Gönderilmemiş Mektuplar’ın yönetmeni Yusuf Kurçenli: "Ben bu filmi kendim için yaptım" dedi.
Abone olYusuf Kurçenli, başrollerini Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın oynadığı Gönderilmemiş Mektuplar adlı filmin yönetmeni. Şöyle bir ağız tadıyla güzel güzel ağlarım da içim açılır diye gidip de bir damla gözyaşı dökemeyince, bunun hesabını sormaya karar verdim. Kurçenli o kadar hoşgörülü bir beyefendi idi ki, onunla didişmek büyük zevk oldu. Akıtamadığım gözyaşları ona helal olsun... Röportajı tamamen filmin üzerine kurmam, seyretmeyenleri zorlayabilir belki; ama ben filmi anlatmaktan çok seyretme eylemini konu aldım. Bu söyleşiden sonra filmi merak edenler olursa yönetmeni mutlu ederler. Bana gelince, Kurçenli ile buluşmamıza tanık olduğunuz için ben zaten mutluyum... Yaptığınız filmi beğendiniz mi? Bu tonda yerli, insanların iç dünyalarına bakan, oyunculuğa dayalı, kamera hareketleri, büyük trafiklerden kaçınan, özenti izi taşımayan bir film yapmayı önemsiyordum. Bunları büyük ölçüde yaptım. Anadolu insanının karar veren, onları uygulayan, geleceği programlayan insanlar olmadığını düşünürüm. Benim kahramanlarım da öyle. İzninizle, sizden bu filme harcadığım zamanın ve verdiğim beş buçuk milyon liranın hesabını sormak istiyorum. Bu film biraz demode gibi geldi desem, bana kızar mısınız? Özellikle replikler. Yoo. Cem’in ve Gülfem’in ağzından size demode gelen cümleleri duyabilirsiniz. Ama, mesela Ceren’in ağzından duymazsınız. O replikler geçmişin baskısı altında yaşayan insanların ruh hallerine bağımlı seçilmiş cümlelerdir. Konunun moderni demodesi olmaz. Onun işlenişidir, insanlara iyi veya kötü gelen. Neden koca olması gerekiyor, sevgililerin arasını bozan ve aradan çekilmesi için de ona ille de bir “kötülük” atfedilen? Katılmıyorum size. Ali beylik kötü adamlardan bir hayli farklı. Gülfem’i tutkuyla seven, o yüzden de yirmi yıl önce gençlik yıllarında Cem’i ihbar eden, hatasını temizlemek için de sevdiği kadına, onun kızına ısrarla iyi davranan bir insan. Ama kocanın gelgitleri verilmemiş. Bence Ali çok yüzeysel kalmış. Bir kere daha seyredin filmi. Bağırmayan, çatışmaları kalın çizgilerle koymayan filmlerin bir kere daha seyredilmesi iyi sonuç veriyor! Kocanın ne işle uğraştığı belli değil. Sadece onu gemi maketi yapan bir adam olarak görüyoruz. Ali bir taşra aristokratı. Bir tersanesi var. Fakat onu çekemedik ve işi o yüzden eksik kaldı. Hatta bir yerde tersaneye geldi, bir tekne yapmaktadır. “Onun rengine karar verelim.” der. Ama yetmedi tabii bu. Bana çok şematik gelen sahnelerden biri de, kocanın her ağacın arkasından, her tepeden, hayalet gibi Türkan’ı ve Kadir’i izlemesi. O dediğiniz izleme, filmin bir sahnesinde iki plandır. Ama sizde böyle bir izlenim vermesi, o karakterin çok iyi oynandığını gösterir. Kocanın, ihbar ettiği adamın yirmi yıl sonra dönüşüyle ilgili hiçbir heyecanına şahit olamadık. Niye heyecanlansın? Çünkü o ihbar etmiş. Cem gittiği için o kadını alabilmiş. Size filmi tekrar seyretme işini tekrar söylüyorum. Gelen o değil, kardeşi Cemal. Cemal de olsa sandığı, Ali’nin heyecanlanması lazım. O ihbarın ortaya çıkması çok önemli bir şey değil. Zaten bir başkası ihbar etti sanılmaktadır. Öyle bir telaş yerine, Gülfem’i kaybetme telaşı öne çıkar. Siz bir film yaparsınız, ihbar eden adamın korkusunu önemsersiniz, bir başkası önemsemez. Filmleri farklı kılan şey budur. Mesela ben orada, “Aa o Cem miymiş?” gibi bir diyalog bekledim Gülfem’le. Direkt bunu sormaz; ama