Sedef Kabaş son kitabı "Zamanı Dize Getirenler" ile gündemde. Röportojları ve programları ile tanınan Kabaş, bu kez de röportaja konu oldu. İlginç açıklamaları var.
Abone olGazetecilik özgürlüğe giden yollardan biridir. Yaptığı röportajlar ve programlarındaki konuklarıyla dikkat çeken Sedef Kabaş, bu kez kendisine yöneltilen soruları yanıtlad, ilginç cevaplar verdi. Belkide yazarın dediği gibi 'Kimi röportajlarda günahlar meşrulaştırılıyor'. Bakalım Kabaş, Zaman Gazetesi yazarı Nuriye Akman'a neler söylüyor:
Yazı: Nuriye Akman
Kaynak: www.zaman.com.tr
Kimi röportajlarla günahlar meşrulaştırılıyor
Onu CNN International’da görev yapan ilk Türk gazeteci olarak tanıdık. Olay TV, NTV, ATV, TV8’de yaptığı söyleşilerle sevdik, bir süredir Skyturk’te izliyoruz.
Röportajcılığın, televizyon dünyasındaki yıldızı hiç tartışmasız Sedef Kabaş’tır. Titizdir, seçicidir, dersini iyi çalışır, kimseyi kırıp dökmeden, lafı eğip bükmeden en karmaşık konuları seyirciye süzme bal tadında sunar. Binlerce insanla konuştu. Söz havada uçup gitmesin diye bunların bir bölümünü önce Sesli Düşünenler adıyla kitaplaştırdı. İkinci kitabı ‘Zamanı Dize Getirenler’ kısa bir süre önce Doğan Kitap’tan yayınlandı. Türkiye’nin insan malzemesini tanımanın en kestirme, en zevkli yollarından biri röportaj okumaktır. Benzer derlemeleri daha önce okurumla paylaştığım ve her bir röportajın arkasındaki yoğun emeği bildiğim için Sedef’i anlıyor ve destekliyorum.
Kitabınızın adıyla bizi yanıltıyorsunuz bence. Zamanı Dize Getirenler derken, kendinizin zamanı nasıl dize getirdiğinizi göstermek istiyorsunuz.
Tespitiniz doğru. Okuyucu kitabı okuyup bitirdikten sonra aslında kitabın da başlı başına zamanı dize getirme kaygısıyla yazılmış olduğunu fark ediyor.
O halde kendinizi kahraman olarak mı görüyorsunuz?
Gazeteci bir kahraman değil, bir araçtır. Eğer araç olmayı büyük bir başarıyla icra edebiliyorsa, ister istemez okuyucunun ya da izleyicinin gözünde bir kahramana dönüşebilir. Ama haberci asli görevini unutup, kahraman gibi davranmaya başladığında haberciliği zedelenir. Ben kendimi böyle bir kitap çıkarttığım halde hiçbir zaman kahraman olarak tanımlamıyorum. Ben bir yazar değilim. Kaldı ki benim, sizin gibi bir roman yazma gücüm de yok, öyle bir amacım da. Temel amacım yaptığım işi, bir başvuru kaynağına dönüştürmek.
Röportajların etkisi bazen romandan da fazla olabiliyor.
Doğru. Kültürel mirasını nesilden nesile aktaramamış hiçbir toplumun “bağımsız” olamayacağına inanıyorum. Kendi değerlerini kendi insanına, kendi sinemasına, kendi fotoğrafına, siyasetçisine, hocalarına, yazarlarına sahip çıkmayan, bunların kimler olduğunu bilmeyen bir toplumun ayakta kalabileceğine inanmıyorum. Öyle toplumlar başkalarının onlar üzerinde empoze ettiği kültürsüzlüğün ağırlığı altında ezileceklerdir. Biliyorsunuz, üç üniversitede ders veriyorum. Yüzden fazla öğrencim var. Onlara birinci kitapta olsun, ikinci kitapta olsun, kimi isimleri sorduğumda, bana iki cümle edemiyorlar. Bugünün gençleri sinemaya gidiyor. Ama bir Sami Şekeroğlu kim, bilmiyor. Cem Yılmaz’ı tanıyor; ama sahne kültürünün temellerini atan Muhsin Ertuğrul’u bilmiyor. Dolayısıyla o kültürel mirasın nesilden nesile geçmesinde bu kitaplar ve benzerleri bir nebze de olsa katkı sağlasın diye temenni ediyorum.
