Bu Toprakların Yerlisi Olmak
“yabancılık” ve “vatansızlık” maalesef uzun süre aynı topraklarda yaşamış insanlar için de geçerli
Kayıtlı insanlık tarihinin ve geriye dönük yaklaşık on bin yıllık izlerin bize gösterdiği çok yalın bir gerçeklik var. O da insanların “geçici” yani “işgalci” olduğu yerlere dair oldukça yıkıcı bir davranış sergilediği gerçeği.
Benimsemediği ve kendini güvende hissetmediği için etrafındaki her şeyi düşman olarak algılayan ve yer yer tahrip eden tuhaf bir psikoloji, “yabancılık”. Bu duruma dair toplumsal hafızamızda yer etmiş epey yeni örnek var ancak bu davranış şekli çok eski tarihlere kadar gidiyor.
Avrupa’nın coğrafi keşiflerden sonra tanıştığı topraklarda giriştiği insan ve doğa katliamları da Moğolların önüne kattığını yakıp yıktığı o yıkım seli de bu “geçicilik” hissinden.
Oysa bir yerin “yerlisi” olmak, o yerde uzun süre yaşamış olmak ve çok daha uzun süre yaşayacak olma biliciyle toprakla ve ekosistemle dengeli ve ölçülü bir ilişkiyi gerektiriyor. Üzerinde yaşadığımız toprakların vatan olması da ancak bu bilinç ile mümkündür.
Bahsi geçen bilinç ve davranış kalıbının tersi hareket ve refleks ise yıkımdır ve bir yönüyle insanlığın çevreye karşı terörüdür. Bu “yabancılık” ve “vatansızlık” maalesef uzun süre aynı topraklarda yaşamış insanlarda da var olabiliyor. İnsanlık tarihinde savaş ve işgaller sırasında lokal hali yaygın olan bu nobran tavrın küresel düzeye ulaşması da sömürge dönemi sonrasıdır. Sanayi devrimi ile zirveye çıkan bu çevre terörizmi kısmen yatışmış gibi olsa da küresel üretim dinamikleri ve uluslar üstü şirketlerin ekonomik refleksleri ile hala devam ediyor.
1980li yıllardan bu yana dünya bu konuda çok yol almış görünüyor. Örneğin dünyanın birçok bölgesi 20 yıl öncesine göre daha yeşil ve hunharca yok edilen orman ekosistemleri yeniden restore ediliyor. Dünyanın birçok bölgesinde insanlar kendi topraklarını “vatan” olarak görme noktasında epey yol almış görünüyor.
Türkiye, coğrafyasının kendine sağladığı bir takım avantajlardan dolayı epeyce zengin bir bitki ve havan türüne ev sahipliği yapıyor. Dünyada çok az bölgede bulunan bu zenginliğin uzunca süre tahrip edilmiş olduğunu biliyoruz.
Ülkemizde de son zamanlarda çevresel bilinç hızla yaygınlaşıyor, duyarlılık artıyor ve yaşadığımız topraklar ile daha dengeli bir ilişki geliştirme çabası var.
Ancak buna rağmen hala denizdeki son balığa, uçan son kuşa, son dikili ağaca, toprak altındaki son minerale göz dikmiş nobran ve “yabancı” insanlara dair haberler okuyoruz.
Yeni teknoloji ürünü aletler ve silahlar ile hareket eden her canlıyı vurma refleksi gösteren insanlar, bu doğa terörizmini spor olarak lanse etmeye çalışıyorlar. Üstelik de bir ata sporu olduğunu iddia ediyorlar. Bu yıkıma çanak tutan bir bürokratik refleksin en azından bunlara yol verdiğini biliyoruz.
Evet, avcılık insanlık kadar eski bir faaliyet idi ancak bu faaliyet binlerce yıl boyunca sadece beslenme ve barınma amacıyla yapıldı. Kendi vatanlarında dengeli bir beslenme şekli. İnsanlığın beslenme dışında doğaya karşı giriştiği savaş da sadece işgal olarak değerlendirilebilir. Elinde dürbünlü silahlarla nesli tükenmekte olan hayvanların son üyelerini yüzlerce metreden katletmek ne spordur, ne de atalara dair güzel bir haslet. Bu işgal olsa olsa “vatansızlık”, “yabancılık” veya doğa terörizmidir.
Bu konuda var olan yasal boşlukları doldurmak ve bu katliamları durdurmak için kamuoyu seferber oluyor ancak bu konuda daha ciddi ve caydırıcı yasal düzenlemelere ihtiyaç var.
Vatan ve yerlilik kavramları bir süredir tüm dünyada günlük politik diskur içerisinde istismar edildiği için gerçek anlamlarını göz ardı ediyor olabiliriz. Ancak gerçek vatan, suyu, toprağı, otu, böceği, geyiği ile bir bütündür ve bu toprakların “yerlisi olmak”, dereyi, ağacı, bitkiyi, dağı, geyiği bu topraklara ait insan kültüründen ayırt etmemekle mümkündür.