onun kaygılandığını bilen Gülfem ona açıklamalar yapar. “Gitmesini söyledim, gidiyor.” der. O da “Sana güveniyorum.” demekle yetinir. Çünkü konuşkan ve duygularını açan bir insan değildir Ali. Ama bu sizin kafanızda. Onun böyle olduğunu biz bilmiyoruz ki. Kocanın yeterince çizilmediğini söylerken bunu söylemek istiyordum işte. Bu elbette tartışılır; ama onu bu dozda tutma benim seçimimdi. Sevgililer, birileri onları yakalasın diye mi, ille de pencerenin önünde öpüşüyorlar? Onlarca Türk filminde vardı bu sahne. Filmi bir daha izleyin! Araba evin önüne geliyor. Kız annesinin arabasını görüyor, şüpheleniyor ve arka bahçeye geçer. Cem, pencereyi açıp bakarken arka avludan öne doğru kaçtığını görürüz. Orası başka insanların görebileceği bir yer değil. Bir gün önce anne, perdeleri değiştirmeye karar verir ve onu çıkarır. Tül yarı aralıktır. Filmde kızın onları gördüğünü de görmeyiz. Sadece cama bilezik atılır, sonra anlarız ki Ceren onları görmüştür. Onun gözü gibi bir plan vardır; ama bakan şeyi görmeyiz. Ne fark eder? Kız gördü, biz onu biliyoruz... Planlanmış bir sevişme değildir o. Bir hesaplaşma içinde spontane durumdur. O yüzden pencerenin önünde öpüşüp öpüşmeme önemli olmaktan çıkar. Türk filmlerine saldırıp durmayın! Bütün filmlerde bu vardır. Dramanın yürümesi için olağandışı bir şeyler yapmak lazım. Kadının arabası, adamın evinin önünde park eder. Kız da oradan geçer. Yani tesadüfün bu kadarı! Kız oradan geçmiyor, adama geliyor. Adam gidecektir. “Konser akşamı gitmeden görüşürüz değil mi?” der kıza Cem. O da “Tabii, size adresimi vereyim.” der. Kız adama hayranlık duyar. Adresini vermek için oraya geliyordur. Tesadüf değil. Tam da annenin orada olduğu bir zamana gelmesi tesadüf değil mi yani? Hayır, iki insan bir sebeple yere gidiyor ve orada karşılaşıyorlar. Bu kadar mantıklı bir gerekçeyi eğer sinema kullanmazsa drama yapılamaz. Bir tek “Sana baba diyebilir miyim amca?!.” demedi kız. Tek yenilik bu kez baba doğrudan gitti, “Senin baban benim Ceren.” dedi. Bu insanı ağlatmıyor, güldürüyor. Esef ediyorum size! Şimdi “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” de isterseniz komik olabilir. Ceren’in temel açmazı, baba dediği, Cem’i ihbarını bile öğrendiği zaman, onu sevmeye devam ettiği bir adam var. “O benim babam mı baba?” diye sorması bence dünyanın en güzel diyaloglarından biri. O da döner, “evet” der. Onun üzerine sarılır, “Benim babam sensin, her zaman senin yanında olacağım.” der. Buradaki komiklik filmden değil, sadece bir klişenin kafalarda devam etmesinden ileri geliyor. Cem’e gelelim. Sevgilisini karnında bir çocukla bırakıp gider, yıllar sonra öğrenir. Bunu da defalarca gördük Türk filmlerinde. Olsa ne olacak? Türk filminde olur, İrlanda filminde de olur. Ama bayat geliyor artık insana? Niye? Yirmi yaşında bir kız bir adamla yatarsa hamile kalabilir. Bunun bayat bir tarafı yok. O hengame içinde adam bunu bilmiyordur. Zaten “Bilseydim kaçmazdım.” der. Hala tiplemesini çeksek, alsak, film çöker mi? Çökmez tabii. Taş konağın bir devamıdır hala. Geçmişte debdebeli bir dönem, bir aristokrasi kokusu veren bir binadır. Ve belki de Gülfem’le Ali’nin evliliğini tasvip etmiyordur ve Gülfem’i küçümsüyordur. Bir de hala ihbarı yapıyor sonunda. Ben ihbarı halanın yaptığını anlamadım. Yani o bir ihtimal olarak anlaşılır. Orada fluluk var, ikinci ihbarı da koca yaptı gibi anlaşılıyor... Bu sefer beş buçuk milyon liranızı ben vereceğim, bir daha seyredeceksiniz filmi. (Gülüyorum) Peki. Sinan