BIST 9.368
DOLAR 34,49
EURO 36,22
ALTIN 2.963,37
HABER /  DÜNYA

Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan'ı zora soktu

Siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda zor bir süreçten geçen Suudi Arabistan, Veliaht Muhammed bin Selman döneminde Birleşik Arap Emirlikleri ile kurulan ve her defasında Riyad'ın aleyhine sonuçlar veren ittifakın ağır bedeli ile karşı karşıya.

Abone ol

Suudi Arabistan, Muhammed bin Selman’ın veliahtlığının dördüncü yılına girerken Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile yaptığı stratejik ittifak doğrultusunda izlediği siyasi, ekonomik ve askeri alanlardaki yanlış politikaların faturasını ödüyor.

Orta Doğu’nun ve Körfez’in en zengin ülkesi Suudi Arabistan şu günlerde siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda zor günlerden geçiyor. Dünyanın en fazla petrol ihraç eden ve yıllık bütçesi 300 milyar dolar civarında olan bir ülke bugün kemer sıkma politikaları açıklıyor, kamu harcamalarında kısıtlamalara gidiyor, merkez bankasındaki dolar rezervini azaltıyor ve bazı yatırım projelerini askıya alıyor. Bu kararları sadece yeni tip koronavirüs (Kovid-19) ve düşen petrol fiyatlarının yol açtığı gelir kayıplarıyla açıklamak mümkün değil.

Çok bel bağlanan G-20 zirvesi faaliyetlerinin salgın engeline takılması, Rusya’yla girilen petrol inatlaşmasının ağır maliyeti ve Libya’da darbeci Hafter’in meşru hükümet karşısında hezimete uğraması genç veliahdın yönetimini ve BAE ile ilişkilerini iyice sorgulanır hale getirdi.

Veliaht Selman'ın karnesindeki zayıf notların sorumlusunun kendisi kadar Abu Dabi Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid ile kurduğu yakın ilişki olduğunu söylersek mübalağa etmiş olmayız. Bizzat BAE’nin yönlendirmesi ve teşvikiyle Mısır’daki darbe, Yemen savaşı, Katar krizi ve Libya gibi birçok sürece diplomatik, askeri ve ekonomik olarak müdahil olan Riyad, her seferinde Abu Dabi’nin sahadan çekilmesinin ve kendisini yalnız bırakmasının bedelini ödüyor.

Suudi Arabistan özellikle Kral Fahd dönemindeki uzlaşmacı rolüne artık geri dönmeli, bölgesel politikalarında hep meşru yönetimlerin yanında yer alan Türkiye ile dengeli bir ilişki içine girerek mevcut süreci tersine çevirmenin yollarını aramalıdır.

Arap Baharı kaygılandırdı

Suudi Arabistan gibi önemli bir ülkenin BAE ile girdiği ve kendisini ikincil plana atan ittifakın başlangıcını, 2010 sonunda Tunus’ta başlayıp diğer bölge ülkelerine yayılan Arap Baharına götürebiliriz. Otoriter bir yönetim anlayışına sahip iki ülke de olaylardan kaygı duydular ve birlikte mücadele kararı aldılar. Kral Abdullah o dönem bazı Suud kentlerinde patlak veren gösterilerin önünü kesmek için kesenin ağzını açmış, işsizlere ve yoksul kesime yaklaşık 29 milyar dolarlık bir ödenek ayırmış, kadınlara yerel seçimlerde seçme-seçilme ve Şura Meclisi’nde yer alma hakları tanıdığını açıklamıştı.

O tarihten itibaren BAE ile Suudi Arabistan Arap Baharının başarılı olduğu ülkelerde karşı devrimlerin sponsorluğuna soyundular ve ne yazık ki Mısır’da demokratik seçimlerle iktidara gelmiş ilk cumhurbaşkanı merhum Muhammed Mursi’yi 3 Temmuz 2013’te askeri darbeyle alaşağı etmeyi başardılar. Sonraki süreçte aynı kirli işbirliğinin örneklerini Yemen, Libya, Sudan, Somali ve Tunus başta olmak üzere birçok ülkede sürdüğünü görüyoruz.

Genç veliahdın tüm kararlarında BAE izi var

Muhammed bin Selman’ın 21 Haziran 2017’de babası tarafından veliaht olarak seçilmesiyle birlikte BAE ile işbirliğinin güçlendiğini gözlemliyoruz. Veliaht Prens bin Selman’ın ABD Başkanı Donald Trump tarafından benimsenmesi konusunda Abu Dabi veliahdının büyük çaba harcadığı Batı medyasında sıklıkla ifade edildi. Sonrasında yabancı danışmanlık şirketlerine de devasa paralar harcanarak büyük bir medya çalışması içinde genç veliahda yerel, bölgesel ve uluslararası alanda karizma kazandırılmaya çalışılmış ve Batı medyası tarafından dünyanın en etkili liderleri arasında gösterilmişti.

Esasında Arap Baharı dışında Veliaht Prens bin Selman’ın 2030 vizyonu, askeri operasyonları, siyasal İslam’a yönelik savaşı ve Suudi toplumunun muhafazakâr yapısına yönelik müdahalelerinde de BAE izlerini görmek mümkün. BAE maddi imkânlarını genel olarak Arap ülkelerinin içişlerine yönelik müdahaleler planlamak için kullanıyor ve bu işe de Suudi Arabistan’dan başladığını söyleyebiliriz.

Bin Selman destek rüzgarını arkasına alarak ülkenin petrol dışındaki gelirlerini çeşitlendirmeyi amaçlayan Vizyon 2030’u başlattı. Bu kapsamda turizm ve eğlence sektörüne yatırım yapmak için Neom gibi 500 milyar dolarlık devasa bir projeyi başlattı, madencilik ve savunma sanayisi gibi sektörlere yöneldi ve yabancı yatırımcıyı ülkeye çekmek için farklı projelerin startını verdi. Hatta umre ve hac gelirlerini de Vizyon 2030 kapsamına alarak bu alandaki vize kısıtlamalarını esnetme ve yıllık hacı sayısını kademeli olarak artırma yoluna gitti. Gelir kalemlerini artırmak adına bir de “Eğlence Kurumu” ihdas etti.

Bin Selman-Bin Zayid yakınlaşmasının baş mimarı Türki Dahil

Bin Selman-Bin Zayid yakınlaşmasının baş mimarlarından ve şu an Suudi Arabistan’ın Abu Dabi Büyükelçiliği görevini yürüten Türki Dahil geçtiğimiz Şubat ayında çıkan “Müşterek Sorunlar Işığında Suudi Arabistan-BAE İlişkileri” adlı son kitabında iki ülke ilişkilerini birkaç başlık altında değerlendiriyor, iki devletin siyasi ve toplumsal açılardan ittifak içinde bulunmasının öneminden bahsediyor. İki ülke arasındaki coğrafya, sosyoloji, tarih ve lisan benzerliğinin bölgesel konularda aralarında olması gereken koordinasyonu bir yöntem haline getirdiğini dile getiren Dahil, bu ittifakın sadece çıkarlarla açıklanamayacağını ve tarihi gerçekliklere dönüş olarak telakki edilmesi gerektiğinin altını çiziyor.

Büyükelçilikten önce Suud sermayeli Al Arabiya televizyonunun genel müdürlüğünü de yapmış olan ve Bin Selman ile Bin Zayid arasında adeta bir köprü görevi gören Dahil, BAE’nin Arap ülkeleri bazında Suudi Arabistan’ın en büyük ticari ortağı olduğuna işaret ettikten sonra sözü aşırılık ve terörle mücadele alanındaki işbirliğine getiriyor. Yemen ve Afrika Sahil bölgesindeki müdahaleleri “terörle mücadele” başlığı altında değerlendiren Dahil, Arap-İslam-ABD zirvesinde Uluslararası Aşırılık Düşüncesiyle Mücadele Merkezinin kurulmasının önemine değiniyor ve iki ülke medyası arasındaki sağlam ilişkilerin altını çiziyor. Türkiye ve Katar’a yönelik medya üzerinden yürütülen kara propaganda ve dezenformasyon yayınlarında bu işbirliğinin katkısı büyük.

Araştırma merkezlerine biçilen rol

Araştırma alanına harcanan paralar Arap devrimlerine karşı olan bu iki devletin çabalarında büyük bir yere sahip. Araştırma Merkezleri üzerinden lobi çalışmaları yürüten bu iki ülke İslami akımları terörle bağdaştırmayı, kendi bakışlarına uygun dini, siyasi ve toplumsal yaklaşımları ön plana çıkarmayı amaçladılar. Söz gelimi Dahil tarafından 2007’de kurulan Al Mesbar Araştırma Merkezi, siyasal İslami hareketleri ve dini hareketleri incelemekle birlikte BAE’nin İslami hareketlere yaklaşımını temel hareket noktası olarak aldı. Ayrıca bu merkezler diyalog ve hoşgörü kültürünün önemini vurgulamakta, İslam’ın küreselleşmesi, “siyasi olmayan” temellerine döndürülmesi ve bireysel dindarlaşma söylemini ve düşüncesini yaymaya çalışıyorlar.

Zaten genç veliaht da yabancı medya kuruluşlarına kadın haklarında atacağı adımlardan, “ılımlı İslam’a” dönme ve dini aşırılıkla mücadele etme planlarından bahsederek Batılı ülkelere şirin görünmeye çalıştı. Suudi Arabistanlı kadınların araç kullanmasına, futbol stadyumlarına girmesine ve maratonlara katılmasına izin verirken dini aşırılıkla mücadele ve ılımlı İslam vaadi altında okullardaki müfredatların içeriğinde değişikliklere gitti, toplumun ve özellikle gençlerin sevdiği alimleri, aralarında kadınların da bulunduğu insan hakları aktivistlerini ve kanaat önderlerini cezaevine attı.

Saray darbesinin istihbaratı Bin Zayid’den

Bin Selman’nın amcası Ahmed bin Abdülaziz ve kuzeni Muhammed bin Nayif’i tutuklatma gerekçesinin “darbe girişimi” olduğu ve bu istihbaratın bizzat Muhammed bin Zayid’den geldiği iddiası Batı medyasında sıklıkla dile getirildi. Bin Selman tam bir paranoya içine girerek ve ülkeyi bir korku cumhuriyetine dönüştürerek bu isimleri “büyük ihanet suçlamasıyla” tutuklattı. Daha çiçeği burnunda bir veliahtken Kasım 2017’de “yolsuzlukla mücadele” adı altında aralarında Kral Abdullah’ın oğlu Mutab’ın ve Suudi milyarder Prens Velid bin Talal’ın da olduğu onlarca prensi ve bakanı haftalarca bir otelde tutarak gözaltına aldı, servetlerinden büyük ölçüde vazgeçmeleriyle sonuçlanan gizli pazarlıkların ardından serbest bıraktı.

Kaşıkçı cinayeti dönüm noktası oldu

Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın dünyanın gözü önünde ülkesinin İstanbul başkonsolosluğunda 2 Ekim 2018’de Bin Selman’ın adamları tarafından öldürülmesi, genç veliahdın liderliğini ve oluşturulmaya çalışılan karizmasını yerle bir eden bir dönüm noktası oldu. Bu cinayetle uluslararası alanda meşruiyeti büyük bir darbe alan Bin Selman, yabancı yatırımcıların ülkeden kaçmasıyla planladığı ekonomik projeleri de hayata geçiremedi.

Dünyanın Kovid-19’la mücadele ettiği süreçte Suudi Arabistan’dan tutuklama, cinayet ve ölüm haberlerinin ardı arkası kesilmedi. Geçen Nisan ayı başında Neom Projesi için evini tahliye etmeye karşı çıkan Abdurrahim el-Huveyti’nin evinin önünde güvenlik güçlerince öldürülmesi, Ramazan ayı başında da merhum Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın Nelson Mandela’sı diye methettiği insan hakları savunucusu Abdullah el-Hamid’in yedi yıldır bulunduğu cezaevinde tıbbi ihmalkarlıktan vefat etmesi büyük tepkilere yol açtı. Çok bel bağlanan G-20 zirvesi faaliyetlerinin salgın engeline takılması, Rusya’yla girilen petrol üretimi inatlaşmasının ağır maliyeti ve Libya’da destekledikleri darbeci General Halife Hafter’in ülkenin meşru hükümeti karşısında hezimete uğraması genç veliahdın yönetimini ve BAE ile ilişkilerini iyice sorgulanır hale getirdi.

Abu Dabi Riyad’ı hep yalnız bıraktı

Gerçekten de BAE ile kurulan stratejik ittifakta zararlı çıkan tarafın hep Suudi Arabistan olduğunu görüyoruz. Abu Dabi, Riyad’ı tahakküm altına aldığı kararlarının hiçbirinde sonuna kadar arkasında durmadı, çıkan ilk pürüzde kendisini geri çekerek yalnız bıraktı.

