Türk medyası büyük ölçüde 'düşünce kıtlığı, yazı bolluğu' sergileyen "köşe yazarları"yla dolu. Cengiz Çandar'ın yazısı için tıklayın...
Abone olCengiz Çandar Bugün Gazetesi'ndeki köşesinde bayram günü köşe yazarlarını irdelemek istemiş vediye başlamış yazmaya...
Yıllar önce bir gün İstanbul'da Boğaz kıyısında Thomas Friedman ile dolaşıyor ve sohbet ediyorduk.
Thomas Friedman'ın yazdığı herhangi bir kitap ne zaman yayınlansa, Amerika'da "en çok satan kitaplar" listesinin başına oturuveriyor. Amerika'da ve dışarıda kendisini tanımayan kalmadı. O sıralarda yine New York Times'ın etkili bir köşe yazarıydı ama şöhreti bugünlerdeki kadar değildi.
Tom'la 1980'li Beyrut yıllarından tanışıyorduk. New York Times'a katılmadan önce UPI adlı haber ajansının Beyrut büro sorumlusuydu. UPİ bürosu, An-Nahar gazetesiyle aynı binadaydı. Hani şu Suriye karşıtı sahibi, - aynı zamanda milletvekili- Cibran Tueni'nin geçenlerde öldürüldüğü o An-Nahar. Lübnan'da gazeteler -ve gazeteciler- akşam üstü çalışmaya başlarlar, sabahın erken saatlerine kadar çalışırlar. Ben de yakın arkadaşlarım o dönem An-Nahar'da çalıştığı için "karargahım"ı An-Nahar'da kurardım. Ne olup-bittiğini öğrenmek, olan-biteni yorumuyla dinlemek için neredeyse An-Nahar'a her gece uğrardım. Tom (Thomas Friedman) üstelik Arapça da bilmediği için, her gece mutlaka iki kat yukarıdan An-Nahar'a iner, dış haberler servisindekilerden günün gelişmelerini sorar, tartışırdı.
Beyrut'tan Kudüs'e New York Times temsilcisi sıfatıyla gitti. O yıllarda, Amerika'nın en büyük gazetecilik ödülü sayılan "Pulitzer Ödülü"nü Beyrut haberciliği nedeniyle kazandı. Bir Beyrut seferimde uğradığım An-Nahar'daki arkadaşlar, "Ödül, bize verilmeliydi. Bizden duyduklarını haberleştirdi ve ödül kazandı" diye takılıyorlardı.
Yaptıkları espri, Thomas Friedman'ı kıskanmak ya da küçümsemekten ziyade, gazeteciliğin "kolektif" yanını vurgulamaktı. Lübnanlı gazetecilerin, Amerika'da "Pulitzer Ödülü" almaları mümkün olmadığı için Tom'u kıskanmaları düşünülemezdi. Dünyanın en iyi, en etkili gazetelerinden birinde "köşe yazarı" konumunda bulunan birinin küçümsenmesi de söz konusu olamazdı. Anlamsız olurdu.
Yine de, bazılarının bazılarına oranla daha "şanslı" oldukları su götürmez. Thomas Friedman, gerçi "iyi kullanmış" da olsa, "şanslı" birisiydi. Boğaz kıyısında dolaşıp sohbet ettiğimiz yıllar öncesindeki o gün, Türkiye'ye Rusya'dan gelmişti. Oraya da Uzakdoğu'dan geçmişti. Gelme sebebi, Türkiye ile ilgili bir "köşe yazısı" yazmak idi. Rusya hakkında da, Uzakdoğu hakkında da birer köşe yazısı yazmıştı. "Yani, sen tek bir köşe yazısı yazmak için mi Türkiye'ye geldin?" diye sorduğum vakit, "Elbette" demişti, "Bundan doğal ne var? Türkiye hakkında oturduğum yerden mi yazayım, gelip görerek, tartışarak, öğrenerek yazmak varken..."
