ve kültürle entegrasyonları neredeyse sıfır düzeyindedir. Denilebilir ki Türkiyeye olan ilgileri ve yakınlıklar çok daha fazladır. Suriyeye baktığımızda yine aynı şeyi görürüz. Orada siyasi ve hukuki haklardan da yoksundurlar, seyahat özgürlükleri, mülk edinme özgürlükleri kısıtlanmıştır. Hiçbir demokratik haktan, örgütlü imkândan yararlanamazlar ve onlarda Türkiyeyi aslında daha geniş bir özgürlük alanı olarak görmektedirler. Irakın durumunu anlatmaya bile gerek yok. Irak, maalesef, tamamen izole edilmiş bir bölge olarak yaşadı ve maalesef hiçbir entegrasyon gerçekleşemedi. Türkiyeye baktığımızda iki şeyi görürüz: Bir kere Kürtler, Türkiye bütününe ve Türk toplumuna tarihten bu yana kaynaşma konusunda çok açık bir toplumdur. Mesela biz İrandaki Türklerle kuramadığımız iletişim ve kaynaşmayı Türkiyedeki Kürtlerle çok ileri düzeyde kurabiliyoruz. Bunun çok temel bir nedeni var, diğer ülkeleri de izah eden temel bir nedeni var o da mezhep. Zaten bu ayrışma başlangıçta bu temel üzerine kurulmuştu. Başlangıçta Sünni Kürtler ve Türklerin Anadoludaki beraberliği ile Şii unsurların İranda Fars coğrafyasındaki beraberliği bu ayrışma üzerine kurulmuştu. O bakımdan doğal ve tarihi sürecin içinde bu zaten var. Daha önemli bir şey, doğal coğrafyası olarak kabul edilen Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde yaşayandan iki kat daha fazla Kürt Türkiyenin batısında yaşıyor ve bu kendi istemleriyle seçtikleri bir durum. 30 yıldır Türkiyede hiç yabana atılmayacak bir mücadele yaşanıyor, 30 bin insan kaybedilmiş, ama hala Kürtler Türklere, Kürtler Türklere kız vermeye devam ediyor. Ticaret, komşuluk gibi başka örnekleri saymak bile istemiyorum çünkü bence o kız alıp vermek özellikle bizim kültürümüzde o kadar önemli bir şey ki. Çünkü hala bu kararı aileler veriyor, bu konuda bir tereddüt yaşanmıyor. Daha geçen gün ben Hilvanlı bir delikanlıyla Oflu bir genç kızın nikâh merasimindeydim, kimse bu durumu yadırgamıyordu. Gerçekten böyle bir durum var. Bunu şunun için söylüyorum: Türkiye, sadece kendisi için değil, başka türdeş olmayan toplumlar için de, başka ülkelere de örnek olabilecek olağanüstü bir entegrasyon potansiyeli ve yeteneğine sahip. Ancak, özellikle 80 sonrasında açığa çıkan, başından beri modernleşme süreci içinde yaşadığımız bir sorun var- Ama 12 Eylül sonrasında kronik hale gelmiş bir sorun-. Bu sorunu çözmekte yetersiz kalıyoruz ve inisiyatifi kendi dışımızdaki unsurlara bırakan reaktif, tepkisel bir durum alıyoruz. Yani bölücülüğü istemiyoruz, bölünmeyi istemiyoruz, bu son derece doğal ama bunu nasıl başaracağımız konusunda kendi aklımızla çözüm üretmiyor, sadece tepkiler veriyoruz. Dolayısıyla bölücülüğü istememek yetmez, bütünleşmeyi projelendirmek gerekir.
Terörle mücadele yasası bunu sağlamaz. Neden? Çünkü sorunun kökeninde var olan şey, aslında modernleşme sürecinin bürokratik devlet önderliğinde yaşanan bir süreç olagelmesidir. Oysa bunun bir demokratik toplum sürecine emanet edilmesi gerekirdi. Sorun, bürokratik devlet önderliğinden kaynaklanıyor, dolayısıyla bizim Türkiyede, Güneydoğuda Kürt meselesi olarak yaşadığımız sorun, temelde bir sistem sorunudur. Temelde devlet- vatandaş ilişkilerinin paradigmasına ilişkin bir sorundur, bu sorun, çeşitli alanlarda, çeşitli kolektif kimlik fantezileri yaratan devlet - vatandaş ilişkilerinin Güneydoğuda etnik bir soruna dönüşmüş olması halidir. Bunun diğer bir yüzü cemaatler, tarikatlar, siyasal İslamcılık, Aleviliğin bir siyasal ayrımcılık potansiyeli taşıyan yüzü, aşırı sol, ülkücüler gibi tehditler sıralamasına baktığınızda- işte o Milli Güvenlik Kurulunun tehditler sıralamasına baktığınızda- sayılanların hepsi aynı nedenden kaynaklanıp çeşitli yüzlerle karşınıza çıkıyor. Devlet - vatandaş ilişkileri yanlış bir zemine oturduğu için, devlet kendisini toplum karşısında yanlış bir yere odakladığı için bu sorunu kendisi üretiyor. Bu sorun bir yerde siyasal İslamcılık sorunu olarak çıkarken, başka bir yerde etnik ayrılıkçılık sorunu olarak çıkıyor. Bunların hepsinin temelinde bireyleri kolektif kimlik fantezilerine zorlayan yanlış sosyal -siyasal süreçler vardır. Bu oldukça entelektüel bir çerçeve, ama bu olmadan da anlaşılmıyor.
