''Röfle de laik kadınların türbanı'' diyen köşe yazarı fotoğrafta ablasıyla birlikte çocukluğunun en mutlu günlerinde...
Abone olZeynep KURTBAY / İNTERNETHABER
İsviçre’nin bir orman köyünde yeşillikler içinde başlayan güzel bir hayat… Okula gitmek için can atan, boynunda anahtarlıkla evlerinin yolunu tutacak kadar özgüvenle yetişen bir çocukken 9 yaşında kömür kokan isli bir şehirde buluyor kendini… Ve belki çoklarına garip gelecek ama bu şehir tıpkı Candan Erçetin’in şarkısındaki gibi uzak kılıyor onu; hayli yoruyor; sanki tuzak kuruyor… Ve çocukluğunun ilk buhranını yaşıyor. Kendi deyimiyle acıklı geçen yıllar Bursa yılları… ‘’Ciğerlerim yanıyordu… ‘Çocuklar depresyona mı girermiş canım’ diyen anne babamın haberi yoktu ama ben her akşam ölmek istiyordum’’ diye anlatıyor o yılları…
Annesi ve ablası Müjde ile İsviçre'de mutlu bir çocukken...
‘’Bir şehir bu kadar mı yıldırır hayattan insanı canım’’ diye sorabilirsiniz, evet yıldırır… Hele 9 yaşında bir çocuksanız. Up uçsuz yeşilliklerden, koşa oynaya doya doya nefes aldığınız bir köyün ardından taşındığınız; soluksuz kaldığınız ve dört duvar arasına tıkıldığınız bir şehir hangi çocuğu mutlu eder ki? Mutlu Tönbekici’nin çevre duyarlılığı yazılarının nedeni belki de bu işte.
Evet eski Tuğçe Baran’dan, yani Mutlu Tönbekici’den söz ediyorum. Bulgar göçmeni bir aileden gelen anne babanın iki kızından biri. Mutlu’nun deyimiyle bir gün babasının ‘Türkiye’ye dönme krizi’ tutuyor. Dönüyorlar. Sonra babası ‘’Burası yaşanacak yer değilmiş’’ deyip İsviçre’ye geri dönüyor. Kalakalıyor annesi ve ablasıyla… ‘’Babamın dünyayla ilişkisinde sorunlar başlamıştı’’ diyor. Ve sonrası, babasız geçen yıllar… Bir travma daha… Babasını çoook yıllar sonra annesinin ölümünde sadece bir kez görüyor, o kadar.
Üniversiteyi kazanıp pek hazzetmediği Bursa’dan koptuğu o yıl yeniden doğuyor. ‘Kendimi keşfettiğim yer’’ diyor İstanbul için. Mutlu Tönbekici ile çocukluğundan çıktık yola… Yeniden doğuşunu ve daha çok şeyi konuştuk…
ANNEM HÜRRİYET BEN CUMHURİYET ALIRDIM
Gazeteci olmak ilk ne zaman nasıl düştü aklına?
Ortaokula gidiyordum. Annem Hürriyet alırdı, ben Cumhuriyet alırdım. Pazarları dış temsilciliklerden gelen mektupları hevesle okurdum. Nilgün Cerrahoğlu, Mine Kırıkkanat. Pazar olsa da onların yazılarını okusam diye beklerdim.
Ailede siyasi duruş nasıldı?
Benim ailemin bir siyasi duruşu yoktu. Ama akrabalarım, çok belirgin değilse de sağ eğilimliydi. Demirel’e oy verdiklerini hatırlıyorum. Esasen muhafazakar bir sülale. Annemin dışındaki kadınlar örtülüdür. Oruç tutulur, kurban kesilir.. Annem de namaz kılardı, oruç tutardı. Ama denize de girerdi. Kimsenin kimseye karışmadığı bir aile diyeyim.
Cumhuriyet gazetesini alışında etkili olan kim?
Ablam elbette. Aramızda 7 yıl var. Ben ilkokuldayken ablam üniversiteye gidiyordu. Etkilenmemek mümkün değil. Okuduğu kitapları okumaya çalışırdım, söylediklerini kendi fikrimmiş gibi satmaya çalışırdım.
