BIST 9.390
DOLAR 34,43
EURO 36,29
ALTIN 2.837,00
HABER /  MEDYA

Bu gazeteciler neden evet diyor?

Dört kadın gazeteci. Dördü de 'evet'çi... Referanduma sayılı günler kala neden 'evet' dediklerini yazdılar.

Abone ol

İNTERNETHABER.COM- 12 Eylül'de yapılacak referandumda gazeteciler oylarının rengini açıklıyor. İşte onlardan dördü de bugün köşelerinden 'evet' oyu vereceklerini ilan etti.

Bunlar Sabah yazarı Nazlı Ilıcak, Habertürk yazarları Amberin Zaman, Balçiçek Pamir ve Nihal Bengisu Karaca.

HSYK'NIN YAPISININ DEĞİŞMESİ

Sabah yazarı Ilıcak üç maddede topluyor evet nedenini? "Benim için en önemli değişiklik, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) yapısının değiştirilmesi" Ilıcak'ın ilk gerekçesi. Ergenekon davasının önünü kesmekle eleştirdiği HSYK'nın değişecek olmasını olumlu buluyor.

ASKERLERİN SİVİL MAHKEMELERDE YARGILANMASI

Mevcut bir çok davada adı geçen asker sanıkların hiçbirinin askeri mahkemelerde yargılanmayacak olması da Ilıcak'ın bir diğer dayanağı...

12 EYLÜL DARBECİLERİNE HESAP SORULMASI

Ilıcak için önemli olan bir diğer husus da geçici 15. maddenin kaldırılması.  12 Eylül darbecilerinden hesap sorulacak olması da Ilıcak'ın üçüncü gerekçesi oldu:

"Çok sayıda dava açılabilir ve referandum "evet" ile sonuçlanırsa, halk iradesinin verdiği destekle, muhtemelen, mahkemelerden "zaman aşımı yok" sonucu da çıkabilir. Böyle bir gelişme olmasa dahi, halkın "12 Eylülcüler hesap versin" diye sandıkta tepkisini ortaya koyması bile, demokratik bir mesajdır."


Nihal Bengisu Karaca'nın 'evet' için hangi özel nedenleri var?

[PAGE]




Nihal Bengisu Karaca (Habertürk): 'Evet'imin kişisel ve
bencil nedenleri

 Dedem deli gibi rakı içermiş, bazen de votka. Alkol komasına girecek kadar. Arkadaşları da öyleymiş, ne oluyorsa hep beraber. Yıllar yılları kovalamış, olgunlaşmış, içkiden soğumuş, dine meyletmiş. Bu meyil, "sakıncalı" bir kitabı incelerken başka bir asker tarafından görülmüş. Sonra bitmek bilmeyen tayinler. Oradan oraya sebepsiz, sürgün gibi değişiklikler.

Yıllarca. Son tayin edildiği yerde dosyasını inceleyen üstü, "arkadaş sen neymişsin yahu?" diye takılmış bir gün. "Nereye gitsen, senden evvel bir yazı gidiyor, bize de geldi. Sahi, söylesene, neydi o kitapçıda baktığın kitap?" O kitap, Hüseyin Hilmi Işık'ın İslam Ahlakı kitabı.

Dedem o gün karar vermiş olabildiğince çabuk emekli olmaya. Şükür ki, emekli olabildi dedem, çünkü anneannem başı açık bir öğretmendi. "Yeterince" firesi yoktu dedemin. Neden bu kadar erken, sorusunu geçiştirirdi. O sustukça, dedemi yoldan çıkaran(!), sonraları başını da örttüğü için öğretmenliği bırakan anneannem sazı eline alır, "Konuşsana, seni takip etmediler mi, peşine adam takmadılar mı, hâlâ toz kondurmuyor sevgili ordusuna, şuna bak!" diye heyheylenir, dedemin "fişlenmişliğini" yüzüne vurur, adamı utandırırdı.

Anneannem "sistemi" anlamış ve ona o kadar öfke duymuştu ki, hayatının büyük bir bölümünü "cumhuriyet kadını bir öğretmen hanım" olarak geçirmiş olmasına rağmen, notları bir hayli iyi olan kızlarını üniversiteye göndermedi. Annem ve teyzem, yapılmış saçlar ve kısa eteklerle dolaştılar, akşamları sinemaya gidebildiler ama üniversiteye asla! Üniversite, sistemin kalbiydi çünkü. Teyzem anneannemi uzun yıllar affetmedi.

Babamın hikâyesi de benzer. Cumhuriyet "projesinin" imkânları sayesinde, hayata iyi bir yerden başlamış, Gümülcine'den kazanıp geldiği maarif kolejini Atatürk sevgisiyle ve hayranlığıyla tamamlamış ve fakat cumhuriyetin "sahipleri" tarafından fark edilen nitelikleri dolayısıyla burnundan getirilmiş bir adam.