Asker, terör varsa onu silahla ezmeyi bilir. Bahsettiğiniz bütün bu hedefleri, vizyonu koyması, askere de nasıl mücadele etmesi gerektiğini söyler. Yani devlet denen mekanizmanın o anki kullanıcısı olma durumu, gerçek iktidar olabilme noktası da herhalde buradan geçiyor. Darbeden sonra hükümet olmuş bir Turgut Özal var ama, iktidarı eline aldı. O zaman terörle mücadele yasası bir iktidar yasası mıdır ve bunları somuta indirgersek sizin anlattıklarınızdan benim çıkarttığım tablo şu, hepsini alt alta yazdığınız zaman her türlü ayrımcılığı körükleyeceğiz biz. Lazın aklına da geliyor artık Kürtün öyle bir hakkı varsa benim de hakkım olacak. Bu kırılmalar ve o evliliklerin de artık çok tehlikeye girmeye başladığı bir nokta, çünkü Kürt milliyetçiliği Türk milliyetçiliğini tetikledi, sarmal başladı. Anlattıklarınız daha somutlayabilir miyiz?
Sorun zaten kendini burada da ortaya koyuyor. Özelikle terörü de araç olarak kullanan bir boyut ve görünürlük kazandığında karşıda biriken tepki fanatizme, bir tür milliyetçiliğe dönüşebiliyor. PKKnın da asıl hedeflediği şey bu. Çünkü PKK Stalinist bir yöntemle kendi hedef kitlesini öteki ilan ettiği ile bir çatışmanın içine sokarak, ötekinden ayrıştırmaya çalışıyor. Eğer öteki ilan edilen, kendisini öteki yerine koymayı kabul ederse ve öteki gibi davranmaya başlarsa, PKK tarafından hedefe varılmış oluyor. Nitekim geride bıraktığımız 30 yılın yanlışı da budur. Geride bıraktığımız 30 yılın başarısı da buradadır. Başarılı olan milletin ta kendisidir. Ülkenin tarihten devraldığı derin sağduyusu. Ama doğrudan bölücülükle mücadeleyle görevlendirilmiş birimlerin yaptıklarına bakarsanız onlar ateşi küçültemediler. Ateş de büyüdü hararet de büyüdü. Bu meselede ne kadar gerillanın imha edilmiş olduğu bir başarı kriteri olamaz. Şu kadar çok gerillayı imha ettik diye övünemeyiz, bundan üzülmemiz gerekir. Çünkü hedef, böyle bir örgüte gerilla kazandırmamaktır. İnsan kazandırmamaktır. Bütün yasadışı örgütlerin militan kazanmak için başvurdukları yöntem sempatizanları eyleme sürüklemektir. Daha çok gösteri ve protesto niteliğindeki eylemlere sürüklerler. Bu eylemlerde polisin, askerin kaydına girmesini sağlarlar. Hatta belli sürelerle hapis yatmalarını isterler. Buraya doğru sürüklerler. Cezaevleri zaten eğitim kampı haline getirilmiştir, oradan sempatizanı militana dönüştürerek sisteme kazandıracağı bir mekanizma kurmuştur. Sivil itaatsizlik yöntemlerinin araçsallaştırılmasının artık açık bir stratejiye dönüştüğü bir dönemde, bizim bu tür eylemleri terör suçu niteliğinde saymamız bize hiçbir şey sağlamaz örgüte militan kazandırır. Bu yasada genel hukuk mantığıyla bağdaşmayan o kadar çok şey var ki, onları hiç saymıyorum. Ama bir olağanüstülük duygusu ile biz hukuku orasından burasından yozlaştırmaya başlarsak bunu bedelini çok ağır öderiz. Bu yasada teknik hukuki anlamda eleştirilecek o kadar çok şey var ki, oraya girmek istemiyorum. Benim endişeli bulduğum şey meselenin terörle mücadele etmeyelim mi kardeşim, bunlarda gelsinler istediklerini yapsınlar mı? tarzında bir sığ anlayışla ele alınması ya da tersinden ne yani Apoyu serbest mi bırakalım? gibi çok sloganlaştırılmış ve meseleyi tamamen buraya indirgenmiş bir mesele olarak tartışmamızdır. Sonuçta söyle bir şey çıkıyor: Apoyu asalım terör bitsin. Böyle bir şey olmaz. Şu önemlidir: Çok geniş ölçekte vatandaşımızın mağdur olduğu bir süreçtir PKK eylemliliği. PKK bir taraftan kendi hedef kitlesini korkutarak, yıldırarak baskı altında tutmaya çalışırken, diğer taraftan o kitle adına konuşabilecek sağduyulu sesleri de susturmaya, yok etmeye yönelmektedir. Bunun açık kanıtları vardır. Bu anlamda PKK etkinliğinin mutlaka ortadan kaldırılması ya da minimuma indirilmesi hedeflenmelidir. Sözlerimden PKK ile mücadele edilmemesi gerektiği gibi bir anlam asla çıkartılmamalıdır. Ancak etkili bir mücadele yapılmalıdır. Bu etkili mücadele dediğimiz şey, birçok aracı birden kullanmayı gerekli kılar. Mesela artık bütün dünyada denene denene öğrenilmiş bir şey vardır ki terörle mücadele düzenli ordularla yapılabilir bir şey değildir. Şimdi düzenli ordularla yaptığınız mücadelede belli somut sonuçlara erişmeniz mümkündür, ancak bakiye çizgisini çekip toplamda başarılı olduğunuzu söylemeniz mümkün olmaz. Bir kere en zor tarafı uzman olmayan kişilerin teröristle- terörist olmayanı ayrıştırması meselesidir. Uzman olmayanlar bunu yapamazlar. 16 aylık askerliğinin 8 ayını Güneydoğuda yapan çocuk bunu yapamaz. Yanındaki arkadaşını aynı siperde bir gece önce kaybetmiş olan adam artık herkesi aynı gözle görmeye başlar. Bu çok doğal bir durumdur. Doğrudur demiyorum ama doğal diyorum. Terörle mücadele bir uzmanlık işidir. Bunun araçları vardır, bu yapılabilir.
