BIST 9.158
DOLAR 34,38
EURO 36,51
ALTIN 2.881,41
HABER /  GÜNCEL

Başmüzakereci Derviş olsun

Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Eser Karakaş, Türkiye'nin Avrupa Birliği müzakerelerinde CHP'li Kemal Derviş'in müzakarelere katkı sunmasını istedi

Abone ol

Prof. Dr. Karakaş’a göre, Türkiye’nin 15 yıllık zorlu bir müzakere sürecine hazırlıklı değil. Prof. Dr. Karakaş, müzakere sürecinde hükümet özel sektör, STK’lar ve üniversitelerden danışmanlık almasını savunuyor. Müzakereleri sürdürecek kişilerden, zorlu konulara bu süreci Prof. Dr. Eser Karakaş’la değerlendirdik. Halen Bahçeşehir Üniversitesi Akademik İşlerden Sorumlu Rektör Yardımcısı olan Karakaş, 1987-1988’de Nancy Üniversitesi’nde Avrupa Topluluğu konusunda çalışmalar yaptı. İktisat Teorisi, Maliye Teorisi, Bütçe ve Avrupa Topluluğu Maliyesi konusunda yayınları bulunan Prof. Dr. Karakaş, Referans gazetesinde köşe yazarlığı da yapıyor. Defne Sarısoy: Öncelikle tarama sürecinden başlayalım. Bu süreçte amaç başlıkları belirlemek mi, yoksa tarama sürecinin müzakereye hazırlama yönünde bir pratiği olacak mı? Eser Karakaş: Masada 29 adet dosya duruyor. İlkesel olarak en kolaylarından başlanacak. Kanımca müzakere çok da doğru bir tabir değil, bunu bir uyum süreci olarak değerlendirmek daha doğru olur. Türk mevzuatının Avrupa Birliği müktesebatına uyumu söz konusu, birebir adaptasyon. Bu süreçte AB Komisyonu Türkiye’nin durumunu görmek istiyor. Örnek olarak rekabet dosyası oldukça önemli; rekabet hukuku ve denetleyici kurumları Avrupa Birliği ile mukayese edildiği zaman ne durumda? Rekabet Kurumu’nu oluşturduk ancak acaba AB standartlarına uyuyor mu? Rekabet Kurulu üyelerinin atanması el atılması gereken bir husus mu? Bağımsızlık ilkesi uygulanıyor mu? Ona bakacaklar. Rekabet hukukunun Avrupa’da iki bacağı vardır. Bir; hakim durumu kötüye kullanma, iki; devlet yardımlarının kullanımı. Türkiye’de devlet yardımları nasıl yapılıyor, örneğin buna bakılacak. Devlet yardımlarıyla ilgili Türkiye’de hiçbir çalışma yok. Rekabet kurulunun yapısı, atanma biçimi gibi hususların AB standartlarına uygun olmadığı ortaya çıkarsa, işte bunlar müzakere sürecinde Türkiye’nin önüne konacak. Defne Sarısoy: Türkiye’nin Kıbrıs konusunda vakit kazanmak için tarama sürecini uzatmak isteyebileceği söyleniyor. Sizce mantıklı mı tarama süresinin uzatılması? Eser Karakaş: Zannetmiyorum, çünkü 1963’ten beri bunun peşindeyiz, ertelemenin mantıklı olacağını düşünmüyorum. Avrupa Komisyonu yazın çalışmaz, dolayısıyla önümüzde 1 Ocak’ta Haziran’a kadar bir süre var. Bu süre zarfında elimizden geleni yapmak en doğrusu. “Abdullah Gül’ün yanında, teknik anlamda güçlü bir isim gerek. Bu kişi iyi bir iktisatçı olmalı. AKP kendini bu konuda aşabilirse, benim aklımdan geçen isim Kemal Derviş’tir.” Ertelemeye uğraşmaktansa müzakere sürecine geçişe yardımcı olalım. Tarama sürecini bir fotoğraf çekimine benzetirsek, Batılılaşmamızın fotoğrafını çektireceğiz, şimdi bu kadar uğraştıktan sonra neden erteleyelim. Bugünün dünyasında muasır medeniyeti Avrupa Birliği temsil ediyor, o nedenle AB’nin teknik gelişmeleri, demokratik düzeyi, siyasal düzeyi ile kıyas, bir ülkenin de uygarlaşma sürecinde nerede durduğunun da bir saptaması olacak. Kanımca tarama sürecine yardımcı olalım; 3 Ekim’den sonraya sarkıtmak aleyhimizedir. Defne Sarısoy: En merak edilen konu; müzakerelerin nasıl yürütüleceği. Müzakereleri yürütecek kadroyla ilgili bazı isimler