ODTÜ Mimarlık, sonra Hacettepe Tıp, resim yapılır, enstrüman çalınır, okul derece ile bitirilir, fakat üzerinize afiyet bir kusur var: Namaz! Bu durum egemen Kemalist düşünce tarafından "devlet düşmanlığı" ile kodlanmak, sol çevre tarafından "Aa sen faşistmişsin" ifadesiyle itham edilmek için yeterli. Allah'a şükretmeyi faşizmle, mürtecilikle, devlet düşmanlığıyla, İrancılıkla, ilintileyen çarpık "aydınlanma"nın sonucu yine aynı:

Fişlenme, "kadro yok"lar, gittiği yere kendisinden önce giden "bilgi notları", vakit kaybı, emek kaybı, ekonomik güçlükler vs. Bir flashback. Yıl 1976. Sistem tarafından henüz o denli fark edilmemiş olan babam ve ben oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyoruz, mutluyuz. Bir tablo hatırlıyorum sonra. Babamın yaptığı. Başı çerçeveye girmemiş olan kırmızı yağmurluklu bir kadın, tuhaf tuhaf bakan ıslak bir şempanzenin elinden tutmuş, ıslak bir caddede yürüyor...

Çok güçlü ve bir o kadar güzel bir resim. O tabloyu yaptıktan sadece sekiz yıl sonra Babalar Günü'nde aldığım bir after shave'i, "Benden nefret eden adamların, dinden de nefret eden kibirli adamların kokusu bu.
Bana bir daha böyle hediyeler alma!" diyerek reddeden, ailesini terk ettiğini henüz fark etmemiş bir adam var karşımda.

Hani diyorlar ya, solu bitirmek için İslamcılığı desteklediler, filan... Nereye gelmiş bu destek ben hiç görmedim. Bizim sülaleye hiç uğramadı o "ferahlık". 28 Şubat döneminde YAŞ kararıyla ordudan atılan 3 binden fazla askerin neler yaşadığını ise tahmin bile edemiyorum. Şofben satıp pizza dağıtmak zorunda kalmış binbaşıları biliyorum da, aile hayatları neye dönüşmüştür, bilmiyorum. Bildiğim, Cumhuriyetin verdiği hakların ve imkânların; "sahiplerinin" ördüğü dikenli teller yüzünden çizik çizik olduğu. Çocukların; devletin terk ettiği, cumhuriyetin terk ettiği erkekler ve kadınlar tarafından terk edildiği.

Tekrar tekrar terk edilmesi insanlığın.
Sandıktan "evet" çıkması demek, tedavi eden bir cumhuriyetin başlaması demek. "Halk'ın vatandaş olması demek.
"Vatandaş" olmak demek, ebeveynlerin büyümesi demek; terk edilmemesi gerektiğini anlamaları çocukların. Benim "evet"imin kişisel nedeni budur.

Balçiçek Pamir'in başı belaya girecek mi?

[PAGE]

Balççek Pamir (Habertürk): Oyumu açıklıyorum, başım belaya girer mi?

Son günlerde "Hayırcılarda yeni bir moda var. Özellikle meslektaşlarımda...