Bir diğer yanlış ise etkin pişmanlığın bu yasa içinde kurumsal hale getirilmesidir. Bu da son derece yanlış bir şeydir. Bu yasa çok kafası karışık bir yasa. Ne yapmaya çalışıyor? Tuttuğunu yakalayıp içeri tıkmaya mı çalışıyor yoksa yakaladığını bırakmaya mı çalışıyor, o da belli değil. Yani cezaların uygulanabilir olmasıdır önemli olan. Cezalar uygulanabilir olmalıdır, caydırıcı olmalıdır, bu çok önemlidir. Türkiyenin etkin pişmanlık uygulamalarına ihtiyacı vardır, ama bunların müstakil olarak yapılması gerekir. Tek başına etkin pişmanlık yasası çıkartmakla da olmaz, onun başka bileşenlerini de mutlaka devreye koymak gerekir. Mesela Türkiyede şimdiye kadar yapageldiğimiz en büyük yanlışlardan biri şudur: reform yapacağız ama terör varken olmaz. İşte bu terörün parantezi içine girmektir. Terörün iradesine mahkûm olmaktır. Ya da silahı bırak masaya gel gibi yanlışlar. Ne silahı bırakarak ne de silahı bırakmayarak, kimsenin masaya gelmesine gerek yok. Bu Türkiyenin sorunudur ve bu ülkenin egemen iradesi TBMMdir ve onun görevlendirdiği hükümetidir. Siz kendi sorununuzu kendi iradenizle çözersiniz. Terörün varlığı sizin çözüm iradenizi kısıtlayan, engelleyen, geciktiren bir şey asla olmamalıdır. Bu, çünkü teröre hak etmediği bir gücü vermektir.
Şunu soracağım. Şimdi, DTPye de PKKya terör örgütü de, kına, gel dediğiniz noktada onu ötekileştirmiş olmuyor musunuz yani onu bütün Kürtleri temsilcisi haline getirmiş olmuyor musunuz? Başbakanın DTPye şartsız randevu vermesi mi doğruydu yoksa o şartı koşması mı doğruydu?
Bence yapması gereken şey, başka siyasal partilerin randevu taleplerine hangi tutumu gösteriyorsa aynı tutumu DTPye de göstermesiydi. Yani reddederek hak etmedikleri bir gücü DTPye verdi. Inisiyatif de oraya geçmiş oldu. Arkasından bunu toparlamaya çalışırken daha büyük bir gaf yaptı. Silahı bırak, gel dedi kimi kastettiği anlaşılamadı. Ne kastediyor olursa olsun bu meselenin çözülmesi için birinin gelmesine, birini beklemeye ihtiyacımız yok. Kimseyi beklemeden kendi çözümümüzü kendimiz gerçekleştirebiliriz: Üstelik bunu yaparken Sayın Başbakan şeyin farkında değil, son yapılan seçimde Güneydoğu Bölgesinde DEHAPtan daha fazla oy almış olan bir partinin başkanı olduğunun farkında değil. Yani elindeki fırsatın farkında değil. Kim ne hakla DEHAPa veya DTPye Kürtlerin temsilcisi olmak imtiyazı veriyor. İşte AKP daha çok oy almış. Yani stratejik akıldan yoksun olmanın maliyeti bu. Öte yandan, konuyu Apo salıverilecek gibi frapan bir tartışmaya çevirmeyi de çok doğru bulmuyorum. Çünkü kamuoyunun bilinen duyarlılıklarını kışkırtan, dikkatini olması gereken yerden başka bir yere çeviren bir şey bu. Yine reaktif, yine refleksler üzerinden yönetilmeye müsait bir durum yaratıyor.
Öcalan unutulmuştu. Öcalan affedilecek tartışmalarıyla beraber Öcalan asılsın sesi de aynı oranda yükseldi.
O zaman bakılsın. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı açıklandıktan hemen sonra ben bir basın toplantısı yaptım ve Öcalanın derhal yargılanması gerektiğini, Ceza muhakemeleri Kanunu 313 teki hükmün anayasaya ve hukuka aykırı olduğunu, Hükümetin topu mahkemelere atmak yerine iç hukuktaki bu yanlışı düzelterek yeniden yargılamanın önünü açması gerektiğini, şayet bu, bugün yapılmazsa ileride başkalarının seçeceği zamanlama içinde Türkiyenin çok başını ağrıtacak bir biçimde başımıza geleceğini, meselenin sahipsiz bırakılmaması gerektiğini, söyledim. Ben bunu söylerken iktidar neredeydi, ana muhalefet neredeydi? Hepsi iç piyasaya şahin milliyetçi pozlar satıyorlardı. Şimdi ne oldu? Yarın Avrupa Konseyi, İnsan hakları mahkemesi kararlarının uygulanmaması dolayısıyla Türkiyeyi üyeliğini askıya almakla tehdit eder ve bunu zorla yaptırırsa, bunun Türkiyeye bedeli o kadar yüksek olacak ki, bunun hesabını kimden soracağız biz? Bu şahin milliyetçilerden sorabilecek miyiz? Nitekim bugün o durumdayız. Nitekim bugün terörle mücadele kanununun içine konan bir etkin pişmanlık yasasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı gereği yeniden yargılanma başlatılıp sonuçlandırılamamış olmasında dolayı Öcalanı kapsayıp kapsamayacağı tartışması içine saplanmış durumdayız.