telaffuz ediliyor, heyette en başta Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün olacağı söyleniyor. Onun arkasında da başmüzakereci olarak Ali Babacan’ın adı geçiyor. Sorum şu; siyasi olarak karar mekanizmalarında yer alan kişiler mi, yoksa diplomatik deneyime sahip kişilerin mi öne çıkması gerekiyor? Nasıl bir kadro oluşturulması gerekir sizce? Eser Karakaş: Benim Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı sıfatıyla başmüzakereci olmasına hiçbir itirazım yok. Sayın Gül gerek kişiliği, mutedil yaklaşım tarzı, soğukkanlılığı, gerekse Recep Tayyip Erdoğan’a yakınlığı ile doğru isim. Buna karşın Gül, müzakereleri bizzat kendisi yürütemez. Çünkü Gül’ün dosyalarla ilgili bilgisi sınırlıdır, zaten ondan bu teknik içeriğe hakim olması da beklenemez. Teknik düzeydeki müzakerelerin direkt olarak sürdürülmesi için, Abdullah Gül’ün hemen altında, teknik anlamda güçlü bir isim olması gerek. Bu isim iyi bir iktisatçı olmalı. AKP kendini bu konuda aşabilirse, benim aklımdan geçen isim Kemal Derviş’tir. Derviş, 4 Avrupa lisanını ana dili gibi konuşan, uluslararası kurumlar tecrübesi olan biri. Kendisi, Dünya Bankası’nda yıllarca çalışmış, hukukun iktisat ile kesiştiği noktaları iyi bilir ve bunları Türkiye ortamında tecrübe etmiştir. Kemal Derviş benim aklıma bu konuda gelebilecek en iyi isimdir. Siyasi otoriteyi temsil eden Gül’ün hemen yanında oluşturulacak teknik ekibe başkanlık etmesi için Derviş’i doğru buluyorum. Ben Dışişleri Bakanlığı kadrolarının doğrudan teknik müzakerelere dahil olmamasını savunuyorum. Örnek olarak, rekabet dosyası tartışılacak. Diplomatlar rekabet dosyasının detaylarını bilmeyebilir, bilmek zorunda da değil, telekomünikasyon, bütçe, vergi rejimi, balıkçılık gibi konular diplomatların teknik hakimiyetlerinin dışında. Bu konularda bakanlıklar, üniversiteler hatta özel sektörden, bağımsız kurumlardan danışmanlık alınmasında yarar var. TÜRKİYE HAZIRLIKSIZ Müzakereler diplomatik bir süreç değil, başında da belirttiğim gibi, bu süreç bir yapısal uyum sürecidir. Müzakere masasına oturacak kişiler, AB müktesebatlarını çok iyi bilmeli.“Balıkçılık dosyası için, müzakerecinin, AB ve Türkiye mevzuatlarını, iki yabancı dili ve hatta müzakere tekniklerini çok iyi bilmesi gerek. Böyle birisini tanıyor musunuz?” AB’nin 17 Aralık zirvesinde böyle bir karar çıkaracağı belliydi, ancak Türkiye müzakere süreci ile ilgili kafa yormadı. Sonuna kadar geldik ama hazırlıksızız. Türkiye müzakere ekibini çoktan hazırlamalıydı. Şunun şurasında 10 ay kaldı ve daha kim gelsin diye tartışmaya başlamadık bile. Bence geç bile kalındı. Ciddi bir sorunla karşı karşıyayız; bu işi defalarca yapmış, müktesebatlar konusunda ciddi olarak deneyimli, müzakere tekniklerini çok iyi bilen bir komisyon var karşımızda. Ve bu insanların yabancı dil sorunu yok. Müzakereler, öyle görünüyor ki, eşit olamayan iki güç arasında geçecek. Balıkçılık dosyası için oturan müzakerecinin, AB ve Türkiye balıkçılık mevzuatlarını, iki yabancı dili ve üstüne üstlük müzakere tekniklerini çok iyi bilmesi gerek. Böyle birisini tanıyor musunuz? Defne Sarısoy: Müzakere yürütmeyi iyi bilen kişi olarak Denktaş gösteriliyor. Siz müzakere heyetiyle Denktaş’ın doğrudan veya dolaylı olarak fikir alışverişinde bulunması konusuna nasıl bakıyorsunuz? Eser Karakaş: Allah korusun! Müzakerelerin birinci koşulu Türkiye’nin AB üyeliğine inanmaktır. Sayın Denktaş’ın son yıllardaki temel