Marmara Üniversitesi’nde doktora yapıyorsunuz. Tez başlığınızın “Günümüz Türkiye’sinde, ulusal gazetelerde söyleşilerin biçim, yöntem ve makro konu analizi” olduğunu biliyorum. İnşallah tamamlandığında detaylarıyla konuşuruz. Bu aşamada şunu sormak istiyorum. Medya sistemi röportörü nasıl etkiliyor?
Gazetecilik etiğinin uygulanabilirliği gazetecinin özgürlüğüyle doğru orantılıdır. Yani röportaj yapanların, gazetenin içinde görece daha fazla özgürlük alanları varsa ve buna rağmen mesleklerini Türkiye’nin gerçek gündemini kamuoyuna duyurmada etik kaygılar gütmeden icra ediyorlarsa, burada sorumlu olan röportajcıdır.
İtirazınız, röportajcıların popüler kültürün peşinden gitmeleri mi?
Tabii ki popüler kültür, genel yayın yönetmeninden köşe yazarına, röportajcısından muhabirine kadar herkesi etkiliyor. Çünkü okuyucuya ulaşmada popülerlik kriteri önemli bir etken. Ama bu, röportajcıları bir kısırdöngünün içine atıyor. Sinema dediğimizde belli oyuncuların ve belli yönetmenlerin peşine takılır hale geliyoruz. İşadamı dediğimizde kimi öne çıkmış holding sahiplerinin dışında bir iş dünyası şekillendiremiyoruz. Bu da bizi, kaba hesap, üç yüz-beş yüz kişilik bir portreye mahkûm ediyor. Ama Türkiye’nin ne kalbi, ne gözü, ne kulağı, ne beyni bu insanlardan ibaret. İşte burada kimi zaman çok popüler değil, ama yaptığı iş hakikaten anlatılmaya değer, söyleyecek yeni sözü olan insanları bulup, çıkartıp, bunu röportajınızla, okunabilir, izlenebilir hale getirebilme çabasını gösterme, emeğini verme, enerjisini sarf etmeyi göze alıyor muyuz? Başarı tanımını şekillendirmede o röportajlar ciddi rol oynuyor. Kim, neye göre başarılı? Kim ne yapmış da başarılı olmuş? Bakıyoruz, hakikaten hem topluma, hem çalıştığı kuruma ihanet etmiş, hem ahlâkî anlamda ihanet etmiş; ama sonucunda müthiş maddî çıkar sağlamış, ünlenmiş kişileri medyamız, röportajlarda birer “kahraman” olarak sunarak başarılı olarak gösteriyor. Öyle siyasetçiler var ki, yolsuzluk dosyaları var. Öyle kamburla dolaşıyorlar. Ama kendileriyle röportaj yapıldığında karısıyla nasıl tanıştığı, hangi marka gözlük taktığı ve en sevdiği yemeğin ne olduğu sorulduğunda aslında, onun işlediği suçlar, onun işlediği günahlar bir anlamda meşrulaştırılıyor. Bunlara itirazım var.
Siz işinizi son derece düzgün yapıyorsunuz. Fakat ben ekrandan şöyle bir izlenim alıyorum: Çok fazla kontrollü, karşısındakinin olumlu yanlarına odaklanıyor, insanın zaaflarıyla bir bütün olduğunun farkında değilmiş gibi.
Mesela siz zaaf konusuna çok ağırlık veriyorsunuz. Kişisel zaaf beni çok ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren yazdığı kitapta zaafa düşmüş mü, düşmemiş mi? Ben kitabı inceliyorum. Kitapta eğer kavramsal çelişkileri varsa, kendi kendisiyle hesaplaşamamışsa ya da iddia ettiği kadar edebî değilse, onu çözmeye çalışıyorum. Varsayımlar üzerinden hareket etmiyorum. Amacım onları köşeye sıkıştırmak değil.