Nasıl bir hayat hayal ediyordun?
Gazeteci olacağım, dış temsilci olacağım, Paris’te çatı katında bir evim olacak ve her cuma diğer ülkelerin dış temsilciliklerine parti vereceğim! Paris’i geçtim Fransızca’yı bile sökemedim iyi mi…
Nerede okudun?
Basın yayında okumaya karar verdiğim gün bir sınıf arkadaşım ‘’boşver basın yayını, uluslararası ilişkiler oku, çok istersen oradan da gazeteci olabilirsin” dedi. Ben de öyle yaptım. Marmara üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler…
[PAGE]TEK AİLESİ PARÇALANMIŞ BEN DEĞİLMİŞİM
Ve öylece Bursa’dan kurtuldun…
Evet İstanbullu oldum. İstanbul benim yeniden doğuşum ve kendimi keşfedişim oldu. Kendime benzer insanlar tanıdım. Aile konusunda duyduğum üzüntüm azaldı. Ailesi parçalanmış, babası tuhaf tek insan ben değilmişim. Ruhum cendereden çıktı, kendimi şehrin büyüsüne teslim ettim.
Şimdi?
Şimdi tabii sıradanlaştı her şey. 21 yıldır burada yaşıyorum. Şehrin güzelliğini göremez oldum. Körleşme de, tembelleşme de, içe kapanma de… Dünyayı artık evimden izliyorum. Veya öyle yaptığımı sanıyorum. Dahası o kadar sıkıldım ki bu ülkenin kavgalarından.. Bazen hep beraber batalım diyorum. Böyle deyince de tadını çıkaramıyorsun.
Hani İzmirlileri faşizanlıkla suçladın ilerici, demokrat, hoşgörülü olmadıklarını sıraladın ya Bursalılar nasıldır sence?
Düzelteyim: İzmirliye faşist diyen ben değildim. Ama iddia ettikleri gibi ilerici, demokrat, hoşgörülü de değillerdir, doğru. Bursa’nın böyle bir iddiası hiç olmadı. Bursa, Avrupai görünümlü muhafazakar bir şehir olmakla gurur duyan bir yerdir. Tutucudur evet.
TÜRBANLIYA DEĞİL OBEZE DE YAPILSA AYNI TAVRI KOYARIM
Bu türban savunucusu duruşun nasıl oldu da sana “AKP yalakası” damgasını vurdurdu?
Bu da işte insanların ne kadar demokrat “olduğunu” gösteriyor. Türban, rasta, kipa, mini etek… Benim için aralarında bir fark yok. Burada ihlal edilen insan haklarından söz ediyoruz. Sadece insan hakkı da değil ötekileştirmeden söz ediyoruz. Türban savunucusu olmak değil bu. Aynı şey obezlere de yapıldığında aynı tavrı gösteririm. Bu bir kadın hakları, kadının toplum hayatına karışması sorunudur aynı zamanda. Türkiye’deki kadınların yüzde 70’i kapalı ise çalışan kadınların da en az yüzde 50’sinin kapalı olması gerekmez mi? Hadi 40 olsun. 30’a bile razıyım. Kapalı kadınların çalıştığını görmekten gocunmak, bu manzarayı tehdit olarak görmek yerine memnunluk duymalıyız. Çünkü ancak çalışan kadın özgürleşebilir. Ve bizim özgür güçlü kadınlara ihtiyacımız var. Türkiye’de bir şeylerin değiştiğinin göstergesidir çalışan kapalı kadın. Kadınlarının yüzde 70’ini evde tutan bir sistem çağdaş değildir. Bunları savunmak benim AKP’li olduğum anlamına gelmez.
[PAGE]TUĞÇE BARANKEN SEVENLER ŞİMDİ NEFRET EDİYOR
Ama geldi. Öyle etiketlendin. AKP’li olmadığını, AKP’ye hiç oy vermediğini de yazdın sen. Bu yazdıkların okurun bakış açısını değiştirdi mi?
Değiştirmiştir tabi. Tuğçe Baran olarak yazarken bana bayılanlar nefret ediyor şimdi. O da bir acayip. Yani 7 yıl boyunca onlardan biri olduğumu yazdım, sevdiler, sonra dedim “yapmayın, etmeyin, bu nefretle bir yere varamayız” dedim nefret ettiler. Tersi de geçerli. 15 tane türban hakları yazarsın sonra bir kere de dersin ki İsviçre’ye minare dikilmesin. Tamam bitti. Tek yazıyla bağnaz laik olursun. Yazıların dolanır internette… ‘’Bak şu pisliğe’’ veya ‘’bak işte gördün mü bravo’’ alt, üst, yan başlıklarıyla.
RÖFLE DE BİR BAŞKA TÜR TÜRBAN
Mini etekliler için olsa onları da savunur musun?
Elbette.. Mesele türban değil. Savunur muydun sözü de yanlış. Ben zaten varlığımla, yaşam tarzımla mini etekli kızları savunuyorum. Ne giyiyorsak, nasıl yaşıyorsak savunduğumuz şey odur. “Her giysi bir siyasi simgedir” demem bundan.
‘’Kıyafetlerimiz siyasi duruşumuzun simgesi’’ diyorsun ama… Türbana karşı çıkanlar da bunun için çıkmıyor mu zaten? Türban takanlar ise buna karşılık ‘’siyasi değil’ diyor.
Siyasetten anladığımız sadece siyesi parti olduğu için kafalar karışıyor haliyle. Halbuki siyaset partiler dışında da bir şeydir. Feminizm de bir siyasettir. Ateizm de bir siyasettir. Evet bittabi din de bir siyasettir. Ve bütün bu siyasetlerimizi üzerimizde taşırız. Benim kıyafetlerim mesela sana neyi çağrıştırıyor? (Üzerinde vücudunu saran, etek boyu diz hizasında, omuz dekolteli siyah bir elbise var)
Şehirli, kendinden emin, eh dekoltesi de olduğuna göre demek ki seksi olmaktan gocunmayan, sevişebilen, evet ama müstehcen de olmak istemeyen, diz boyu çok da yüksek olmadığına göre demek ki belli bir saygınlığı da korumak isteyen, ayakkabılardan yola çıkarsak modayı takip eden, denizde kum kadar olmasa da bir miktar parası olan, en azından rahat harcayabilen, liberal, saçının aklarını boyamadığına göre bir tarz da oluşturmak isteyen… Bunu 5 saniyede okuyabilirsin. Uzaktan bakıp “kime oy verir bu?” deseler “muhtemelen CHP” dersin değil mi? Yanılırsın ayrı ama yine de yüzde 90 oranında kodlarımı çözmüş olursun. Röfle de bir başka tür türban. Laik kadının türbanı. Oradaki ölçü de oryal miktarı. Sarı oranına göre kime oy verdiğini az çok çözebilirsin..
Senin siyasi duruşun ilk ne zaman şekillendi?
Ailemizde bayram sofraları kurulur. Bir tarafta rakı içeriz bir tarafta teyzelerimiz namaz vakti geldiğinde namazlarını kılar. Biz o masada oturabiliyorsak bütün Türkiye o masaya oturur diye düşünüyorum. Onların da örtüleri değişti zaman içinde. Moda diye bir şey var çünkü. Eskiden böyle yapılırdı şimdi böyle yapılıyor. Bağnazlık gibi gelmiyor bu bana.
Senin dini inancın da yok, bunu yazdın da…
Ben dinsizim. Dinlere karşı çok ilgim var, boyna okuyorum ama içimden bir dine bağlanmak gelmiyor. Böyle olmam gerektiğini düşündüğüm için değil. Esasen inansam belki de daha rahat edeceğim. Vicdan üzerinde bu kadar düşünmeyeceğim. İyilik kötülük hakkında bu kadar kafa patlatmayacağım. “Birileri düşünmüş ve şunu yapacaksın bunu yapmayacaksın diye önüme programı koymuş” deyip rahat edeceğim. Ama diyemiyorum. Onların deyimiyle “gönül gözüm” kapalı. Herhalde. İşin üzücü kısmı: Din, toplumları ahlaksızlıktan da kurtarmıyor. Bu kadar ceremesini çekiyoruz, dünyanın başına ne gelmişse neredeyse din adına gelmiş, (tam o sırada hayli yüksek sesle ezan okunuyor) ve gördüğün gibi kulaklarımız patlıyor, keşke yapmayacaksın denilenler yapılmasa. Bari derdik neyse ki kimse kimsenin malını çalmıyor, kimse kimsenin namusuna göz dikmiyor, kimse yalan söylemiyor.