Öcalan dünyanın neresinde hangi hukukla yargılanırsa yargılansın en az bu cezayla mahkûm edilecek bir adam. Yani ister Amerika yargılasın ister Kanada yargılasın, kim yargılarsa yargılasın aynı şey. Bunu yapmıyorsunuz, niye yapmıyorsunuz Öcalana yeniden yargılanma yolunu açarsak kamuoyu bize Öcalanı yeniden affedecekler gibi algılar diye korktuğunuzdan, meseleyi cami avlusunda bırakıp kaçmaya meylettiğinizden bugün bu hallere geldik. Bugün yine aynı şey oluyor. Bugün yine bu kanundaki özellikle etkin pişmanlıkla ilgili düzenlemelerin sahibi yok. Böyle komik bir şey olabilir mi? Ben mi yaptım bunu, o zaman özür diliyorum Türkiyeden bunun sorumlusu benim. Yani hükümet üstlenmiyor, kurumlar üstlenmiyor, kimse üstlenmiyor ancak gazetelerden haberdar olabiliyorum.
Siz tasarıyı istediniz değil mi?
Tasarıyı sayın bakandan şahsen istedim.
Bakanlık o madde ve taslak 10 aydır orada duruyordu diyor?
Ben şahsen istedim ve son derece nezaketsiz bir biçimde arkadaşlarımız henüz daha çalışıyorlar gibi bir cevapla karşılandım. Başka da hiçbir şey olmadı. Yani ayıp denen bir şey var. Sadece seçilmekle, sadece temsil hakkını kazanmakla demokrat olunmaz. Demokrasi seçimden ibaret bir şey değil, tam tersine sonradan başlayan bir şeydir. Asıl söylemek istediğim şey şu. Biz Türkiyeyi terör parantezinin içine hapsolmaktan kurtarmalıyız. Bu, kapsamlı bir bakış açısını gerektiriyor. Önyargısız, kompleksiz bir bakış açısını gerektiriyor. Türkiyeyi bu beladan kurtarmalıyız. Türkiyenin bu beladan kurtulabilmesi için çok zengin imkânları var, en büyük zenginliği ise Türkiyede yaşayan Kürtlerin Türkiye bütünlüğüne olan inançlarıdır ve Türkiye bütünlüğüyle gösterdikleri kaynaşma yeteneği ve arzusudur. Bir kere bunda hiç şüphe yok. İkincisi Türkiye büyük bir ülkedir, imkânlarını doğru kullanarak teröründe beslendiği sorunları çözebilecek yeteneğe sahiptir. Nedir? Devlet - vatandaş ilişkilerini çağdaş demokratik bir anlayışa oturtmak yapılması gereken ilk iştir. Bunun hedefi hatta tek başına Kürtler veya başkaları değildir, bütün Türkiyedir. O vatandaşlık dediğimiz şeyi gerçekten değerli ve işler bir şey kılmadıkça biz bu sorunları bir yüzünde irtica, diğer yüzünde bölücülük, diğer yüzünde başka bir tür ayrılıkçılık, diğer bir yüzünde neme lazımcılık, seçim sandığına bile gitmemek olarak yaşamayı sürdürürüz.
ANAPın kafasında Kürt kökenli vatandaşını kazanmak adına mı bir proje var yoksa devlet-vatandaşlık ilişkisini yeniden tanımladığınız zaman zaten Kürt vatandaşı kendini o noktada ifade edebilecek midir?
Sorun çözülür. Yapılması gereken şey, devlet- vatandaş ilişkisini bir rıza ilişkisine dönüştürmektir. Ülke devletin mülküdür, millette onun kiracısıdır anlayışından ülke milletin mülküdür, egemenlik de milletindir, bu egemenliğin kullanılması için araç demokrasidir devlette bütün bu hak ve özgürlüklerin bekçisi ve teminatıdır anlayışına gelmekle mümkündür. Dolayısıyla sivil bir anayasa yapmakla mümkündür. Türkiye bunu yaptığı zaman irtica tehdidi adı altında andığı sorunlardan da kurtulacak, başka ayrılıkçılık potansiyeli taşıyan sorunlardan da kurtulacak ve verimlilik de yaratacak. Bu yapılabilir bir şey. İşin başka boyutuysa bu sadece bizim ihtiyacımız olan bir şey değil, bunu da anlamamız gerekiyor. Yani bugün Ortadoğu daha demokratik, daha insan haklarına duyarlı ve piyasa ekonomisinin işlediği bir coğrafya haline dönüştürülürken bu sürece moderatörlük yapabilecek, bölgesel bir moderatöre ihtiyaç olduğu açık. Baktığınız zaman bunu yapabilecek yegâne ülke Türkiye. Özellikle ABDnin Iraka müdahalesi göstermiştir ki, bölgenin demokratikleştirilmesi, insan haklarının yaygınlaştırılması ve piyasa ekonomisine açılması, Türkiyesiz olamaz. Şu anda İranın Irakda ABDye karşı oynadığı oyun ortada, sergilediği direnç ortada. Oradaki yerel güçleri hangi ideoloji ve hangi araçlarla etkileyip, ABDyi bir çıkmazın içine sürükleyebildiği aşikârdır. Bugün İran Sorunu olarak dünya gündeminde tartışılan sorunun yarısı nükleer silahlanma sorunu ise diğer yarısı Iraktaki anti Amerikan direnişin İran tarafından örgütleniyor olmasıdır. Bölgeyi ABDnin Irakta denediği gibi doğrudan askeri müdahale ile tasarlamak yoluyla demokrasiye, insan haklarına ve serbest piyasaya kavuşturmanın en azından ne kadar pahalı olduğu görülmüştür. Bu dönüşümün silah kullanılarak sağlanmasının ne kadar zor olduğu görülmüştür. Başka araçlar gerekiyor. Nedir o araç? O araç refahı ve özgürlüğü paylaşan ve ortak değerleri yaygınlaştıran bir cazibe merkezi kurmak ve o cazibe merkezi etrafında bir yayılma etkisi yaratmaktır. Bunun için Türkiyeye ihtiyaç var. Ama Türkiye bunu yapmaya hazır değil, çünkü henüz kendi dönüşümünü gerçekleştirememiş ve demokratikleşmesini tamamlayamamış. Henüz kendi unsurlarını kendi bütünlüğüne entegre edememiş. Oysa Türkiye türdeş olmayan bir toplumun üniter bir siyasal yapı içinde nasıl entegre olabileceğini göstermeye en yakın ülke. Önündeki en büyük engel ise bölücülüğün yarattığı tehdit. Bu tehdidin üstesinden gelmek bu ülkenin imkânlarıyla o kadar da zor ve imkânsız değil. Ama biz sahip olduğumuz imkânları değerlendiremiyoruz.
