BIST 9.902
DOLAR 34,15
EURO 38,02
ALTIN 2.879,17
HABER /  MAGAZİN  /  KÜLTÜR VE SANAT

Bu hafta ne okumalı?

İşte size Mart'ın ikinci yarısında piyasaya sunulmuş birbirinden ilginç kitaplar.

Abone ol

TUHAF ZAMANLAR
-Bir 20. yüzyıl hayatı -
Eric Hobsbawm

20. yüzyıl tarihini diğer asırlarınkinden ayıran en önemli izler; dünya savaşları, siyasal devrimler, imparatorluklardan ulus devletlere geçişler, kültürel alt üst oluşlar, toplumsal çatışmalar, iktisadi düzenler ve düzensizlikler ve tüm bunların etrafında oluşan modern kültürel bir hayat içerisinde sürülür.

Eric Hobsbawm, bu yüzyıl boyunca sayılan değişimlere adeta ilk elden tanık olan, kişisel olarak değişimlerin insanlar üzerindeki etkilerini bizatihi yaşamış önemli Marksist tarihçilerden biridir. Tuhaf Zamanlar Viyana’dan Berlin’e, Londra’dan São Paulo’ya, Moskova’dan Küba’ya, Manhattan’dan Brezilya sokaklarına sadece kitaplarda yer alan büyük olayların küçük kahramanları olarak değil, olayların fiili kahramanları olarak yer almış insanların hikâyelerini büyük bir tarihçinin hayatına dahil ediyor.

İspanya İç Savaşı’ndan LSE’ye, caz kulüplerinden müzisyenlere, Komünist Partiler’den İngiliz Marksist Tarihçileri’ne, faşizmden demokrasiye, sokaklardan üniversite anfilerine uzun ve dolu dolu yaşanmış bir hayatın mahir bir tarihçinin kaleminde nasıl bir araya geldiğine şaşıracak, Hobsbawm’un yaşam öyküsünü zevkle okuyacaksınız.

Önsöz’den
“...Bu kitap, yazarının bir resmi savunması niteliğinde değil. 20. yüzyılı anlamak istemiyorsanız, kendi kendini aklayanların, kendisinin avukatlığına soyunanların ya da tam tersi nedamet getiren günahkârların otobiyografilerini okuyun. Bunların hepsi de ölüm nedenini bizzat cesedin araştırdığı otopsilerdir. Bir aydının otobiyografisi düşüncelerini, eylemlerini, duruşunu içermeli ama bir savunma dosyası olmamalıdır. Ömür boyu komünizme bağlı kalan, sıradışı ‘Marksist teorisyen Hobsbawm’la ilgilenenler ve gazetecilerin sıklıkla sorduğu sorular için sanırım bu kitap yanıtlar içeriyor. Gerçi hedefim bunları yanıtlamak değildi. Tarih, siyasî hayatımı yargılayacaktır -ki zaten bunu doyurucu bir şekilde yerine getirmiştir- ve okurlar da kitaplarımı değerlendirecektir. Peşinde olduğum tarihsel idraktır, onaylanmak, hemfikirlik ya da duygudaşlık değil...”

ERIC J. HOBSBAWM
1917’de Viyana’da doğdu. Çocukluğunu Viyana, Berlin ve Londra’da geçirdi. Üniversite eğitimini Cambridge Üniversitesi’nde tamamladı. İtalya, Amerika, İngiltere ve Güney Amerika’da çeşitli üniversitelerde dersler verdi.

İngiltere Komünist Partisi Tarihçiler Grubu üyesiydi. 1956’da partiden ayrılan diğer üyelerden farklı olarak 1991 yılına kadar parti üyeliği devam etti.

Kitapları İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Almanca, Çekçe, Macarca ve Arapça olarak yayınlandı.

Tuhaf Zamanlar
İletişim Yayınları, 549 Sayfa
Çeviren: Saliha Nilüfer
Dizi: Biyografi -3
Tür: Otobiyografi

