Çetin “Yönetmenlik bir antrenman işidir. Ben film çekmediğim zaman, kurdeşen dökerim.” diyor. Siz 94’ten beri film yapmıyorsunuz. Ben bu arada otuz sekiz bölüm Baba Evi diye bir dizi, iki tane belgesel yaptım. Çok antrenmansız kalmadım. Gelişigüzel iş yapma yerine ben yapmamayı tercih ederim. Pekala antrenmansız kalıp, bir filmi daha iyi düşünme imkanı bulabilirsiniz. Türkan, Kadir’in teslim olacağını duydu, kocasının onu ihbar ettiğini öğrendi, onu durdurmak için koşuyor sokaklarda; ama biz çevresinde insan görmüyoruz. Halk baksın, heyecanlansın istiyor insan. Madem bir kasaba filmi. Benim kasabam; ama bu. Gala seyircileri de böyledir. Filme kendini bırakmamanın, ‘hangi öküzün altında buzağı göreceğim’ kaygısının kaçınılmaz başarısı bu. Kadir mektupları kıza bir dakika evvel “vermeyeceğim” diyor, bir dakika sonra cırt diye radyoya geliyor. Tereddüdüne şahit değiliz... Kadir’in mektupları vermesi, gidecek olmasından ve Gülfem’e seslenmek istemesindendir. Bu tereddütten öte bir şeydir. Öyle bir karakterdir Cem. Filme adını veren mektupların filmde esamesi yok. Bir tek mektubu bile biz, baştan sona kadar dinlemiyoruz. Adamın iç dünyasında kadının nasıl değerlendirildiğini, başından geçen olayları öğrenemiyoruz. Tabii, bunu öğrenseydik, bu filmi yapmaya lüzum kalmazdı. Mektubu sadece Ceren okur ve bir kısmını duyarız bu mektubun. Ben yazsam senaryoyu, film boyunca okurdu kız o mektupları. Çok demode bir film yapmış olurdunuz. Gerçekten, tavsiye etmem. (Gülüyor) Bu film bir gidiş öyküsü olarak tasarlanmış sanki. Sonra kavuşma öyküsü yapılmış, bir kararsızlık var. Siz hangi filmden bahsediyorsunuz?!. Bu filmde gidememe var. Gitmek zorunda kalan, sonra geçmişini derinden özleyen, vurgun yemiş bir insanın hikayesi bu. Gitmek üzerine bir şey yok. Bu sizin tasarımınız, benim tasarımım değil. (Gülüyor) Aynayı uçurumdan fırlatmaya karar vermesi gitmek değil mi? Evet. Aynı zamanda kız, Uruguay’a gidecek. Gülfem, Cem’e “git” diyor; ama kimse gidemiyor, yine bir buluşma hikayesi oluyor. Cem, ona “git” diyen annesine ve Gülfem’e kırılmıştır. Tuttuğunu koparan bir insan değildir. Annesi konuşmaz onunla. Annesine mektup yazar: “Sana ve Gülfem’e sarılmayı ne kadar çok isterdim. Ne çok özledim kardeşimi, babamı. Ne mutluymuşuz o günlerde.” der. Bunu sizin söylediğinize benzer şekilde kafa sesi olarak da, sizin hatırınıza, önden böyle bir şey yapmışım. Allah razı olsun yani. (Gülüyor) Demek başıma gelecekleri bilmişim! Gülfem’i sevdiği için, gittiği yerde yalnız ve zayıf olduğu için geçmişini özlüyor. Gitmek o yüzden zordur. Nitekim gidemez ve “ben Cem’im” diye teslim olur. Zamanaşımına iki gün kala, gidip de teslim olmanın mantığı yok. Dünyada kimse böyle bir şey yapmaz. Kahramanlar böyle yapar. Yani annesine çok kızan bir çocuğun intihar etmesi gibi düşünün. Bunun Gülfem’i acıtacağını düşünür, ona ceza verir. Yani pes ettirdiniz beni! Dövüşerek film seyredilmez, siz öyle yapmışsınız. Böyle öküz altında buzağı arama şampiyonluğu yaparak bulabilirsiniz bazı şeyler; ama gerçekten teslim olmak lazım filme. Şu gıcırtı sesinin 20 yıl unutulmamasına da isyan ettim. Çok açık bunlar filmde Allah aşkınıza! Bir ihbar yapılıyor ve o evden yapılması bir olasılık olarak ortaya çıkıyor. Türk filmlerinde daima çekmecede silah durur. İşler kötüye gidince, o çekmecenin açılmasını, adamın elinin silaha uzanmasını görürüz. Yine bunu görmek üzdü beni. O tabanca bir karede görünür, ne kendini vurur ne de bir başkasını. Kız babasını