Bunun üzerine, haftada kaç kez yazdığını sordum. Tom Friedman, benim bunu bilmememe şaştı. "Haftada iki kez" dedi, "Kural, budur. Bilmiyor musun? Sen kaç kez yazıyorsun ki?"
O sıralarda Sabah gazetesinde ve galiba altı yıldan beri yazmaktaydım; "dört" cevabını verir vermez, "Ne!" diye bir çığlık attı, "Sen çıldırdın mı?" Bir köşe yazısı için dünyanın herhangi bir köşesine gönderilebileceği imkânları kullanan, gittiği yerlerde önünde tüm kapıların açılabildiği ve topu topu haftada iki yazı yazan birisi için, anlaşılır bir tepkiydi. Bir de ekledi, "Ne buluyorsun, dört kez yazacak..."
Türkiye'nin günde birden de fazla yazı yazmaya ilham verecek heyecanlı gündeminden falan söz etmedim. "Dört kez yazanı pek köşe yazarı bile saymazlar bizde. Beşten aşağısı kesmez. Altı hatta yedi gün yazan var haftada. Köşe yazarı diye asıl onlara diyorlar." dedim. Tom Friedman'ın boş bakışlarla beni süzdüğünü hatırlıyorum.
Önceki yaz bir Bodrum gecesinde, Amerika'nın Türkiye uzmanlarının başında sayılan Prof. Henri Barkey (İstanbul'da doğmuş, lise sonuna kadar İstanbul'da yaşamıştır), o yemek masasında ilk kez tanıştığı Mehmet Barlas'a, belirgin bir hayranlık vurgusuyla, "Mehmet Bey, haftanın her günü nasıl düşünce üretebiliyorsunuz?" sorusunu yöneltmişti. Mehmet, kendisinden beklenebilecek bir hazırcevaplıkla, "Her gün düşünce üretmiyorum, yazı üretiyorum" karşılığını vermişti. Çok doğru söylemişti. Her gün "düşünce" üretilebilir mi? Yazı ise -gerçi o da kolay değil ama..- üretilebiliyor.
Türk medyası, "köşe yazarı adedi" bakımından herhalde "dünya rekoru" sahibi. Gelgelelim, Türk medyası, büyük ölçüde "düşünce kıtlığı, yazı bolluğu" sergileyen "köşe yazarları"yla dolu. Belki de Hakkı Devrim, bu nedenlerle, hoş bir alaycılıkla köşe yazarlarından "köşekadısı" olarak söz ediyor. Aslında, "zarif" bir niteleme. Çok büyük çoğunluğu için, Türkçe'de kullanılan başka bir niteleme sıfatı var.
Böyle bir yazı yazmak nereden çıktı derseniz:
1. Bayram günleri, herkes "tatil modu"na girmiş, hemen her şey adeta askıya alınmışken, "yazı yazma mecburiyeti"ne duyduğum tepkiden;
2. Gülay'ın (Göktürk) dün yayınlanan "Okurların Hayallerini Yıkmak" başlıklı enfes yazısının beni "köşe yazarı" ve "işlevi" konusunda yeniden düşünceye yöneltmesinden;
3. Elime aldığım Stephen Hawkins'in "A Briefer History of Time" (Zamanın Daha Kısaca Tarihi) adlı "kainatın yapısı ve oluşumu"nu anlatan muhteşem kitabında şu satırlara rasladığımda, bizim "alçakgönüllülükten hiç nasibini almamış" köşe yazarı namındaki "yarı-cahiller"in "ukalalığı" na duyduğum "rahatsızlık"tan:
"Herhangi bir fizik teorisi daima geçicilik ifade eder. Zira, bir hipotezdir ve onu asla kanıtlayamazsınız. Deney sonuçları bir teoriyle ne kadar çok kez uyum halinde olsalar bile, gelecek sefer bir sonucun teoriyle çelişmeyeceğini garanti edemezsiniz."
Einstein'ın "izafiyet" ve Newton'un "yerçekimi" bile birer "teori". Bizim yarı-aydınların toplum- siyaset değerlendirmeleri ise "kanun"!