Yemen’de Mart 2015’te Suudi Arabistan liderliğinde Husilere karşı açılan savaşa BAE ön ayak olmuştu ancak daha sonraki süreçte askerlerini sahadan çeken BAE Suudileri yine yalnız bıraktı. Çekilme Riyad’ın razı olacağı bir düzenleme yapılmaksızın gerçekleşti. Dahası Abu Dabi’nin Aden ve civarında Riyad’ın desteklediği meşru hükümete karşı destekçisi milisler üzerinden iş yürüttüğünü görüyoruz. Güney Geçiş Konseyinin sözde özerklik ilanıyla da güneyin kuzeyden ayrılması planını devreye sokarak Riyad Anlaşmasının altını oydu. Savaş ve salgın hastalıklar sebebiyle yaşanan ölümler Suudi Arabistan’ın imajına büyük zarar verdi. Riyad’ın ön ayak olduğu en son bağışçılar konferansında da gereken meblağ toplanamadı.

Tahran’a karşı Riyad’ın yanında durmadı

Genç veliaht döneminde Tahran’la ilişkilerde gerilim arttı. İran’la varılan nükleer anlaşmaya karşı çıkan Suudi Arabistan İran’a karşı çatışmacı bir dil kullanırken BAE, İran’ı doğrudan hedef almaktan kaçındı. Sözgelimi geçen yıl 12 Mayıs’ta dört petrol tankerine yönelik saldırıda Riyad Tahran’a askeri cevap verilmesini isterken Abu Dabi diplomasiyi tercih etti. Suudi Arabistan İran’ın yayılmacı politikalarına karşı dururken BAE geri adım attı. Üstelik üç BAE adasının İran’ın elinde olmasına rağmen Abu Dabi-Tahran arasındaki ticari ilişkiler son dönemde hızlı şekilde gelişiyor. İran medyasına göre geçen dokuz ay zarfında BAE, Çin ve Irak’tan sonra İran’la en fazla ticaret yapan üçüncü ülke oldu. BAE ayrıca Kovid-19 nedeniyle İran’a tıbbi malzeme yardımı yaparken bu ülkenin el konulan 700 milyon dolarını serbest bıraktı.

Suriye’deki Şam büyükelçiliğini açtı

BAE Suriye konusunda ilk başlarda Suudi Arabistan’la birlikte Beşşar Esed rejimi karşıtı bir görüntü çizdi. Fakat daha sonra bu tutumunu değiştirerek Riyad’ı tek başına bıraktı. Şam’daki büyükelçiliğini açtı ve Kovid-19 diplomasisi kapsamında Esed’i arayarak destek verdi. Tabii bunda Türkiye’nin Suriye’de oyun bozan müdahalelerinin etkisi büyük.

Katar ablukasını deldi

Suudi yönetimini 5 Haziran’da dördüncü yılına giren Katar’a yönelik abluka kararına da BAE ikna etmişti, fakat Türkiye’nin müdahalesiyle sonuçsuz kalan ablukanın kendi ekonomisine olumsuz sonuçlarını görünce bu ülkeye yönelik ihracat ve ithalat yasağından geri adım attı. Katar bayrağı çekilmemesi şartıyla gemilerin geçişine izin verdi. Ablukanın tüm maliyeti Suudi Arabistan’ın omuzlarına kaldı.

Sonuç itibarıyla Abu Dabi kendi emperyal hayallerine Riyad’ı da alet ederek bölgede yürüttüğü siyasi, askeri ve ekonomik müdahalelerinde başarı elde edemedi. Suudi Arabistan BAE’nin inisiyatifine bırakılmayacak kadar önemli bir ülke ve İngiliz devlet adamı Winston Churchill’e atfedilen, “uluslararası ilişkilerde devamlı dostluklar ve düşmanlıklar yoktur, sadece devamlı menfaatler vardır” sözünü hatırlatmak uygun düşer. Suudi Arabistan özellikle Kral Fahd dönemindeki uzlaşmacı rolüne artık geri dönmeli, bölgesel politikalarında hep meşru yönetimlerin yanında yer alan Türkiye ile dengeli bir ilişki içine girerek mevcut süreci tersine çevirmenin yollarını aramalıdır.