İnsanın düşünme ve eylem biçimi, psikolojisinde gizli değil midir?
Bu çok derinlikli araştırma isteyen bir şey. Ben onunla ancak 45 dakika, bir saat karşı karşıyayım. Bu sürede onun psikolojik dünyasını ortaya koymamın mümkünatı yok. Televizyon tabii ki görece kontrollüdür. Spotların altındadır. Milyonlarca insan onu izliyordur. Canlı yayında söyleyeceği sözün geri dönüşünün olmayacağının tedirginliğini yaşıyordur.
Yazılı basında olsanız, sorularınızı daha rahat mı sorarsınız?
Canlı yayında sorduğumda konuk cevap verme zorunluluğu daha fazla hissediyor. Cevap veremediğinde anında izleyici tarafından tespit ediliyor. Televizyonun böyle bir avantajı var. Basında ise siz sorunuzu sordunuz cevap vermedi. Araya atın pamuk soruları, pembe renkli soruları. Yumuşatın ortalığı. Sonra bir daha sorun sorunuzu ve cevabınızı alın. Basının da böyle bir avantajı var. Televizyonda eğer ben saldırıya geçer bir izlenim yaratarak sorumu sorsam, istediğim cevapları alamam. Ben onların defans mekanizmasını harekete geçirmeden sorumu sorup cevap almak zorundayım. Çünkü zamanla kısıtlıyım. Bunu yapmaya çalışanlar oldu televizyonda. Seyirci ne izledi biliyor musunuz; ağız dalaşı.
Ekranın dışında da böyle kontrollü, kimseyi kırmamaya çalışan kibar biri misiniz?
Ekranda nasılsam arkadaşlarımla da, ailemle de öyleyim. Taşkın değilim. Bu bana çok sorulur. Hani televizyonda pırıl pırıl bir Türkçeniz var. Günlük yaşamınızda da böyle mi konuşuyorsunuz, diye. Ben telefonda da böyle konuşuyorum, kardeşimle de. Hatta öğrencilerime diyorum ki, kapıcınızla nasıl konuşuyorsanız, o kadar iyi bir konuşmacısınızdır hayatta.
Bu ilişkilerinizde sorun yaratıyor mu? Bu kadar kitabî, spiker edasında konuşan bir kadın zaman zaman sıkıcı olabilir mi?
Bugüne kadar erkek arkadaşlarımdan öyle bir yorum gelmedi. Kaldı ki, çok iyi iletişim kurduğum için ve biraz da güzel bir ses tonuyla konuştuğum için gayet memnundular. Kitabî konuşmak değil bu aslında. Sadece net ifade edebiliyorum kendimi. Bir şeyin nedenini, niçinini öğrenip benimsemediğim zaman kabul etmekte zorlanırım. İlişkilerimde de soru sorarım. Ezberciliğe karşıyım. Klişeler, kalıplar beni çok sıkıyor.
İnsanların çoğu hayatlarına bu klişelerle şekil veriyorlar. Siz bir süre sonra ayrık otu gibi kalabilirsiniz.
Medyada kalıyorum zaten. Siz bana istediğiniz kadar kontrollü deyin, çok da işte canını acıtmıyorsunuz falan deyin. Aslında benim yaptığım iş birilerinin canını acıttığı için, birilerine göre aykırı kaldığım için ben tekim medyada. Tekim derken, başarı anlamında demiyorum. Hakikaten çok yalnız bir duruşum var medyada. Sedef Kabaş ismi herhangi bir kurum ile, herhangi bir ekiple, herhangi bir genel yayın yönetmeniyle birlikte anılmıyor.
Geçtiğiniz yollar, aldığınız eğitim, fiziğiniz, diksiyonunuz, siz Türkiye’nin Oprah’sı olabilirdiniz pekala. Bütün kanallar sizinle çalışmak için yarışabilirdi. Neden hep böyle alçak profilde gittiniz? Hep karşınıza birini aldınız, uslu uslu, terbiyeli terbiyeli onunla konuştunuz. Gündem yaratan bir televizyon starı olmayı hedeflemediniz mi?