DİRENİŞ ÜÇLEMESİ
-Dullar / Ölüm ve Bakire / Okuyucu-
Ariel Dorfman

“Bu kitaptaki üç oyun, ‘özgürleşme’ ve ‘tahakküm’ denen birbirine karşıt iki deneyimin sürekli keşfedilmesi sürecinin bir parçasıdır. Sahnede ve tarihte nihai sonucunu hâlâ bilemeyip sadece tahmin edebildiğimiz, insanlığın hâlâ belirlemeye çalıştığı çözüm yolu, bu çatışma sonucunda ortaya çıkacaktır. Devlet de bu süreçte başkaldıranları cezalandırmak, henüz başkaldırmamış olanlarıysa buna cüret etmekten uzak tutmak için farklı ve birbiriyle kesişen yollara başvurur. İşte, benim oyunlarım da Devlet’in başvurduğu bu yolları teşhir etmeyi amaçlar: Dullar’da kayıplar, Ölüm ve Bâkire’de işkence ve Okuyucu’da sansür. Sofia, erkeklerinin gömülmeden ve anısız bırakılmalarına izin vermez; Paulina, kendisine yapılan işkenceleri unutmaz ve topluma da unutturmamaya çalışır; Tanya ise kendisine ihanet eden kocayı gölgesi gibi izlemek ve yaptıklarını itiraf ettirmek için ölümden geri döner. Bu oyunlarımda ele aldığım asilerin hepsinin kadın olması da gayet doğaldır, tesadüf değildir. Çünkü kadınlar, çoğunlukla toplumun en az güçlü, en marjinal üyeleridir; ama bir isyan ederlerse, bunu dünyanın çatlayıp yarılmasını sağlayan bir kararlılık, öfke ve onurla yaparlar.”
[Ariel Dorfman]

Direniş Üçlemesi
Agora Kitaplığı, 276 sayfa
Çeviren: Mehmet F. İmre
Dizi: Tiyatro

















BAHARDA YİNE GELİRİZ
Barış Bıçakçı

“Bu berbat şehirde görüp görebileceğiniz en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olması saçma ya da gülünç mü? Değil! İnsana özgü bir yavaşlığı, sakarlığı hatırlatan tek şey bu yıkıntı çünkü. Şehirde otomobiller, yollar ve binalar, sonunda bütün sıcaklıkların evrenin ölgün sıcaklığıyla aynı olacağı bir geleceğe doğru son hızla gidiyor, uzanıyor, yükseliyor. Ama aralarında banka memuru sevgili dostum Tuğrul’un da bulunduğu sağlığına dikkat etmeyen, fazlasıyla hayalperest bazı insanlar var ki, onlar gece kurdukları saatin sabah çalışmamasını veya en iyisi geriye gitmesini gönülden dileyerek tatlı tatlı esniyorlar.”

Şu gürültülü zamanda, gevezelikten ve ‘farfara’dan gına getirenlerin sığınacağı bir kuytu köşe, Barış Bıçakçı’nın anlatıları. Minimalizmin duru güzelliği var onun her kitabında.

‘Baharda Yine Geliriz’de de, incelikli tablolar çiziyor Barış Bıçakçı. İnsan ilişkilerinden enstantaneler; ‘durumlara’, duygulara, akıldan esenlere, gönülden geçenlere dair ince fırçalar... Uçucu intibaların izini süren bir görme ve ‘bilme’ biçimi...

Baharda Yine Geliriz
İletişim Yayınları, 109 sayfa
Dizi: Çağdaş Türkçe Edebiyat - 157

















LİNÇ KÜLTÜRÜNÜN TARİHSEL KÖKENİ: MİLLİYETÇİLİK
Murat Belge
Söyleşi: Berat Günçıkan


23 Mart 2005’te Mersin’de on binlerce kişinin katıldığı Nevruz kutlamalarında 12 ve 14 yaşlarında iki çocuğun Türk bayrağını yaktıkları gerekçesiyle başlayan olaylar, 2005 yılında Türkiye siyasetine damgasını vuran en karakteristik gelişmeydi.

Zaman içinde bir ‘ulusal hassasiyet’in kabarışıyla birleşen bu süreçte gündelik hayatımızı dipsiz bir şiddet uçurumuna sürüklemeyi arzulayan güçler, Orhan Pamuk davası ve Ermeni Konferansı gibi fırsatlardan yararlanmakta hiç gecikmediler ve her kademedeki devlet yetkililerinin de aleni teşvikiyle, linç girişimlerini ülkenin dört bir tarafına yayarak bir korku atmosferi yaratmaya koyuldular.

Berat Günçıkan’ın geniş bir zamana yayılan bu doyurucu ve ufuk açıcı söyleşi kitabında okuyacağımız üzere, Murat Belge bütün bu tarihin yakından takipçisi. Ona göre, yeni bir dalga halini almaya yüz tutan bu milliyetçi saldırganlığın mücbir sebebi, ulus-devlete duyulan inancın son kırıntıları. Ulus-devlet, kurulurken nasıl milliyetçiliğe yaslanarak tarih sahnesinde boy göstermişse, çağımızda da çözülürken yine milliyetçiliğe yaslanarak diklenmeye çabalıyor.