Tanrı inancın nasıl peki?
O da yok.
Peki ihtiyaç duyduğunda neye dua edersin?
Şu an olmadığını iddia ettiğim Allah’a elbette ama dua ederken bile şüpheli şüpheli düşünürüm. Bir de o kadar çok dua eden var ki. Bu trafikte, bir de ben olursam… İhtiyacı olan insanlara engel olmuş olmaz mıyım? Yemin ederim bunu düşünüyorum.
[PAGE]Gelelim medya serüvenine… Nasıl başladı?
Uzun bir süre haytalık yaptıktan sonra ‘Dışişleri’ne mi girsem’ diye düşünürken atv’de Haşmet Topaloğlu vardı o zaman ‘Gel dış haberde adama ihtiyaç var’ dedi. Görüşmeye gittim, hemen aldılar. 3 ay sonra Ali Kırca geldi topluca attılar. İşten atılmış bir stajyer olarak kaldım ortada. Sonra Hürriyet’e girdim. Dört yıl Hürriyet Pazar’da çalıştım. Reha Muhtar’la röportaj yaptık pek sevdi bizi. Ve iş teklif etti. Sonra Show haber’e geçtik. Bu hani “ağaca kaçan dede”, “dama çıkan babaanne” haberlerinin yapıldığı zaman. Gecekondu kuşu olmuştum. Gitmediğim kenar mahalle kalmadı. İki ay dayanabildim. Sonra Ahmet Utlu’nun belgesel ekibine katıldım. Sonra tekrar Hürriyet’e döndüm. İki yıl sonra İxir’e geçtim. Sonra da Sabah Ekler. Köşe yazmaya orada başlamıştım. Sonra Günaydın çıkarken Tayfun Devecioğlu “buraya her gün yaz” dedi. Ben haftada bir zaten güç bela yazıyordum. Mahlasla yazmayı istedim.
Evet çok zor yazıyordun…
Evet. Hakikaten zor yazıyordum. Çünkü haftada bir yazmak cidden zor.
TUĞÇE BARAN'DAN ÖNCE YELDA TOZAN'DI
Tuğçe Baran’dan önce de mahlasla yazıyordun değil mi eklerde?
Yazıyor muydum? Aa evet! Cumartesi ekinde. Adını da Mehveş (Evin) uydurmuştu, Yelda Tozan mıydı neydi? İsmi de sapık bir şeydi.
Tuğçe Baran ondan doğdu diyebilir miyiz?
Ee biraz ondan doğdu. Ama Yelda gibi küstah değildi o. Severim ben TB’yi.
Bir başkasının kalıbı içinde yazmak nasıl bir duygu? Kendin olamama korkusu muydu kendine güvensizlik miydi neydi?
Kendin olamama korkusu değil. Kendimin ne olduğunu bilememe. Utanma… Aslında mesele şuydu. 16 yaşındayken Cumhuriyet okuyup Nilgün Cerrahoğlu olma hayalleri kuran bir kadın Günaydın’da eğlenceli bir şeyler yazmak zorunda kalıyor. Bu bir acı aslında. Bu acıyı nasıl kanalize edeceksin? ‘Ben zaten takma isimle yazıyorum’… Mutlu yapmıyor onu… Çok kişilikli insanların ‘Onu benim alt kişiliğim yaptı’ demesi gibi bir şey. Olmak istediğin yerle yaptığın iş aynı değil. Yapmak istediğin işi de yapamıyorsun. Çünkü o yeteneğe sahip değilsin. Veya o rahleden yetişmemişsin. İnat edip ben illa ki Radikal’de Yeni Yüzyıl’da çalışacağım da dememişsin.