Benim televizyon starı olmak gibi bir hedefim yok. Ama işimi iyi yapmak gibi bir hedefim var. Bugün televizyon söyleşisi kim yapar, dendiğinde, tahmin ediyorum ismim telaffuz edilir. Benim hedefim bu. Bu hedefte de yürümeye devam edeceğim.
Canım bunu yine yapardınız. Ama bunu daha büyük prodüksiyonlara taşıyabilirdiniz.
Bu her zaman olabilir. Herhalde benim yaptığım işi bilmeyen herhangi bir televizyon yöneticisi yoktur. Takdir edip, gelsin, bizim kanalda bu işi yapsın demek onlara ait bir şeydir. Ben o konuda bir eleştiri getiremem. Büyük bir kanaldan bir kadın programı yapmam teklif edildi. Dedim ki yanlış adrese geldiniz. Çünkü benim üslubum öyle bir formata uymaz. Yani benim yapacağım kadın programı da, izlenen kadın programlarıyla mukayese ettiğinizde reyting almaz. Benim yapacağım tartışma programı olur, forum programı olur. Hatta bir yarışma programı bile sunabilirim. Tabii bilgi anlamında bir temeli varsa, kültürel bir alışveriş olacaksa.
Peki işteki başarıyı aşkta da yakalayabildiniz mi?
Başarı eğer derinlikli bir ilişkiyse, ben aşkı birden fazla kere yaşayabildim. Şu anda hayatımda biri yok. Hoşluğunuz, çekiciliğiniz, başarınız, çevrenizden aldığınız ilgi cazip kılıyor sizi. Ama ben hep sonrasına bakarım. Yani bütün bu yaldızın ortadan kalktığı zamana. Kendinizi çok kötü hissettiğiniz zor bir gününüzde diyelim ki işsiz kaldığımda, Allah korusun kaza geçirdiğimde bu adam benim yanımda kalır mı, bana moral verir mi? Kötü gün insanıyımdır ben. Dostlarımdan, ailemden ve birlikte olduğum insandan da tek talebim budur. Bunu bulduğum ilişkim de oldu, bulamadığım ilişkim de oldu. Bana deniliyor ki, ah sen nasıl evlenmedin? Evet evlenmedim; ama evliliği önemsemediğim için değil, tam tersine evlilik kurumunu ciddiye aldığım için evlenmedim. Ben sadece ilişkilerimde değil ki, yaptığım işte de seçiciyim, çağırdığım konukta, giydiğim kıyafette, yediğim yemekte de.
Başlangıçta erkekleri cezbeden kariyeriniz daha sonra karşı tarafı ezer hale mi geliyor?
Maalesef. Yaptığım işin yapısı beni çok büyük bir çevre içinde kılıyor. Belki de bir bakanın beni cep telefonumdan araması, işte gelen hayran mail’leri ya da bir ortamda sürekli benden konuşulması, kazandığım para, bunların bana getirdiği saygınlık, bir süre sonra, beraber olduğunuz erkek tarafından kendisine yönelik bir tehdit olarak algılanıyor.
Yani emek emek yarattığınız marka daha sonra mutsuzluğunuza mı neden oluyor?
Evet ama o zaman da şu soruyu soruyorsunuz. Beni bu şekilde kabul edip, bu şekilde içselleştirememiş. Benim dostum, ailem beni böyle kabul etmişse, erkek arkadaşım ya da kocam da beni böyle kabul etmeli. Yakın çevrem, benim son derece mütevazı bir hayat yaşadığımı bilir. Ben ortalıklarda bir star gibi gezmem. Buna rağmen bana kompleksle yaklaşıyor ve varlığımı bir tehdit olarak görüyorsa, hayatımda yeri olamıyor tabii.
Bir kitap çalışması nedeniyle bir süre aranızda olamayacağım. Sonbaharda görüşmek üzere. NA
17.07.2005
NURİYE AKMAN