Biliyoruz ki, ulus-devletini kuran hiçbir ülkenin geçmişinde temiz, kansız bir tarih yatmıyor. Fakat hiçbir ulusun kendi geçmişiyle yüzleşmeden, işlediği suçları kabullenmeden ‘uluslar ailesi’nde kansız bir gelecekle yer alması da mümkün görünmüyor.

Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni: Milliyetçilik
Agora Kitaplığı, 256 sayfa

















HARİKALAR ODASI
Georges Perec

Anlatı akrobatından küçük bir dev yapıt
Georges Perec’in ‘sanatsal vasiyeti’ diye anılan Harikalar Odası’nda, sahte tablolar üstüne sahte bir anlatının labirentinde ilerlerken, okur, yazarın harikalar evrenini belirleyen her öğenin tadına varacak: Oulipo, oyun, bilgi, ansiklopedi, ironi, gotik, gerçek, eğlence, hayalet, ayna, yansıma, keşif, yolculuk, masal, bengi dönüş ve diğerleri…

“Harikalar Odası” diye anılan tablolar öteden beri büyülemiştir beni. Kendi içinde bir müze olan, imge olan, bir dizi tablonun temsilini veren bir tablo düşünün; dahası, zaman zaman bu tabloların içinde bir dizi tablonun vb. temsil edildiği bir tablo daha oluyordu, birbirini izleyen tüm “tablo içinde tablo”lardan çok hoşlanıyordum.
Georges Perec

Harikalar Odası
Sel Yayınları, 88 sf.
Çeviren: Esra Özdoğan
Dizi: Roman

















MALUM DÜNYA
Edward P. Jones

Henry Townsend kunduracılıkla geçimini sağlayan bir köleyken, eski sahibi Robbins’in ona öğrettiklerinin ışığında, köle sahibi zenci bir çiftçi olmuştur. Henry’nin ölümüyle çiftlik dağılmaya başlar. Köleler gecenin örtüsüne bürünerek birbiri ardına firar ederler. Townsend çiftliğinin ötesindeki malum dünyanın çivileri teker teker dökülmektedir.

Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman arasında mekik dokuyan bu iddialı ve aydınlatıcı roman, özgür ve köle siyahları, beyazları ve Kızılderililerin hayatlarını tek bir kumaşta dokuyarak, kölelik kurumuyla yaratılan günümüzün çok boyutlu dünyasına daha derin bir kavrayış sunuyor.

“Derin bir şefkat ve az rastlanır yeteneklere sahip bir yazardan, ironiyi, hüznü, neşeyi, acıyı, gizemi ve malum dünyanın geçici insani varoluşunun can acıtıcı esprisini, okuyucuya mucizevi bir biçimde aktaran çok etkileyici bir kitap.”
[Peter Matthiessen]

Malum Dünya
İnkılap Kitabevi, 455 sf.
Çeviren: Murat Sağlam
Tür: Roman

















MUHABBET EVİ
Sadık Yemni

Bilinen dünyayla bilinmeyen dünyayı harmanlayan gerilim romanlarıyla tanınan Sadık Yemni’nin son romanı ‘Muhabbet Evi’ Everest Yayınları arasından çıktı.

“Yabancılaşmaktan, duyarsızlaşmaktan, vicdansız, duyarsız tüketim canavarı çocuklar yetiştirmekten, antidepresansız yaşayamamaktan korkuyorum. En çok da gereksiz yere benden korkan yerlilerden korkuyorum. Çünkü burada yaşıyorum. Burası benim elvatanım. Böyle bilesin.”

Sadık Yemni bu kez Avrupa ile Müslüman dünyanın gerilimini ele alıyor. Sinemacı Theo van Gogh’un Afrika kökenli bir Müslüman tarafından öldürülmesinden sonra iyiden iyiye yükselen İslamiyet karşıtı tavır ve Avrupa’daki Müslüman toplumun yüzleşmek zorunda kaldığı çelişkiler bu kitabın temel izleğini oluşturuyor.

Sadık Yemni, “medeni” Avrupa gerçeğinin içinde barındırdığı iki yüzlü değerler karmaşasını ve bu değerlerin kimiyle uzlaşıp kimiyle çelişen “yabancı”nın çapraşık durumunun yarattığı gerilimi ele alıyor bu kitabında. Karşıt duruma itilen iki dünyanın, Doğu ile Batının birbirine değdiği, birbirini tamamladığı açılardan gözlemlendiği ilginç bir roman Muhabbet Evi.