Kendinle didişip durmuşsun yani.
Aynen. Bir yanda içinde hırs da var. Öte yandan Pazar ekinde yetişmenin bir rehaveti var. Benim psikiyatrist bir arkadaşım var. ‘İnsanın 3 tane noktası var’ der… Olduğun yer, olmak istediğin yer ve kendini gördüğün yer. Bu üçgen ne kadar küçükse o kadar sağlıklı bir insansın ne kadar büyükse o kadar sağlıksız bir insansın.
Sen nasıl görüyorsun kendini?
O üçgen giderek küçüldü.
Sen transfer olan ilk mahlaslı yazar mısın yoksa?
Galiba öyle!
Vatan okuruyla kırılma noktası ne zaman oldu?
Vatan okuruyla kırık mıyım? Tam öyle sayılmaz aslında. Ama insanların ne oluyor yahu dedikleri ilk yazı hangisiydi diyorsan Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yazdığım idi. Herkes gibi çok sıkılmıştım ve ‘artık ne oluyoruz’ noktasındaydım. Yaptığım çok basitti. İki tarafa da çakmıştım.
[PAGE]Peki Ruhat Mengi ile kavga sırasında Vatan okurunu aşağılaman? Genel olarak senin alaycı bir üslubun var da fazla kaçmadı mı sence? Pişman oldun mu hiç?
Çok da alaycı değilim aslında. Perihan Mağdenlerle karşılaştırdığın zaman uslu sayılırım. Ama çaktım mı çakarım evet. Fazla kaçmış olabilir. Ama pişman değilim. Vatan okuru dediğin sadece hanımefendiyi okumuyor. Okumadan geçen de var. Haddimi bilmem gereken yerlerde de bilirim.
Perihan Mağden mi seni en çok etkileyen yazar?
Galiba öyle. Hiç kimse onun kadar “kötü” olamadı mesela. Hiç kimse onun gibi bir dil yaratmadı. Argoyu hiç kimse onun kadar komik kullanmadı. Hiç kimse onun kadar sansürsüz olamadı. Ve üstelik hiç kimse de onun kadar haklı olmadı…
Sen de argo kullanıyorsun yazılarında.
Evet ama o başka bir şey… Dantelli argo onunki. İki ucu reçelli değnek diye bir lafı var mesela hemen aklıma gelen.
Başka hangi yazarlar var seni etkileyen?
Fikir ve üslup olarak ayrı aynı etkilenmelere bakmak lazım. Üslup beni ciğerimden yakalıyor. Mesela ben Nur Çintay’ı okumaktan çok keyif alıyorum. Pınar Öğünç var yine Radikal’de. Yıldıray Oğur Taraf’ta. Ahmet Kekeç var Star’da. Bunlar üsluplarını da sevdiklerim. Özel bir dili olan yazarlar. Tek bir fikrine katılmasam da Oray Eğin de kötülük konusunda istisnai bir yetenek. Etkilenmemek mümkün değil.
Senin tahammül edemediğin yazarlar kimler peki?
Var bir hayli de herhalde en fazla Özdemir İnce’dir. Ve bu kadar yıldır kimin okuduğunu anlamadığım Nil Karaibrahimgil.
Ve işte 'Manita Bey'....
İslamcıların en sevdiği yazar seçilmek nasıl bir duygu?
Tuhaf bir duygu. Birilerinin seni sevdiğini bilmek iyi bir şey ve lakin biliyorum ki üç yazılık bir ömrüm var. Onlara göre
aykırı yazı yazayım, sevmekten vazgeçerler. Hatta bu röportajdaki din hakkında söylediklerim bile yetebilir. Çünkü kırılgan ve hassas bir okur İslami kesim. Öte yandan İslami kesimden dediğimiz tanıdıklarımın, yazıştıklarımın senden benden bir farkı yok ki. Dolayısıyla böyle bir genelleme yapmanın da yanlış olduğunu düşünüyorum. Onlar bunu sever, onlar bunu yer, onlar bunu içer.. Uzaylılardan söz eder gibi.