misyonu Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak oldu. Tabirimi mazur görün ama Sayın Denktaş’ın Ada’da çözümsüzlüğü dayatması, Kıbrıs’ı Türkiye’nin AB üyeliğine bir engel olarak çıkardı. Sayın Denktaş 1974’ten beri müzakere sürecinin başında, Kıbrıs sorunu hâlâ çözülmedi. Gerçekçi olmak lazım, Allah korusun. Defne Sarısoy: Biraz daha teknik detaylara geçersek; 29 ana başlıkta müzakere sürecinin en zorlu başlıklarından biri tarım olacak kuşkusuz. Bunun yanısıra Türkiye’nin zorlanacağı değişim istekleri hangi başlıklar altında masaya gelecek? Eser Karakaş: Türkiye, tüm aksaklıklarına karşın, 24 Ocak kararlarından bu yana, yani 25 yıldır, adım adım dışa açık bir piyasa ekonomisini başarıyla sürdürmektedir. “Değişime evet deyip de iş kendine gelince karşı çıkan bir kafa yapısı var. İşte bunun çöküşünü yaşayacağız. Herkes biraz söylenecek. ‘Eski köye yeni adet geldi’ diyenler olacak.” 1 Ocak 2005 itibariyle Türkiye, vergi, bütçe gibi dosyalarda da belli bir birikime sahip bir ülkedir. Türkiye müzakere başlıkları itibariyle, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Slovakya gibi ülkelerden ileridir. Sermayenin serbest dolaşım dosyası örneğin, Türkiye 1989’dan beri dünyanın en liberal mevzuatına sahip. Eski komünist ülkelerin müzakereler başladığında böyle bir altyapısı yoktu. Malların serbest dolaşımında, Türkiye Gümrük Birliği deneyimi edinmiş bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti saçma sapan bir iki politik mevzuyu (idam cezası, anadilde eğitim veya MGK yapısı gibi) aşamadığı için, çok daha ileri bir düzeyde olacakken, geride kaldı. Türkiye’nin müzakere platformuna Polonya, Macaristan gibi ülkelerden çok daha önce çıkması gerekirdi. Hatta, 1980’lerin başında Yunanistan ile beraber girebilirdik, Sayın Ecevit, Erbakan ve Demirel’in kulakları çınlasın, Yunanistan AB’ye üye olurken, biz 12 Eylül karanlığına girdik.Sonuçta, serbest piyasa ekonomisinde 25 yıllık deneyimi olan Türkiye, müzakere başlıklarının birçoğunda sıkıntı yaşamaz. Buna karşın, çevre dosyası çok büyük sıkıntı yaratacak. Herkes şaşıracak ama bu konuda oldukça gerideyiz. Türk sanayii rekabetçi olmaya çalışırken, çevreye yönelik yatırım yapmadı. Her gelişmekte olan sektör gibi maliyetten kaçındı. Sonuçta, kendi denizimizi, havamızı, toprağımızı vahşi bir şekilde kirlettik. Yediğimiz içtiğimiz besinlere kimyevi maddeler kattık, bunlar toprağımızı kirletti. Bacalarımızın karbon dioksit emisyonlarını yükselttik. Şimdi çevre dosyası gündeme geldiğinde, Türk sanayii ve tarımı kendiyle yüzleşecek. Bunlarla ilgili düzenlemeler yapılacak ve Türk sanayii yavaş yavaş kendini toparlamaya başlayacak, ancak ciddi bir yatırımın gözden çıkarılması gerekiyor. Ben TÜSİAD üyelerinin dahi bu çevre dosyasında ciddi sıkıntılar yaşayacağını öngörüyorum. Tarım şirketleri ve çiftçiler ciddi sıkıntılar çekecekler. Defne Sarısoy: Müzakereler Türkiye için yeni bir ‘beyin fırtınası’ perspektifi açacak gibi görünüyor. Eser Karakaş: Kopenhag siyasi kriterlerininin ötesinde bir beyin fırtınası bu. MGK Genel Sekreteri’nin sivil olup olmaması da ciddi bir konuydu ama bu değişiklik, örneğin Anadolu’nun bir köyünde çiftçilik yapan bir yurttaşı ilgilendirmiyor. Şimdi gireceğimiz müzakere süreci ise, günlük yaşamımızdaki uygulamalarla ilgili. “Çevre dosyası gündeme geldiğinde, Türk sanayii ve tarımı kendiyle yüzleşecek. AB ölçülerine yaklaşmak için ciddi bir yatırımın gözden çıkarılması gerekiyor.” İşlerimizi