Sadık Yemni’nin gizemli dünyasına ilgi duyanların olduğu kadar, günümüz dünyasının bu derin yarılmasını da merak edenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap.

Arka Kapaktan…
Usta yazar Sadık Yemni’nin son romanı Muhabbet Evi, bu kez Amsterdam’da geçiyor. Hollanda’da sinemacı Theo van Gogh’un öldürülmesiyle yükselmeye başlayan yabancı karşıtlığından yola çıkan Muhabbet Evi, Avrupa gerçeğine içeriden bakmayı deniyor. Yabancıları içine almakta zorlanan Avrupa ile Avrupalı olmakla olmamak çizgisinde sıkışmış yabancılar arasındaki gerilim, Hıristiyan dünya ile Müslüman yaşam arasındaki yabancılık bu kitabın ana temaları. Ön planda ise her zamanki gibi Sadık Yemni’nin fantastik dünyası ve kahramanları var.

Sadık Yemni’den bir kez daha, somut dünya ile bilinmeyen, elle tutulamayan dünya arasında, gerilimle örülmüş bir roman: ‘Muhabbet Evi’.

Muhabbet Evi
Everest Yayınları, 197 Sayfa

















TIFFANY’DE KAHVALTI
Truman Capote

1940’lı yılların New York’unda hareketli cemiyet hayatı öğleden sonra barlarda içilen martinilerle başlar, Tiffany’de edilen şampanyalı kahvaltılar ile son bulurdu. Bu renkli hayatın ilginç simalarından Holly Golightly, küçük dairesinde erkek arkadaşları için verdiği ev partileri ile dikkat çekiyordu. Görünüşte eğlenceli ama yüzeysel bir hayat süren bir çocuk-kadın olan Holly Golightly’nin yaşamı çözülmeyi bekleyen gizemlerle yüklüydü. Genç bir yazar adayı ise bu gizemleri çözmek için çoktan yola çıkmıştı bile...

Truman Capote’nin bir klasik haline gelen bu uzun öyküsü filme çekildiğinde gizemli ve hüzünlü kadın karakteri ile sinemada da yankı uyandırmış, hem okurların hem de izleyicilerin belleğinde iz bırakmıştır.

Tiffany’de Kahvaltı
Sel Yayınları, 124 sf.
Çeviren: Meral Alakuş
Dizi: Roman

















SİYAMLI İKİZLER
Aydın Arıt

Bir bulmacanın şifrelerini çözmek için, başdöndürücü hızla kıtaları dolaşan bir gurup insanın polisiye maceralarını anlatan ‘Siyamlı İkizler’, türünün meraklılarını olduğu kadar, dönem kitaplarını ve tempolu maceraları sevenleri de eğlenceli bir yolculuğa davet ediyor.

İlk olarak 1953 yılında Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilen ‘Siyamlı İkizler’ okuyucuya, Çağdaş Türk Edebiyatı’nın kült romanlarından birini okuma şansını sunuyor.

Siyamlı İkizler
İnkılap Kitabevi, 368 sf.
Tür: Roman

















DANSÖZÜN ÖLÜMÜ
Şebnem Şenyener

‘Dansözün Ölümü’, bedeni örten tüller gibi sırlarla dolu bir yasak aşk cinayetini anlatıyor. Şimdiye dek hep erkek kalemine nasip olmuş açık saçık bir hikâye...

Şebnem Şenyener’in yeni romanı ‘Dansözün Ölümü’, soluk soluğa okuyacağınız bir polisiye. Mu, New York’un en ünlü dansözüdür. Gerçekçi Fransız ressam Gustave Courbet’nin, Osmanlı diplomatı Halil Bey için yaptığı ‘Dünyanın Kökeni’ adlı erotik yapıtı, Brooklyn Müzesi’nde ilk kez sergilenecektir. Açılışı ‘yedi tül dansı’ ile Mu yapar. Mu, aynı gece soyunma odasında, tablodaki modelin pozunda, bir resim çerçevesine yerleştirilmiş bir halde ölü bulunur. Edebî tutkularıyla tanınan Dedektif Simontaut, şüphelilerden biyolog Hircan’ı yazar Godolphin’i, menajer Şerif’i, plastik cerrahı Leroy’u, oyuncakçı Testo’yu ve ‘arzunun isimsiz filozofu Homunculi’yi sorgular. Birbirleriyle çelişen ifadeler, ‘yedi tül dansı’nın perde perde açılan tülleri gibi, tutkunun, aşkın ve utancın sürekli değişen yüzünü aydınlatırken, Simontaut, edindiği ipuçlarıyla cinayeti çözer.