İslamcıların popüler yazarı seçilmenin akabinde minare yasağını destekleyen yazı gelince Ahmet Arsan’a takıldın. İslamcı olarak, ‘AKP yalakası’ olarak etiketlenmek seni rahatsız mı ediyor? T24’teki röportajında da ‘Takıldığım şeyler var’ demişsin. Ne mesela?
AKP sempatizanı lafını duymuştum ama yalaka biraz ağır değil mi? Bittabi rahatsız olurum. CHP yalakası da dense rahatsız olurum. Yalakalık kurumu top yekun rahatsız edici. Bu konudan da çok sıkıldım açıkçası.
Vatan’ın içindeki okunma oranın nedir?
Bilmiyorum. İlgilenmiyorum. Bunun adam gibi ölçümü yapılıyor mu ondan da emin değilim. “İnternetteki tıklanma sayın” deniyor da o vakit her gün satılan 200 bin adet gazete yok mu sayılıyor? Sıkı bir Vatan okuru olan ve beni başından beri düzenli olarak okuyan kayınvalidemin oyu çöpe mi gidiyor?
Aaa siz evli misiniz manita Bey’le?
Yooo. Ama kayınvalideme kayınvalide demek için belediyenin onayı mı lazımdır? Çok da severiz birbirimizi.
Manita Bey rahatsızlık duymuyor mu ilişkinizi bu kadar açık etmekten?
O da gizli bir şöhret olmanın keyfini çıkarıyor diyelim.
2010 KEHANETLERİ |
2010 için kehanetlerin var mı? Taşlar nasıl oynar? Kim kalır kim gider? Tasfiyeciler mi darbeciler mi medyada dengeleri değiştirir? Kehanetlerim: Ahmet Hakan Esma Sultan yalısında anlı şanlı bir beyaz Türk düğünü yapacak. Serdar Turgut, gidip durduğu striptiz kulüplerinden birinde fena dayak yiyecek. Oray Eğin Hürriyet’in tepesine çıkacak ve beni buraya yazar yapmazsanız kendimi aşağıya atarım diyecek. Yiğit Karaahmet hapisten çıkınca kariyerine bir Evangelist Rahip olarak devam edecek. Ertuğrul Özkök uzaya çıkacak ve “bilin bakalım yanımda hangi astroidler var” diye bir yazı yazacak, Ayşe Arman bir hayvanat bahçesinde zürafa kılığında dolaşıp izlenimlerini yazacak. Nuray Mert sivil dikta lafını marka müdürlüğüne gidip üzerine tescil ettirecek ve her o lafı kullanandan yüz lira para tahsil edecek, vermeyeni dövecek. Hıncal Uluç, Alkent’in bahçesine kendi heykelini diktirecek, komşular itiraz edecek, o da her gün köşesinde onların plakalarını yazıp rezil edecek. Ahmet Altan her gün plan okuya okuya sonunda darbe yapacak. Emre Aköz kebapçı açacak, adını da “Şimdi Tam Oldu, Al Sana Liste!” koyacak. Ben de AKP Buenos Aires Şubesi Gençlik Kolları Başkanı olacağım. Oldu mu? Şüpheler tatmin edildi mi? |
Listede adının geçmiş olmamasına ne diyorsun?
Çook üzüldüm (gülüyor) çok mağdur oldum. Bütün haysiyetim ayaklar altında. Yılmaz Özgevreğim bile var ben yokum. Hep bunlar Tuğçe Baran yüzünden. Oryali fazla kaçmıştı röflesinin.