nasıl yaptığımızla ilgili olarak daha da ‘müdahaleci’ görünecek. Etkilerini kısa vadede ve direkt olarak hissedebileceğimiz yeni bir uyum süreci bizi bekliyor. Değişime evet diyen ama iş kendine gelince buna karşı çıkan bir kafa yapısı var. İşte onun çöküşünü yaşayacağız. Dolayısıyla herkes biraz bağırmaya, söylenmeye başlayacak. En çok duyacağımız eleştirilerden biri “eski köye yeni adet getiriliyor” olacak. Ama alışmamız gerek. Tarım dosyası teknik zorluklarla dolu. Türkiye’deki ortalama işletme büyüklüğü, AB ölçütlerine göre çok küçük, çok küçük alanlarda tarım yapıyoruz. Bunlar rantabl değil. Mevcut kullanımda bulunan tarlaların birleştirilmesi gündeme gelecek. Bunun Türkiye’deki köylüler için ne gibi bir zorluk olduğunu düşünmeliyiz. Tarımdaki değişim, aynı zamanda çok ciddi bir sosyal dönüşüm de yaratacak. Gelecek 15 yıllık süreç içinde tarımdan yaklaşık 10 milyon insan çıkacak. Kısaca Türkiye’nin önündeki müzakere süreci ‘tarlaların birleştirilmesi’nin ötesinde, bir sosyal dönüşümün önünü açacak. 8-9 milyon civarında tarım işçisi açıkta kalacak. Bu insanların ortalama eğitim yaşı 2, çoğu okuma- yazma bilmiyor. Defne Sarısoy: Peki tarım dışı kalan bu nüfusa nasıl bir istihdam yaratılacak? Eser Karakaş: Tarımla yaşayan kadınların yüzde 30’u okuma- yazma bilmiyor. Okuma-yazma bilmeyen bir insanı istihdam etmek mümkün değil. Bu insanların eğitilmesi şart. Bu konuda bir çalışma yok, rakamlar çok büyük. Düşünün ki, 8-9 milyonluk bir insan kitlesinin baştan sona eğitilmesi gündeme gelecek. Bunları nasıl eğiteceğiz, nasıl iş bulacağız? Defne Sarısoy: Bugüne dek yaşanmadı ama bu şartlar bizi bir sosyal patlamaya götürebilir mi? Eser Karakaş: Sosyal patlama Türkiye’de olmuyor. Bu sorunların karşısına AB üyeliğinin getireceği yararları da koymak gerek. “Türkiye’ye en fazya yılda 1 milyar Euro gelir, belki gelmez. Türkiye ekonomisi için bu ufak bir miktar. Bu nedenle AB’den gelecek paraya bel bağlamamak lazım.” Gelecek 15 yıl tarım dışı sektörlerde ciddi bir canlanmaya, ciddi bir yatırıma sahne olacak. Tarımdan çıkan işgücü, yabancı sermayenin gelişiyle hızla büyüyen yeni iş sahalarına akacak. Ben yabancı sermayenin, nüfusu hızla büyüyen Türkiye’ye yeni iş sahaları açmaya yetmeyeceği kanısındayım. Türkiye’nin tarımsal işgücünün birden bire işsizliğe dönüşmesine karşı ne yapılacağı konusunda siyasi otorite düzeyinde hazırlıksız olduğunu düşünüyorum. Bu kadar insanın ne olacağı sorunu, üniversiteler ve sivil toplum örgütlerinin katılımıyla tartışılmalı. Türkiye sanılanın aksine, Avrupa Birliği’nden büyük kaynaklar alamayacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin 2005 bütçesi 105 milyar dolar. Avrupa Birliği’nin bütçesi ise 105 milyar Euro. Bu 105 milyar Euro’luk bütçeden, 29 ülkeye para gidecek. Türkiye’ye gelse gelse yılda 1 milyar Euro civarında bir para belki gelir, belki gelmez. Türkiye ekonomisi için bu miktar ufak kalır. Bir banka batırıyoruz, 6-7 milyar dolar gidiyor. Defne Sarısoy: Müzakerelerde bir başlık tamamlanmadan ve uygulamaları görülmeden, bir diğer başlığa geçilmeyecek olması müzakere sürecini nasıl etkileyecek? Eser Karakaş: Bu tam olarak doğru değil. Hiçbir metinde bu kesin olarak geçmiyor. Diğerine geçmek için bir dosyanın bitmesini beklersek, Türkiye’nin üyelik süreci yaklaşık 200 yıl sürer. Türkiye 2200’lerde falan ancak üye olur. 17 Aralık karar metni şunu söylüyor: “Hangi dosyaların açılacağına ve hangi dosyaların