Asker dağda mücadele ederim, terörü en azından şehirden uzaklaştırırım diyor. Sonra oraya yatırımın, öğretmenin, doktorun gelmesi lazım. Türkiyede yıllardır Güneydoğuda işsizlik yüksek, bölgeye yatırım yapılmıyor, dolayısıyla orada yoksulluk çeken adam dağa çıkıyor. Bu sorunun etnik tarafını birazda görmezden gelen bir tavır ama sadece özgür yurttaşlar ya da devletle ilişkisi yeniden tanımlanmış yurttaşlar yaratmak ekonomiyi orada bir yere çekmeden sorunu ya da kaynağı kurutmak mümkün olacak mı?
Bir kere Bask örneği bizim için çok önemli bir örnek. Bu örnek bize gösteriyor ki tek başına ne refahın güçlendirilmesi ne demokratikleşmenin vuruculuğu bütünüyle ortadan kalkıyor. Bugün İspanyada Bask bölgesinin geldiği düzey ve sahip olduğu haklar göz önünde bulundurulduğunda hala ayrılıkçı bir potansiyel kendisini sürekli ifade ediyor. Ancak bu bizi yanıltmasın. Orada Bask bölgesinin kendisini entegre edebileceği daha büyük bir bütün var, Avrupa. Özellikle Türkiyedeki Kürklerin tercihi temelde şu olacaktır: Ortadoğulu bir ulus olarak kalmak yada Türkiye bütünlüğü içinde dünyaya entegre olmak. Çünkü Türkiyenin yolu bellidir. Osmanlının kurulduğu günden beri Türklerin tercihi Avrupadır. Osmanlı bir Avrupa devletiydi. Avrupa iç siyasetinde söz sahibi bir devletti. Bizim Avrupanın dışına itilmemiz birinci dünya savaşından sonra oldu. Biz hep böyle yaşadığımızı zannediyoruz. Biz kültürel olarak da coğrafi olarak da Asyanın, Doğunun batıya açılan penceresiyiz. Eğer Orta Doğu, Müslüman coğrafyası ve Afrika yüzünü Doğuya dönecekse Pekine dönecekse Basra Körfezinde bakacağı iki pencere var: İranın Menderabbas Limanı ve Hicaz Yarımadasının Dubai limanı. Ama eğer biz bu dünyanın yüzünü Batıya, Atlantike dönmelerini tasarlıyorsak bakacakları pencere İskenderun Limanı ve İstanbuldur. Her halükarda Doğu ile Batının etkin entegrasyonu Türkiyenin çıkarınadır. Türkiye bulunduğu yerin hakkını verememektedir. Bulunduğu yerin hakkını kendi aklıyla verebilmesi gerekiyor. Kendi kültürel çeşitliliğini kendi bütünlüğüne entegre etme sorunlarının bir an önce çözülmesine en az bizim kadar dünyanın ihtiyacı var. Dolayısıyla şu yargıdan kurtulalım Batı, Amerika bizi bölmek istiyor. Böyle bir şey yok hatta Özalın döneminde olduğu gibi komşu ülkelerin entegre etmeyi beceremediği şeyleri Türkiyenin entegre etmesi batının tercihidir. Çünkü çıkarları bu yöndedir. Bugün ABD Irakı terk etse hiç tartışmasız bir Iran egemenliği doğacaktır, üstelik sadece Irakta değil bütün Basra Körfezinde. Kuzey Irak da buna dâhil olacaktır. Basra Körfezine bakan coğrafyada yaşayan ahalinin yarıdan fazlası Şiidir. Bahreynin yüzde 80i Şiidir. Sorunun sadece Iraktan kaynaklanmadığını, sorunun bütün Ortadoğuyla ilgili bir sorun olduğunu görmemiz gerekiyor. Bugün Avrupa Birliği belli değerler ve standartlarla nasıl bir cazibe merkezi, bir bütünleşme merkeziyse Türkiyede -özellikle AB içindeki Türkiyede- bölgesindeki bütün uluslar için bir cazibe merkezi ve bütünleşme adresi haline gelebilir. Gelmesi çok mümkündür. Ama iç entegrasyonumuzu tamamlamamız gerekiyor. Bu noktada milliyetçiliği nasıl anlayacağız? Milliyetçilik içeride birbirimize karşı takındığımız bir soy sop üstünlüğü fanatizmimi olacak yoksa topyekûn büyük bir Türkiyenin önce kendi bölgesinde, sonra dünyada etkinliğini istemek ve Türkiyeyi buna hazırlamak mı olacak? Garip olan şu ki kendisini milliyetçiyim diyenler ve sözüm ona milliyetçi tavır gösterenler Türkiyenin bütünlüğünü, büyüklüğünü ve dünya üzerinde etkili bir siyaset yapmasını engelleyici tutumlar takınıyorlar ve bunun adına milliyetçilik diyorlar. Tam tersine siz içe kapanmacı değil dışa açılan bir perspektif koyduğunuzda milliyetçi adledilmiyorsunuz.