İnsan zaman zaman durup bir düşünmek, nefes almak, rahatlamak ihtiyacı duyar. Bazen, mavi bir ufka bakarken, siyah bir göktaşına dokunduğumuzda, yüksek bir kayanın gölgesinde serinlerken ya da bir yelken direğinin altında sert bir rüzgârı göğüslediğimizde, karanlık bir mağarada damlayan suyun yankısında, yabani bir sesin tınılarında ya da gece karanlığında bazen bir kadınla bir erkek arasında giderilebilir bu ihtiyaç. Vaktiyle, milyonlarca yıl önce, atalarımızın yaşadığı vahşi topraklardaki hayatın yankısıdır bizi çağıran. Bu mercekte medeniyet ile tanışıklığımız henüz çok taze, hala çok genç. Yeni pabuç gibi dar. Yüreğimizi sıkıp sıkıştıran türden. Alıp veremediğimiz pek çok hesap içindeyken, vakti zamandan çalınacak bir nefes, kısa bir tatil bedenimizi kökenine yaklaştırır, özvatanına yatırır. Orada zevk hariç, boşaldığının hiç farkına varamadığımız, tarih öncesine ait bir yığın his yeniden dolar, tatmin bulur. Orada, onca sürede birikip de medeni karakterimize vuran deneyimin aksini görme, merhabalaşma imkanına kavuşuruz kısa bir anlığına da olsa. Şansımız varsa bu ziyaretten beş aşağı beş yukarı, yarım yamalak, belli belirsiz bir ifade yakalarız. Esip geçen bir koku, akıp giden bir su, düşüp eriyen bir kar tanesi türünden varlığı ile yokluğu kısacık anlara mahsus bir ifade. Kökene ait bir ifade. Okuyacağınız bu hikâye o ifadenin peşindedir. Beynimizde hani adresini hâlâ bir türlü bilemediğimiz, anahtarları, kilitli kapılarının arkasında asılı duran yığınla köşkten birisine nihayet bir giriş yolu açan ifade.

1866’da Paris komününün gerçekçi ressamı Gustave Courbet de, Osmanlı diplomatı Halil Bey için ‘Dünyanın Kökeni’ tablosunu yaptığında aynı ifadenin peşindeydi, bir köken arayışı içindeydi kuşkusuz. Modelinin başını, yüzünü, ayaklarını dışarıda bırakarak örttüğü bir gerçek yerleştirdi tablosunun merkezine. Bugün hâlâ kimsenin kimliğini tam olarak bilemediği kadın. O yıllarda yanında kalan ve dönemin iddialı pek çok ressamına modellik yapan İrlanda asıllı Joanna Hiffernan da olabilirdi bu model. Yüzü görünse de görünmese de ressamını kuşkusuz etkisi altına alan, “Beyaz Senfoni”nin, “Uyuyanlar”ın ve daha pek çok aynı dönem tablosunun başarısında rolü küçümsenmeyecek bir kadın. Uzun kızıl saçları, kalpleri ölümcül ağıyla kuşatan türden. Aynı yıllarda, kutsal yazımın kayıp yaratılış hikâyelerinin “Lilith”ini kızıl saçları ve elinde aynasıyla resmeden Daniel Gabriel Rossetti’yi etkisine alan estetik. Halil Bey’in Paris’teki metresi, salonunda, Flaubert gibi etkin sanatçıları, politikacıları, diplomatları ve tüccarları ağırlayan Jeanne de Tourbet de olabilirdi Courbet’nin gerçekçi resminin altında yatan. Kısaca kimliği hâlâ tartışmalı, dolayısıyla bugün hâlâ tabii bir mahrem ‘Dünyanın Kökeni’.

Courbet’den sonra, ilk sahibi Halil Şerif Paşa tabloyu kendi örf ve âdetlerine uygun yeşil bir örtüyle örttü. Sanat koleksiyonuyla kuşaklar boyu ailesini doyuran, Mısır doğumlu, Paris eğitimli, Yeni Osmanlıların koruyucularından olan Halil Bey’in giyinme odasında tuttuğu tabloyu özel misafirlerine yemek üstüne gösterdiği anlatılır.