kapanacağına oy birliğiyle karar verilir”. Daha önceki müzakere süreçleri de aynı prosedürle yapıldı. Oybirliği kararı hükümetlerarası alınıyor. Hükümetlerarası konferansta, istenirse 12 dosyanın birden açılması kararı da çıkabilir. Bu kararlar genellikle teknik olup, siyasi bir boyutu da var. Kıbrıs Cumhuriyeti tam 62 defa Türkiye’nin müzakere sürecine imza atacak; bir açılması için, bir de kapanması için. Muhtemelen Kıbrıs Rum Kesimi, 3 Ekim için bir sorun çıkarmayacak ama gelecekte birçok müzakere maddesinde ret hakkını kullanacak ya da kullanmaya yönelik blöfler yapacak. Kıbrıs meselesinde sürekli bir adım önde olmalıyız. Uluslararası kamuoyuna daima Türkiye’nin çözümden yana taraf olduğunu göstermeliyiz. Sayın Denktaş’ın yaptığı gibi değil. 24 Nisan referandumu, Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde çözüm isteyen taraf olduğunu uluslararası kamuoyuna gösterdi. Rum Kesimi ise çözümü baltalayan taraf olarak öne çıktı. Erdoğan hükümeti de, önceki hükümetlerin tersine olumlu bir destek verdi ve kanımca Ankara’nın yürüttüğü politika, 3 Ekim tarihinin alınmasında etkili oldu. Yoksa alamazdık. Türkiye daima yapıcı taraf olmalı, bunun yararlarını görecektir. Defne Sarısoy: Peki siz bu süreçte bir çözüm bekliyor musunuz Kıbrıs’ta? Eser Karakaş: Bekliyorum. 17 Aralık şunu gösterdi; AB uzun vadede Türkiye’yi istiyor. AB’nin uzun vadeli çıkarları için, Türkiye’yi yanlarına almayı amaçlıyorlar. Kıbrıs konusunun bu yapılanmanın önünü kapamasına izin vermezler. Yeter ki Türkiye çözüm arayan bir ülke olsun. Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi öylesine önemli bir konu ki, bırakın Rum Kesimi’ni, referandum çığırtkanlığı yapan Avusturya’nın dahi Fransa, Almanya, İngiltere’ye rağmen bu süreci engelleyeceğine inanmıyorum. Reel denge diye bir kavram var. Defne Sarısoy: Avrupa Birliği çok da sürprizli bir yapı değil ayrıca. Eser Karakaş: Aynen öyle. Dolayısıyla önemli olan Türkiye’nin dediğim gibi Kıbrıs meselesinde yapıcı tavrını sürdürmesi.“AB, uzun vadeli çıkarları için, Türkiye’yi yanına almayı amaçlıyor. Kıbrıs konusunun bu yapılanmanın önünü kapamasına kimse tahammül etmez.” Türkiye’nin de üye olduğu bir Avrupa’nın daha güçlü bir Avrupa olacağına inandırmamız gerekiyor. Türkiye’nin, örneğin Ortadoğu ülkelerine bir model sunması gerekiyor. Ama Türkiye acaba Diyanet İşleri Başkanlığı statüsüyle, Sünni İslam - Şii İslam arasında, Aleviler aleyhine ayrım yapan devlet politikasıyla örnek olabilir mi? Cezayir’de, Mısır’da üniversitelilere “Türkiye’deki üniversiteleri örnek alın” diyebilir miyiz? Bu mümkün değil. Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine model olması, ancak ve ancak daha demokratik bir ülke haline gelmesi ile mümkündür. Defne Sarısoy: Peki son olarak ‘ucu açık’ müzakere süreci gibi ifadelerin, birtakım tuzaklar yaratabileceğini düşünüyor musunuz? Eser Karakaş: Zannetmiyorum. Her müzakere süreci tanımı gereği ‘ucu açık’tır. Bu kural Avusturya için de böyleydi, İsveç veya İngiltere için de. Bu ifade şimdiye dek metinlere işlenmemişti, ama Türkiye için bu metne geçirildi. Herkesin bildiği bir gerçeğin bir daha yazılması neden? Bence hadise Chirac’ın kendi ülkesine verdiği siyasal bir mesajdan ibaret. ‘Ucu açık’ müzakere kavramının yazılıp yazılmamasının pratikte hiçbir etkisi yok. Türkiye’nin üyeliğinden yana Avrupalı liderlerin, kendi ülkelerindeki Türkiye karşıtı muhaliflere bir tavizi diye düşünüyorum. Kaynak: NTV