hayata bağlamak için sevgiyi tartışır babasıyla ve “Sevmeklerden acılar çıkmış, ne şanssızlık.” der. Cem’i de sevebileceğini; ama ona olan sevgisinin bitmeyeceğini, seven bir insan olarak annesini de anlaması gerektiğini söyler babasına. Ona itirazım yok. Ama Ali’nin silaha elini uzatmasına itirazım var. Olabilir. Şimdi bu güneşin altında söylenmemiş laf yoktur. O silahla sevgi yan yana gelir ve silah artık şablon olmaktan çok uzaklaşır. Kadir’in Türkan’ın konser vereceği yere gelmesinin filme katkısı ne? Tam da o pencereden bakarken, onların şarkılarının söylenmesi. E pes yani yine! Cem niye geldi oraya? Siz istediğiniz için! Olur mu! Önceki sahnede, annesine gideceğini söyler. O da ona, “Ceren senin kızın.” der. Duymadık öyle bir laf. Bunu ağzından duymayız; ama anlarız ki, anne ona söylemiştir. O da Gülfem’le hesaplaşmak üzere oraya gider. Bu şablonlardan korkmam ben. Bu “baba” laflarını senaryoda yazarken, bazı insanlar için bu şablonda alınacağını bildim, ona rağmen yazdım. Birçok insan da beni sahiden aptal sanıyor. Estağfurullah. Filmi, seyirci için yapmıyor musunuz? Hayır. Kendim için yapıyorum. Bunun seyirciye denk düşmesi beni mutlu eder. Dedemin bir lafı vardı: “Yaşadığım kadar yaşamayacağım” derdi. Ben de hayatın zor kısmını geçtim. Sol eğilimli olduğunuzu biliyoruz; ama fikri dünyanızı fazla tanımıyoruz. Türkiye İşçi Partisi’ne yakın olmuştum. TRT’de iken MC’ler döneminde her zaman beni bir yerlere tayin ederlerdi. Bugün herhangi bir örgütsel bağım yok; ama yine insanların mutluluğunun oralarda olabileceğini, bir Rönesans öncesinde olduğumuzu, mülkiyet meselesini insanların çözeceğini, birbirleriyle ve evrenle barışabileceğini düşünüyorum. İnsanlığın ölümü düşüneceğini hissediyorum. Öleceğini bilen insan haris olmaktan vazgeçer. İnsanlar korktukları için ölümü yeteri kadar düşünmüyorlar. Dini telkinler hatırlatır bunu insana; ama yine de öbür dünya tehdidi yüzünden insanlar bunu düşünmekten korkarlar. O telkinler, göklerden değil de, bizzat insanın içinden çıkmaya başladığı zaman, insanlığın kendini ciddi biçimde sorgulayacağını düşünüyorum. Bu, tık diye olabilir. Bunun için bilgi eksikliği yok. Sadece korkulan bir şeye bakma, bir eşiği geçme meselesi bu. Siz nasıl dikkat ediyorsunuz ölüme? Kötülük yapmıyorum. Din kaynaklı değil; ama ben mümin tanımına uyduğumu düşünüyorum. İyi bir insan olarak anılmayı önemsiyorum. Annem beni “benim oğlum iyidir” diye terbiye ederdi. Bu, beni iyi olma ile sınırladı. Adeta, bir göz tarafından kontrol edildiğimi düşünürüm. Ama bunu bir Tanrı referansı ile yapmam. Korkuyor musunuz yoksa Tanrı’dan? Yok. İnsanlığın ortak bilinci gibi bir şey var kafamda. Tanrı kontrol ediyorsa orada bir tehdit var. Beni cezalandıracak kimse yok, ona rağmen bir vicdan tarafından kontrol ediliyorum. Bir dindara göre daha özgürüm. Siz imam hatip mezunu musunuz? Yok. Ben Kur’an kurslarına gittim. Bazı duaları bilirim. Filme dönelim. Bir aşk öyküsüne ağlamak kadar haz veren bir şey yoktur. Ama ağlayamadım ben. Beni ağlatamadığınız için suçlusunuz. Çok kişi ağladı. Siz seyirci olmayı bir becerin, gazeteci olmaktan vazgeçip, ağlayacaksınız. Çok zor hocam! Bitiriyoruz artık, kurtuluyorsunuz benden. Aman rica ederim. Sizinle sohbet de hoş olurmuş aslında. (Gülüyor) Ben herkesin iyi tarafının olduğuna inanırım. İyiliğimizi ortaya koyduğumuz zaman, karşı tarafın da iyi tarafını harekete geçirerek bir iyileştirme sürecine hep birlikte girebildiğimizi düşünüyorum. NURİYE AKMAN / ZAMAN