Budapeşte’de Baron Francis Hatvany’nin koleksiyonuna geçtiğinde ‘Dünyanın Kökeni’nin üzeri bu sefer karlı bir şato tablosu ile örtüldü.

‘Dünyanın Kökeni’nin son sahibi “cinselliğin cinselliği” teziyle tanınan felsefeci Jacques Lacan. Tablonun bilinen son örtüsü ise onun eşi Slyvia Lacan’ın fikri.

‘Dünyanın Kökeni’ni, George Bataille’dan boşanmasına yol açan aşkı Lacan’a doğum günü hediyesi olarak veren sinema oyuncusu Slyvia, tabloyu Guitrancourt’daki banliyö evinde ziyaretçileri rahatsız etmeyecek şekilde rahatça asabilmek için, kızkardeşinin birlikte yaşadığı sürrealist ressam Masson’dan yardım istedi. Sürrealizmin iddialı üyelerinden biri olan Masson, ‘Dünyanın Kökeni’nin soyut bir kopyasını böyle üretti. Ve Courbet’nin gerçeği Masson’un “gerçekaltı”na yerleşti. Çerçevenin kenarından açılarak sürülebilen bir gizli mekanizma sayesinde.

Bugün görsel dağarcığımıza yerleşen pek çok ressamın çıplak modeline referans noktası olan ‘Dünyanın Kökeni’, sanatın gerçekle hesaplaşması çerçevesinde son derece önemli bir yer sahibi. İnsanın köken arayışının bir ifadesi olarak. Sonu körlükle biten her destandaki gibi bu arayışın sürekli örtüleduran üstünün hikâyesi.

Tablodan ilham alarak yapılan 20. yüzyılın belli başlı sanat eserleri en büyük müzelerde başköşede sergilenirken ‘Dünyanın Kökeni’ üstü örtülü hayatını sürdürdü 1987’ye dek. 1987’de New York’ta Brooklyn müzesinde “Courbet’ye yeni bir bakış” adlı sergide diğer eserlerin yanında, nihayet, ilk kez örtüsüz yerini aldı.

Nasıl oldu bu iş demeye gerek yok. Bu hikâyeyi bize, edebiyatta kökeni kaybetme endişesinin en önemli ürünü olan detektif anlatacaktır. Mahremi tamamen örtüsüz bırakan tek şey bir cinayettir çünkü. Cinayetle bozulan düzeni, adaletsizliği ise yeniden kurabilecek, düzeltecek tek kişi ise detektif. Bizim detektifimiz böyle doğdu, rahmetten. Ölüm dünyasının haritasından. Başkentli bir detektifin hatıratından. İhtiras, aşk, arzu ve nefretin yedi yüzü ile tanıştı Mu’nun dansında, onu örten tüllerin ardında.

Bu kitapta okuyacağınız hikâye insanın başına aniden vuran, onu alıp hayattan kaçıran, habersiz zamansız yakalayan, pençesine alan, beklenmeyen, asla sönmeyen, söndürülemeyen yasak bir aşka dairdir. Terleyen ellerin, titreyen nefesin, kızaran yüzün, sevincin, heyecanın, endişenin, korkunun, utancın, yürek çatlatan acıların ve insanın doktoru ile bile zor konuşabileceği arzuların sebebi bir aşk.

Kimyacıların, molekül biyolojisi, sinir fizyolojisi uzmanlarının içinden çıkamadığı, beynin en az on bir bölgesinde otuzdan fazla biyolojik kimyasal mekanizmanın ve yüzlerce özel genin devreye girmesiyle beliriveren tuhaf kaza ya da mucizedir bu hikâyenin sebebi. Bu konuda söylenmiş en eski sözden yola çıkıp tutkunun ve cinselliğin tehlikeli, karanlık, sisli, yokuşlu yollarında ölümle sonuçlanan bir serüvendir bu. O halde, hikâyenin anlatıcısı, cinayetle bozulan düzeni, adaletsizliği yeniden kurup, dengeyi sağlamaya yeminli detektiftir. Utancın, gizli duyguların üstünü örten örtüleri açarak cinayeti çözecektir detektif Bizim detektifimiz böyle doğdu, rahmetten. Ölüm dünyasının haritasından. Başkentli bir detektifin hatıratından. Sevdanın yedi yüzü ile tanıştı Mu’nun dansında, onu örten tüllerin ardında.

Dansözün Ölümü
Can Yayınları, 152 sf.
Dizi: Polisiye
Tür: Roman

NTV