Diyorlar ki, "Hayır deyince iktidar aleyhine oy kullanmış oluyorsun, bu iktidarın muhalefet edene gösterdiği tavır net, o yüzden başımız her an derde girebilir. Her an dışlanabiliriz, her an işimizden atılabiliriz". İnanıyorlar mı yoksa bu dönem öyle mi gerektiriyor gazetecilik duruşu açısından bilemem. Ama şunu biliyorum bugün burada açıkladığım oy rengi sayesinde benim yaşayacaklarım, hayırcıların yaşayacakları mahalle baskısı ve itilmiş kakılmış tavır açısından solda sıfır kalacak. İnanın! Dün Sözcü Gazetesi referandumda "Evet" vereceğimi yazmış. Daha ben bile kafa karışıklığı içerisindeyken... Daha ben bile karar verememişken... Loto gibi bir şey olmuş yani! Ama iyi tutturmuşlar! Dün telefonum susmak bilmedi. CHP'nin önde gelen ve değer verdiğim isimleri tek tek aradılar. Bayramımı kutlamak için değil elbette. Ne yalan söyleyeyim, babasına yakalanmış suçlu çocuk psikolojisine girdim.
"Ne, sen evet mi vereceksin yani?" diye soranlara bir-iki şey geveledim... Geveledim de... Olmadı... Telefonun diğer ucunda göremediğim kaşlar havaya kalktı birden, biliyorum, hissettim. İyi ama bu iş parti işi değil ki! Dün aynaya baktım uzun uzun... Ve niye "Evet" diyeceğimi düşündüm.
Bir gece yarısı evimizden götürülen TİP'li babam için mi mesela? Çok değil yedi yaşındaydım sadece... Ya da iflah olmaz bir iyimser olarak demokrasinin hâlâ siyasette gizli olduğuna inandığım için mi? Yargıyı ele geçiriyorlar mantığında, benim seçtiğim olsun olmasın, seçilmişlerin atanmışların önünde gelmesini arzu ettiğim için mi yoksa?
"Bütün kötülüklerin anası siyasettir!" cümlesini benimsemediğim için mi? Hâlâ umudum olduğu için mi? Belki de başkadır nedeni... "Sahiden inanıyor musunuz bu değişikliklerin 12 Eylül'ü yargılayacağına?" sorusuna inat olabilir mi? Hiçbiri değil galiba... İtiraf edeyim... Asıl neden başka.
Çok değil 10 yıl sonra örneğin bir üniversitede, örneğin öğrencilerle sohbet ederken, bıyıkları yeni terlemiş bir delikanlının "Özgürlüklerden bahsediyorsunuz ama siz referandumda hayır oyu vermediniz mi?" cümlesine muhatap olmamak için. Yani sadece kendimi düşündüğümden...
O gün orada cunta anayasasının değişmesine "Evet oyu verdim" demek başka, "Hayır verdim ama..." diye başlayan monologu sürdürmek başka... "Ama"sını dinlemezler... Asla! Haklılarda! O yüzden sevgiyi okuyucu oyum "Evet"tir... Her şeye rağmen... Her şeye rağmen ne mi demek?
1- Bu oy sayesinde AKP'li olarak anılacağım orası kesin. Ama ne dün, ne bugün ne de gelecekte, o partiye oy verme şansım sıfırın altındadır.
2- Vatan haini kabul edileceğim. "Gün seferberlik günüdür, Balçiçek delirdin mi sen?" diyenler sadece kaş kaldırmakla yetinmeyecekler, müthiş bir mahalle baskısı gelecek, hissediyorum.
3- İşin kötüsü hem enayi yerine konulacağım hem de zekâma hakaret edilecek. Kim tarafından mı? Kuşkusuz AKP tarafından...
Çünkü sunulan Anayasa değişikliğinin özgürlükler edinme yolunda en büyük adım olmadığının da farkındayım. Üstelik bu Anayasa ilk defa değişmiyor ki... Ne kamu çalışanları, ne kadın, çocuk ve özürlü hakları tam... Yetmez! Üstelik yargıdaki Adalet Bakanı motifi ısrarını da anlamış değilim! Ama yine de yapamıyorum sevgili okur. Siz bunu bir dertleşme kabul edin. Aramızda kalsın lütfen.
Aynaya bakıyorum ve bir Cunta Anayasası'nın değişmesi için "Hayır" oyu verebileceğime inanmıyorum. Mümkün değil. Varoluşuma aykırı öncelikle.
Sonra dostumu düşünüyorum 12 Eylül Diyarbakır Cezaevi'nden kurtulan nadir adamlardan birini, Selim Dindar'ı... Dün oğlu aradı, bayramımı kutladı, Heja konuşurken bir kazayla kaybettiğimiz Selim geldi aklıma... Nasıl hayır derim? Hadi dedim, nasıl açıklarım, nasıl anlatırım? Önce kendi inanmadığım bir şeye? İster duygusallık deyin, ister gereksiz idealizm... Ne derseniz deyin, sevgili okuyucu oyumun rengi bellidir.
Yolunu yordamını beğenmememe, içeriğini yeterli bulmamama rağmen, Anayasa değişikliğine "Evet" diyorum. Çünkü içimden başka türlüsü gelmiyor!

Amberin Zaman'ın 'evet' gerekçesi ne?

[PAGE]

Amberin Zaman (Habertürk) : Hayır! Ih ıh boykot! Yoksa acaba? Evet! Evet! Evet!