Kerkük, Hatay gibi olmalıdır bir gün olacaksa
Bunu mu söylüyorsunuz?
Tam olarak bu değil ama biz nasıl ABye girebilmek için- Brüksel merkezli bir bütünleşmenin içine girebilmek için- can atıyorsak, bütün Ortadoğu Halkları da İstanbul merkezli bir bütünleşmeye can atacak duruma gelebilirler. Aslında bu durumdadırlar. Bu potansiyel vardır ve üstelik bu, bölgede İran dışında herkesin yararınadır.
DTP benim çözüm önerilerim var diye çıkıyor. Siyasi af, Kürtçe eğitim dillerinden bir tanesi olsun, Kürtçe resmi dil olsun. Şimdi bu noktada siz bir şey vermediğiniz zaman sizden bir şey isterler. DTPyi bir PKK ya da bölücü hareketin sözcüsü olmaktan çıkaracak tanımlama nedir. Mesele akılcı mıdır?
Mesele kesinlikle almak vermek meselesi değil, olmak meselesidir. Kimden alıyorsunuz, kime veriyorsunuz. Ben bu düşünme biçimine kökünden karşıyım. Bizi, bölücülük denilen sorun karşısında adeta apışmış vaziyette bırakan şey, işte bu yaklaşımdır. Mesele, almak vermek meselesi değildir. Mesele, olmak meselesidir. Biz ne olmak istiyoruz? Biz bir dünya gücü olmak istiyor muyuz istemiyor muyuz? Biz kendi içine kapanmış kendi kendine yeten İsviçrenin irisi bir ülke mi olmak istiyoruz? Bu mümkün. Bunun için bizim dışımızdaki odakların tasarladıkları projeler de var. Kimileri bunlara safralardan kurtulmak olarak da bakmıyor olabilirler. Biz böyle bir şey istemiyoruz. Biz dün ne idiysek bugün de o olmak istiyoruz. Biz kendi iradesiyle yaşayan, kendi değerlerini evrensel değerlerle birleştirerek kendi bölgesinde adalet ve refah dağıtan bir ülke olmak istiyoruz. Kültürel genlerimiz, tarihimiz bizi kendi akılsızlığımıza bile bırakmıyor. Sovyetler Birliği dağıldı, herkes İstanbula baktı. Biz düşünmeden, tasarlamadan. Bir şey duymak, bir şeyi birlikte yapmak için. Ama biz yine yokuz. Irak karışıyor, biz yine yokuz. Ama insanlar, tarihsel alışkanlıkları gereği, dönüp yüzlerini bir İstanbula bakıyorlar. Dünyanın en değerli kenti hala İstanbuldur. Ama biz İstanbulu Zürihleştirmeye çalışıyoruz. Kimse yüzünü Ankaraya dönmüyor. Herkes İstanbula bakıyor çünkü Ankaranın tavrı belli. Ankarada gördüğünüz şey, hareket sınırları belli, robotik davranış biçimleri gösteren bir devlet. Herkes yüz yıllar boyu İstanbuldan gördüğü esnekliği bekliyor. Kapsayıcılığı, içine alabilmeyi, aynı potada eritebilmeyi, yaratıcı çözümler çıkarabilmeyi ve örnek olabilmeyi bekliyor. Bugün bölgedeki Kürtlerin tamamı yine de İstanbula bakıyor. Buradaki potansiyeli görmüyor muyuz?
O zaman sizin bahsettiğiniz demokratik dönüşüm ya da devrim de diyebiliriz adına. Bu süreci tanımlarken çok kültürlülük ya da etnik yapıları, Osmanlı tarzı supleksi biraz açabilir miyiz? O aidiyet duygusunu sağlayan şey nedir? Niye bir Kürt ya da bir Laz bu devletin bir parçasıyım ve burada kalmak istiyorum diyecek?
Eğer insanlara kim olduğunu sorduklarında, ellerini ceplerine atıp size 20 tane kart gösteremiyorlarsa üç tane kredi kartı, bir tane meslek odası kartı, bir tane taraftar olduğu kulübün kartı, bir tane üyesi olduğu sivil toplum kuruluşunun kartı, sorun devam ediyor demektir. Hiçbir kimliği kalmayanın göstereceği tutum, otomatik olarak, doğuştan elde ettiği kimliğine tutunmak olacaktır. Sorunun aslı sistemin bütünlüğüne entegre olamamak. Sistem bütünlüğü tarafından dışlanmak. Gelirin, saygınlığın uzağında bırakılmak, her türlü katılımın dışında bırakılmak. Ne yapar bu insan? Kendi paralel örgütünü, cemaatini, partisini, şehrini kurar. Sosyal organizasyonu sağlayan ideoloji sizin sunduğunuz ideoloji değilse o da sahip olduğu ideolojiyle kendi sosyal organizasyonunu inşa eder. Mesele sistemin herkesi içine alan bir genişliği gösterebilmesi meselesidir. Sorun temelde ideolojiktir. Tek başına ekonomik önlemler sorun çözmeye yetmez. Tek başına insan hakları ve demokrasi alanında yaptığınız açılımlar da tek başına fayda sağlamaz. Hiç biri tek başına yetmez, hepsini bir arada ele almak gerekir. Birlikte, eş zamanlı ve çok alanlı bir değişim yönetimine ihtiyacımız var. İnsanlar değişim sonrası ne olacak korkusundan kurtarılmalıdırlar. Bunun için bir taraftan AKPnin tek başına iktidar olması, diğer taraftan Avrupa Birliği ile konjonktürün de sunduğu imkânlarla ileri adımlar atılması, bize altın değerinde fırsatlar sunmuştur. Çok özel bir fırsat, AKPnin Doğu ve Güneydoğu Anadoluda aldığı oyların, etnik çözümü savunan partinin önüne geçmiş olmasıydı. Bu bölgede yaşayan insanlar çok açık bir mesaj verdiler. Bu mesajın doğru anlaşılması gerekir. Terörün en büyük mağdurları bölgede yaşayanlardır PKKnın hedef kitlesi olan Kürtlerdir. Yeni mağdurlar yaratan, terör var diye bu insanların mağduriyetlerini görmezden gelen her tutum, terörün ve bölücülüğün değirmenine su taşır.
Yapılması gereken PKK var, onlar eylem yapıyor, yapmıyor diye bakmadan güvenli bir değişim- dönüşüm hareketi yapmaktır. Mücadele mutlaka yapacaksınız, çünkü terör buna seyirci kalmayacaktır. Eylemlerini sürdürecektir. Bunun çaresi durmak değil, kendine güvenmek ve yürümektir. Savunma pozisyonundan mutlaka çıkmak gerekir. İkincisi, kültürel hakların temel hak ve özgürlükler kapsamında tanımlanmış olması gerekir.
Türkiyenin bu konudaki eksiği nedir?
Kolektif kültürel hak tanımlamaları kesinlikle ayrılıkçılığı besler. Burada entegrasyon isteyen büyük bir kitle var ve bu kitle ayrılamaz bir kitle. Biz coğrafi sınırları da ayıramıyoruz. Konyayı, Ankarayı, İstanbulu, Manisayı ne yapacaksınız? Böyle bir imkân yok. Kimse de bunu istemiyor zaten -birkaç fanatik dışında-. Bence şu yanlışa düşmemek gerekir: Kürtler için değil bütün vatandaşlarımız için bir şey yapmak gerekir. Dolayısıyla üniversitedeki kızlarını kılığı kıyafeti yüzünden kapı dışarı etmeyeceksin. Devlet tekelciliği nedeniyle 1 milyondan fazla gencinizi üniversite sınavından sonra değersiz damgasıyla damgalamayacaksın. Kaldıracaksınız devlet tekelciliğini. Kolektif kimlik fantazilerini besleyen şeyler her yerde biriken mağduriyetlerdir. Ne yapacaksınız? Alevileri zorunlu din eğitimine zorlamayacaksınız. Din eğitimi önündeki engelleri kaldıracaksınız. Seçmeli din eğitimi vereceksiniz. Siz seçmeli din eğitimi vereceksiniz ki, ardından Fatiha okuyacak bir evladı kalmadığını düşünen, çocuğunu İmam Hatipe göndermek zorunda kalmasın. Kendini ötekileştirilmiş hissedenler sistemle kavga eder. Birikmiş mağduriyet başka bir kolektif kimlik fantezisine, örneğin siyasal İslamcılığa dönüşür. Devletin adaletine inancını yitirmiş milyonlarca mağdur daha ilave ediyorsunuz. Tıpkı Erdoğanın şiir okudu diye hapse atılması gibi. Bu size mutlaka geri döner.
Anadilini ya da bölge dilini ailesinde öğrenebildiği kadar öğrensin, ama asıl önemlisi, dünya dillerini kullanabilir hale gelsin. Kimse çocuğunun bir davanın yeminli militanı olmasını, davada çarpışmasını, çocuğunun ölüm haberini duymak istemez. Herkes çocuğunun iyi bir eğitim aldığını, insanlara yararlı olduğunu görmek ister. Bu yetmez. Akıllı teşvik politikaları uygulayacaksınız. Türkiyenin ciddi bir gelir adaleti problemi vardır. Vergi, tarım ve sosyal güvenlik reformunu ve teşvik politikalarını dörtlü olarak, -bir arada birbiriyle uyumlu olarak- düşünmeniz gerekmektedir. Teşvikleriniz farklılaştırılmış olacak ki, birikmiş gelir dağılımı adaletsizliğini ortadan kaldıracak bir sürecin önü açılsın. Ortaya koyduğum formül, Türkiyeyi sosyal güvenlik sisteminin daha 10 yıllar boyu açık finansmanı yapmaktan kurtarır. Bataktan kurtarır. Kayıt dışılığın yarattığı haksız rekabetten kurtarır, milyonlarca insanın sosyal güvenlik şemsiyesinden mahrum biçimde yaşamaktan kurtarır. Ortaya koyduğum formül Türk sanayini istihdam üzerinden teşvik ederek dünya ile rekabet edebilir bir hale getirir. Bunun için de ilave bir tek kuruş kaynağa ihtiyaç yok. Şu anda sosyal güvenlik sisteminin açık finansmanı için ayırdığımız 20 milyar dolar para yeter. Türkiye bu yoksulluğu akıl dışılığı yüzünden yaşıyor.
Demokratikleşme adına AKPye destek verdiğiniz noktalar olur. Terörle mücadele yasasındaki kaygılarınızı bizzat giderek Sayın Cumhurbaşkanına iletmeyi düşünüyor musunuz?
Bunu kabine içinde de söyledim, bu tartışma akut hale gelmeden önce de söyledim. Ama bu sözleri dışarıdan muhalefet olarak söylemenin bir talihsizliği var. Bu çağrıları ben yaptım. Sayın Cumhurbaşkanına siyasi parti liderlerini bir toplantıya çağırması için çağrıda bulundum. Meclisi bir genel görüşme için toplaması için Başbakana ve Hükümete çağrıda bulundum. Hükümet bizi yok sayarmış gibi yapmaktan bir siyasi fayda umuyor. Ben işin çok temel bir ülke meselesi olduğunu söylüyorum. Bu mesele, iç politikada neyi satarız nasıl satarız diye pozisyon alacağımız bir mesele değil. Güvenlik sorunlarının çözülmesinin anahtarı, özgürlüktür. Bu sorunu adalet çözer. Bu kanun çok büyük belalar çıkarır Türkiyenin başına. Kanuna bak bir taraftan nasıl adamı içeri atarım diye bakıyor, diğer taraftan nasıl salıveririm diye bakıyor. Böyle bir saçmalık olamaz.
Türkiye etkin pişmanlık kurumunu bir araç olarak eninde sonunda kullanacaktır. Kullanmalıdır da, ama diğer unsurlarından ayrı olarak yaptığında, bu hiçbir şey kazandırmaz, sadece kaybettirir.
Terörle mücadele kanunu etrafında yapılan tartışmaların, sonunda gelip Öcalanın salıverilmesi meselesine dayanmış olması bize gösteriyor ki, Öcalan yattığı yerden Türkiyeyi idare ediyor. Ne Öcalanın nede PKKnın böyle bir gücü yok. Öcalan ve PKKya böyle bir fenomeni kazandıran Türkiye bütünlüğünü savunması ve inşa etmesi gereken kurumların- güçlerin sadece refleksten ibaret ve kendi pozisyonlarını gözeten zaaflarıdır. Bu zaafları çeşitli biçimde çoğaltmak mümkündür. Yani Diyarbakırda güvercin, Söğütte şahin olmak bunun bir göstergesidir. Ya sev ya terk et başka bir örneğidir Biz bu konuda tarafız bizi bu işe karıştırmayın daha başka bir örneğidir. Siz bu işte tarafsanız biz neyiz? Biz pazarlamacı mıyız? Ülkenin bir sorunu varsa bu hepimizin bir sorunudur. Bu sorunun doğru bir çözümü varsa o çözüm konusunda birlik olmamız gerekir. Birlik olmak dururken herkesin kendine, kendi işine en çok yakıştırdığı veya kendisi için en yararlı bulduğu pozisyona çekilmesi bana çok acıklı bir durum olarak gözüküyor. On binlerce ana çocuğunun hayatından endişe ederken, milyonlarca insan ülkenin geleceğinden endişe ederken, on milyonlarca insan bu akıl dışılığın bedelini geri kalmışlık, açlık, yoksulluk olarak öderken herkes kendi fiyakasını düşünüyor. Tek kelimeyle ayıptır ve tarih bunu affetmeyecektir. Neyi hedefliyoruz ve nereye varacağız. Bu koyundan başka post çıkmaz. Bu koyundan başka postlar çıkarmaya çalışanlar hakikatten çok ayıp ediyorlar. Çünkü işin içinde can var, kan var, işin içinde ülkenin istikbali var. Kimse şunu söyleyemez: Biz üstümüze düşeni yaparız, geri kalana karışmayız. Karışmayın o zaman. Kimi kandırıyorsunuz. Ne karışmamak ne de keyfi karışmak gibi bir özgürlüğünüz var. Ölçü kaçmasın. Buradan Türk Silahlı Kuvvetlerine söylüyorum elbette karışmalısınız. Ama şöyle karışırız böyle karışmayız demek gibi bir seçim özgürlüğünüz yok. Öte yandan hükümetin de yaptığı başka bir şey. Devletin konusu diye bir ayırım getirip belli alanlarda görevsizlik kararı vermek, kenara çekilmek, popülist bir tavır takınmak yakışan bir şey değil. Başımızdaki hükümet muhalefet mi iktidar mı bir kere bunu anlayalım. Canının istediği zaman muhalefet istediğin zaman muhalefet olmayacaksın. YÖK reformunu çıkarma, öğrenci reformunu çıkar. Bu tam taşları bağlayıp ötekileri serbest bırakma işidir.
Türkiye bu meseleyi sadece kendi meselesi olarak görerek çözemez. Türkiyenin çözümü sadece kendisi için değil Iraktaki Kürkler, Türkmenler, Şiiler için de olmalıdır. Suriyedeki Kürtler için de olmalıdır, İrandaki Kürtler için de olmalıdır. Türkiyenin bulacağı çözüm böyle olmalıdır. Hem dünya için çözüm hem Türkiye için olağanüstü bir kazançtır. Türkiye bunu yapabilir, dünya konjonktürü buna çok müsaittir. ABDnin Ortadoğudaki durumu bunun için büyük fırsatlar sunar mahiyettedir. Türkiye tehdit gibi gördüğü şeylerle içine büzülüp kapanacak bir ülke olmaktan çıkıp, tehdit gibi görünen şeylerin fırsat değerine odaklanmalıdır. Eğer ufkunuzu Güneydoğudan ibaret tutarsanız bir çözüm bulamazsınız. Erbili, Süleymaniyeyi, Kerkükü ufkunuzun içinde göreceksiniz.
Kaynak: Sabah Gazetesi
Röportaj: Özay Şendir