Peki darbelerin de suyu çıkmadı mı sence? Bu kadar çok bitirme planı tek bir kurumdan çıkabilir mi gerçekten? Senaryolara bakılırsa adamlar vatanı korumayı bırakmış habire plan hazırlamış…
İnanma inanmama gibi bir şey oldu bu da… Allah değil ki. İnanma ya da inanmama seviyesine düştü. Açıkçası askeriye dediğimiz koskoca bir kurum. Ve bu kurumun sık sık yaptığı da bir takım savaş senaryoları geliştirmek. Ordunun daima zinde olduğunu da biliyorum. Bu koca kurum içinde darbe planlarının olmadığını düşünmek fazla saf niyetlik olur. Gerçi son iki plan hayli vahşi idi ama birileri bir araya gelip hiç uygulamamak niyetiyle, “askeri egzersiz” olarak da düşünmüş olabilir bütün bunları. Kesin bir şey söyleyemiyorum ama unutmayalım ki bu ülkede aydınlanamamış birçok hadise de var. Darbe yapmak istemediklerini hiç düşünmüyorum. Bu niyet her zaman vardır. Ama bu kadar vahşi bir şekilde yapmak isterler mi ondan da emin değilim. Daha yumuşak ve daha etkili yöntemler var. Daha yaratıcı planlar bekliyoruz onlardan. Bunlar bayat.
Listedeki isimlere ne diyorsun peki?
Darbe planı kadar komik bir liste… Listeyi okudum Ruşen’e (Çakır) geldim ‘’ulan böyle liste mi olur’’ dedim… Benim en dikkatle okuduğum insanlardan biridir Ruşen Çakır. Zihnimi en çok açan. Fakat faydalanmak ne demek onu tam olarak bilemiyoruz. İlla ki ideolojik olarak bize yakındır manasına gelmesi gerekmiyor. İkna edilmesi gereken insan olarak da listeye alınmış olabilir.
Yazılarını yazarken oto sansür uyguluyor musun?
Oto sansür çok ağır bir laf tabii ama evet zihnimden aktığı gibi yazmıyorum.
Nasıl olurdu öyle yazsaydın?
Bilmiyorum ama herhalde kötülük dozu daha yüksek olurdu. Kötülük bir yandan beslerken bir yandan yiyen bir şey. O batağa girmek istemem. Öte yandan ilgi çekenin de kötülük olduğunun da farkındayım. Dedikodu, kavga, yalan, dolan.. Seviliyor bunlar. Bana iki yıl öncesinin kavgasını soruyorsun hâlâ baksana..
Sen Vatan’da kendini dış kapıya en yakın yazar olarak mı hissediyorsun?
Nerede olduğumu bilmiyorum. Hiçbir zaman da bilmedim.
Halbuki seni Selahattin Duman’ın koruduğu söylenir hep..
Niye korusun ki? Bana borcu yok, alacağı yok. Herkes kendi derdinde.
Türbanı savunuyorsun. Bir gün ‘’O pek şahane minarelerimiz İsviçre’de olmayıversin’’ diye yazıyorsun. DTP konvoyuna taş atan İzmirlilere kaskafalı diyorsun. Molotoflu saldırıda ölen kızın ardından okur ‘Herhalde mutlusunuzdur’ deyiverince yanlış anlaşılmaktan üzüntü duyuyorsun… Bu ne yaman çelişki demezler mi adama?
Demezler. Hepsinin temelinde aynı ilke yatıyor. İnsan hakkı. Türbanlının da hakkı var, mimarisini neredeyse bin yıldır özene bezene koruyan İsviçrelinin de hakkı var, DTP’linin de kafasına taş yemeden konvoy yapma hakkı var, sokakta yürüyen kızın da yaşama hakkı var. Niye yaman çelişki olsun?
Tehdit alıyor musun?
Hayır.
Korkuların var mı?
Düne kadar işsiz kalma korkum vardı, artık umurumda değil. Arjantin’e gitmek istiyorum, gidemeyeceğim, burada takılı kalacağım diye korkuyorum sadece.
Sence cesur yazılar yazıyor musun? Deli cesareti mi diyorsun?
İkisi aynı şeyler değil mi? Yeterince cesur da değilim deli de değilim. Daha deli olmayı isterdim.
Medyada cesur kalemler var mı sence?
Var. Serdar Turgut cesurdur. Ahmet Altan cesurdur.
Artık internet sayesinde nerede yazdığının pek önemi yok diye düşünüyorum. Ve ayrıca niye gidilmesin?