Pazar günü Allah kısmet ederse sandığa gidip birçoğunuz gibi oy kullanacağım. Meseleyi uzun uzun tarttım. Bazen "hayır" diyesim geldi.
Özellikle Başbakan'ın "hayırcılara yönelik sarf ettiği aşağılayıcı üslup beni çileden çıkardı.
Kürtlerin taleplerinin hiçbir şekilde kale alınmaması da boykot fikrine yaklaştırmadı değil. Ama en sonunda "evet" demeye karar verdim. Çünkü öngörülen değişiklikler hiçbir şekilde yeterli olmamakla birlikte demokrasi çıtasını yükseltiyor. Sil baştan bir Anayasa yazmanın önünü açıyor. Militarizme darbe vuruyor.
Darbeciler bundan böyle sivil mahkemelerde yargılanabilecekler. Bu başlı başına bir devrimdir.
Hayırcıların kullandıkları temel argüman AK Parti'nin Anayasa reform paketi eliyle laikliğin son kalesi olan yargıyı ele geçirmeyi planladıkları yönünde. Oysa 1980 darbesi yadigârı olan mevcut hukuk sisteminin çoğunlukla statükoyu muhafaza etmek üzere çalıştığı apaçık ortada. Avrupa'da Anayasa hukuku alanında önde gelen otorite olarak kabul edilen Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu Başkanı Gianni Bucjuicchio Zaman Gazetesi'nin Brüksel temsilcisi Selçuk Gültaşlı'ya ifade ettiği gibi şu anda yargıda bir nevi "kast sistemi" var.
Bucjuicchio bu konuda bakın neler diyor: "1982 Anayasası'na göre Danıştay ve Yargıtay mensupları Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu (HSYK) seçiyor.
Karşılığında HSYK da onları atıyor." Yani körler ver sağırlar birbirlerini ağırlar vaziyetinden söz ediyoruz. Görüşlerine biat etmeyen savcılar ve yargıçlar Şemdinli örneğinde en çıplak haliyle sergilendiği üzere meslekten men edilebiliyor. Sahi zavallı Ferhat Sarıkaya nerede? Hani Şemdinli iddianamesini kaleme alan eski Van Cumhuriyet Başsavcısı?
Neyle geçiniyor bilen var mı? Ya Kenan Evren yargılanmalı dedi diye 2003 yılında HSYK tarafından şutlanan Adana Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu?
Bir de yargı siyasallaşacakmış.
Çünkü şu anda son derece tarafsız? Öyle mi? Getirilen değişiklikler sayesinde hem Anayasa Mahkemesi'nin hem de HSYK'nın tabanı genişliyor. Parlamento da artık üye atayabilecek. Cumhurbaşkanının da atadığı üye sayısı artırılacak.
Böylece daimi tıkaç görevini sürdüren yargıdaki statükocu zihniyetin egemenliği artık son bulacak.

Hayırcılar diyor ki Meclis'te çoğunluğu bulunan parti böylece yargıyı ele geçirecek. İktidarda AK Parti olduğu için dincileri atayacak. Burada bir mantık hatası var. AK Parti memlekete kazık mı çaktı? Ebediyen iktidarda mı kalacak? Seçimle geldikleri gibi seçimle gideceklerdir bir gün. Sivil diktatörlüğe doğru hızla yol alıyoruz, Tayyip Erdoğan'ın padişahlığını ilan etmesine ramak mı kaldı? Anayasa paketinin de bu planın bir parçası olduğunu iddia edenler var.
Erdoğan'ın üslubu, en ufak eleştiriye karşı dahi sergilediği tahammülsüzlük ve medyaya yönelik baskıları elbet de otoriter bir zihniyeti çağrıştırıyor. Laik kesime hayat tarzlarına dokunulmayacağı yönünde yeterince ikna edici açıklamalarda bulunmamış olması da Başbakan'ın bir diğer eksiği. En son milli basketbol maçında ponpon kızların Erdoğan'dan saklanılması bu tür kaygıları daha da perçinliyor.
Zannederseniz kızlar striptiz yapıyorlar. Peki, Erdoğan laik kesimi ferahlatıcı söylemlerde bulunsa onlar dinlemeye hazırlar mı? Pek emin değilim. Zira öylesine şartlanmışlar ki Erdoğan karşılarında bir şişe Johnnie VValker devirse dahi "takiye yapıyor" derler gibime geliyor.
Problem kısmen de laik ve muhafazakâr kesimin aynı sosyal ve kamu alanlarını paylaşmalarından da kaynaklanıyor. Bu özellikle üst gelir kesimi için söz konusu. Birbirlerini tanımıyorlar.
Geçenlerde sevgili Bejan Matur'un Zaman Gazetesi'ndeki köşesinde belirttiği gibi aradaki bu duvarları en iyi kadınlar yıkar.
Birlikte katıldığımız Pakistan gezisi esnasında Camiine Koç ile Başbakan'ın eşi Emine Erdoğan birlikte selzedeler için ağlarken tam da böyle bir tablo sergilediler.
Evet, ben "Evet" diyeceğim.
Ancak referandumdan ne çıkarsa çıksın AK Parti reformların peşini asla bırakmamalıdır. Ve özellikle Kürt sorununun çözümüne yönelik çabalarını yoğunlaştırarak sürdürmelidir. Zaten ülkemizin en ağır problemi olan Kürt sorunu çözülmedikçe istediğimiz kadar sandığa gidelim gerçek bir demokrasiye asla sahip olamayız.
Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum.