Başbuğ'dan karşı psikolojik harekat.. Seslendiği il ve seçtiği gemi ile yargıya verdiği mesajları yazarlar yorumladı.
Abone olİNTERNETHABER- Başbuğ savaş gemisinden kamuoyuna mesajlar verdi. Kimilerine göre asıl psikolojik harekat buydu.. Kafes planı soruşturması nedeniyle hedefteki Deniz Kuvvetleri'ne ait gemiden açıklama yaptı.
Ulusal konularda geçmişte yaşanan bazı tatsız olayların merkezindeki Trabzon'un seçilmesi de bir başka tartışma konusu. Vatan yazarı Güngör Mengi'nin Başbuğ'a bu yönde itirazları var..
Yargıya üstü kapalı tehditler içerdiği öne sürülen ve savcıları işbirliğine çağıran konuşması medyada geniş yankı buldu. Peki köşe yazarları nasıl yorumladı? Sert bir şekilde eleştiren de var hararetle destekleyen de.. İşte o değerlendirmeler.
AHMET ALTAN (TARAF): KAFES MESAJLARI
Kafes mesajları...
Orgeneral İlker Başbuğ bir gemiye çıkıp gene tehditler savurmuş.
Herkesi susturmak istiyor.
Savcılara müdahale ediyor.
Medyaya karışıyor.
Bu arada, bu konuşmayı Deniz Kuvvetleri'ne ait bir gemide yapmasının "özel bir anlamı" olduğunu söyleyip, "herhalde herkes açıkça ne demek istediğimi anlamaktadır" demiş.
"Herkesi" bilmem ama ben anlamadım.
Deniz Kuvvetlerindeki bir cuntanın hazırladığı Kafes Planı çıktı geçenlerde ortaya.
Genelkurmay Başkanı herhalde bu "planla" ilgili bir şey söylemek istiyor ama nedense açık konuşamıyor, tehditleri, ona buna akıl öğretmeleri çok net de "cunta konusundaki" tavrı pek bir muğlak.
Ne diyorsun paşa?
Gemiye çıkmak, "bu cuntayı yakalayacağım" anlamına mı geliyor yoksa "cuntalarıma dokundurmam" anlamına mı?
Pek "yakalamaya" hevesli bir hal yok konuşmalarında, savcıları, medyayı "geri çekilmeye" zorladığına göre "cuntaya" yer açmaya çalışıyor gibi gözüküyor.
Başbuğ, "orduya karşı psikolojik savaş" yürütüldüğünü söylüyor ama bana kalırsa esas Genelkurmay Başkanı kendi halkına karşı "psikolojik savaş" yürütüyor.
Bize açıklaması gereken, bu cuntalar konusunda ordunun ne yapacağı.
Bir genelkurmay başkanının görevi de bu zaten.
Medyanın ne yazacağı, savcıların ne yapacağı onu hiç ilgilendirmez, onu ilgilendiren, yönettiği ordunun içinden çıkan cuntalarla, darbe planları.
Nedense oralara dokunmuyor.
O net konuşmuyor ama biz net konuşabiliriz.
Bu cuntaları yakalayacak mısın yoksa bu cuntaları koruyacak mısın?
Darbe planlarını yapanları yakalayacak mısın yoksa bu planları yapanları koruyacak mısın?
Niye bu konuda açıkça konuşmuyorsun?
Cuntalar konusuna değinmekten seni alıkoyan ne?
Başbuğ, "Terör olaylarını Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeyi, PKK destekleyicileri, PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır. Bizi en çok üzen ve yaralayan noktalardan biri, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bizlere canları emanet edilen Mehmetçikler üzerinden kanlı hesaplar yapabilenlerin olduğunun düşünülmesi, ileri sürülmesi konusudur," diyor.
Söylediği konu anladığım kadarıyla "33 asker" konusu.
Üç yüz PKK'lının bölgede dolaştığına dair istihbarat raporları bulunduğu halde silahsız askerleri korumasız bir şekilde yola çıkarmanın anlamını anlatsın bize o zaman.
Niye o çocukları korumasız olarak bindirdiniz otobüslere?
Neden o çocukları o otobüslere binmeye zorladınız?
Etrafta PKK'lılar olduğu bilindiği halde neden gerekli önlemleri almadınız?
Emirlere göre o çocukların uçaklarla gönderilmesi gerekiyordu, neden kendi emirlerinize uymadınız?
Neden o çocuklara silahlı eskort vermediniz?
Neden askerî mahkemelerinizden bu "ihmalde" rolü gözüken kimse hakkında bir karar çıkmadı?
Tam hükümetin af ilan edeceği günün öncesinde yaşanan bu olaydan neden şüphelenmeyeceğiz?
33 askerin öldürülmesi Türkiye'nin son on altı yılını etkiledi, barışı engelledi, "PKK'lılar öldürdü" demek hiçbir şeyi açıklamıyor, siz niye onları ölüme attınız?
Bu 33 askerin ölümüyle ilgili bir açıklama yapma zorunda hissetmiyor musunuz kendinizi?
"Terörle Silahlı Kuvvetler'i ilişkilendirmeyi sadece PKK'lılar ve PKK sempatizanları yapabilirmiş" Başbuğ'a göre, PKK'lılardan gelen tehdit mektupları bizi pek "PKK sempatizanı gibi görmediklerini" ortaya koyuyor, şimdi PKK'lı değiliz diye bu 33 askerin hesabını soramayacak mıyız?
TSK'ya "niye o çocukları korumasız gönderdiniz" diye, PKK'ya da "tam barıştan bir gün önce üstelik de ateşkes varken neden o askerleri öldürdünüz" diye sormak bu ülkede barışı isteyen herkesin hakkı.
İki örgütün de bu sorudan nefret ettiğini gelen mektuplardan biliyorum.
1993'te 33 asker olayını, 2009'da Reşadiye baskınını yaşadık, ikisi de "barışın" tam kapısına geldiğimiz sırada oldu.
"Tokat'a PKK militanlarının geldiğini askerî istihbarat niye öğrenemedi, öğrendiyse niye engellemedi" diye sormak da, PKK'ya "bu eylemi şimdi niye yaptın" diye sormak da bu ülkede yaşayan Türklerle Kürtlerin hakkı.
Bu soruları sormayan, sorulmasından hoşlanmayan Türklerle Kürtler olduğunu biliyorum.
Ama bu sorular sorulmadığı için yaşandı birçok acı.
Elinde silahı olanın, "beni sorgulayamazsın" dediği, sorgulayanı tehdit ettiği bir ülke burası ama artık bu soruları soranların sayısı onların engelleyemeyeceği kadar arttı.
Başbuğ kendi insanlarını tehdit etmekten vazgeçsin de bu soruların cevabını versin.
Onun asıl işi bu soruları cevaplandırmak çünkü.
Oktay Ekşi'nin yorumu sonraki sayfada
[PAGE]
OKTAY EKŞİ (HÜRRİYET): CİDDİ BİR UYARI
MALUM ağızlarla malum kalemleri bugün, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un Trabzon açığında demirli Oruç Reis Firkateyni’nde basına söyledikleri nedeniyle izleyin bakalım. Eminiz çok eğlenceli satırlar okuyacak, eşsiz komplo teorileri ile yüz yüze geleceksiniz. En azgın ve salyalı saldırganı da “askere askerlik öğretirken” göreceksiniz.
Aslında dünün iki temel olayından biri -ve herhalde önemlisi- Orgeneral Başbuğ’un sözleri, diğeri İçişleri Bakanı Prof. Dr. Beşir Atalay’ın malum “Açılım” konulu basın toplantısıydı.
Atalay’a fırsat çıkınca değiniriz. Çünkü Başbuğ’un Trabzon’da söylediklerinin daha fazla dikkat çekici nitelikleri var.
Başbuğ’un “Bu konuşmayı özellikle Oruçreis Firkateyni’nde yapmasının özel bir anlamı olduğuna” değinmek gereği duyması hedef aldığı çevrelere yanılmıyorsak, “Bu gidişle birbirimize başka bir dille hitap etmek zorunda kalabiliriz” mesajı vermektedir.
Başbuğ’un “Terör olaylarını Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeyi, PKK destekleyicileri, PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır. Bizi en çok üzen ve yaralayan noktalardan biri, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bizlere canları emanet edilen Mehmetçikler üzerinden kanlı hesaplar yapabilenlerin olduğunun düşünülmesi, ileri sürülmesi konusudur” şeklindeki sözleri, hedef aldığı kesimleri açık olarak ortaya koymaktadır.
Başbuğ’un sözlerine katıldığımızı vurgulamalıyız. Gerçekten, özellikle PKK’nın Reşadiye’de pusu kurup 7 askeri şehit etmesi ardından yapılan “rezilce” yorumlar yapıldı. “Bu olayın aslında, siyasi iktidarın izlediği barışçıl politikaları (Açılımı) sabote etmek isteyen Silahlı Kuvvetler’in tertibi olduğu” yakıştırmaları yazıldı. Hatta “33 erin 1993’te aynı tür bir tertiple PKK’nın önüne itildiği” anlamına gelen imalarla PKK’nın “Dağlıca” baskınına nerdeyse Silahlı Kuvvetler ortak gösterildi. Belli ki Başbuğ’un hedefinde bunlar vardı.
“Yargının gizli tanıklardan ve imzasız ihbar mektuplarından gelen bilgiler üzerinde daha dikkatli ve titiz davranmasını” isteyen uyarı da kuşkusuz önemliydi ama gördüğümüz o ki Başbuğ, asıl mesajını yukarıda değindiğimiz kesime veriyordu.
Başbuğ’un tavrının “Başka bir dil kullanmaya mecbur olabiliriz” anlamına geldiğini söyleyen biziz. Bu tavrın “doğru” olup olmadığını tartışmıyoruz. Ama Başbuğ’un “patlamasına ramak kalmış bir basınçlı tencere” gibi zor durumda olduğunu hissediyoruz. O nedenle yaptığı konuşmanın hem o basıncı azaltan supap işlevi gördüğünü hem de muhataplarına “Bizi çaresiz bırakmayın” uyarısında bulunduğunu düşünüyoruz.
“Çaresizlik psikolojisinin” çağrıştırdığı hiçbir şeyin doğru olmadığını ve olmayacağını açıkça belirtelim. Çünkü Başbuğ da, siz de ben de hangi sıkıntımız ve sorunumuz olursa olsun çare yine de “hukuk”tadır. Nitekim Başbuğ da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hukuka bağlılığını vurguluyor. O yüzden olacak insafı, ahlakı olmayanları yine de insafa ve ahlaka davet ediyor.
Nazlı Ilıcak'ın yorumu sonraki sayfada
[PAGE]NAZLI ILICAK (SABAH): Psikolojik Harekât mı?
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Trabzon'da bir açıklama yaptı. Türk Silâhlı Kuvvetleri'ne karşı yürütülen psikolojik harekâttan bahsederek şöyle konuştu: "Terör olaylarını TSK ile ilişkilendirmeyi, PKK destekleyicileri, sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır."
Başbuğ'un, "Ordu niçin bu tip iddialara muhatap" diye düşünmesi gerekmez mi? Akademisyenler ya da medya mensupları, durup dururken mi şüphe ve endişelerini ifade ediyorlar? Türkiye'de faili meçhul cinayetler yaşanmadı mı? "JİTEM yok" denildi, sonra var olduğu anlaşılmadı mı? JİTEM'in bir kanadı, kuruculardan Cem Ersever'i suikastla ortadan kaldırmadı mı? Şemdinli'nin üzeri kapatılmak istenmedi mi? Güçlükonak katliamı denilen hadise nedir? 5'i korucu 11 vatandaş, Güçlükonak'ta minibüsün içinde önce kurşuna dizildiler, sonra yakıldılar. (15 Ocak 1996) Saldırı, PKK'nın üzerine atıldı ama cesetleri yanan kişilerin kimliklerinin yangından hasar görmemiş olarak Jandarma'da çıkması, bugüne kadar cevaplandırılmayan çok sayıda soru işareti bıraktı zihinlerde. Nitekim 2009'da, dönemin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Ekmen çıktı, konuştu ve "Güçlükonak katliamının devletin tertibi olduğunu" itiraf etti.
Ya Başbağlar katliamı neydi? Onu da "PKK yaptı" dediler fakat şüpheli bir durum mevcuttu. Erkekler camiden toparlanıp kurşuna dizilmiş, sonra da köy ateşe verilmişti. (5 Temmuz 1993) Başbağlar'ın -2 gün sonra cereyan ettiği için- Madımak'a misilleme olduğu söylendi. Madımak'taki katliama da, başka parmaklar karışmış olabilirdi.
Ve tabii, bir de 1993'te cereyan eden, 33 er hadisesi var. Onun da dosyası Ergenekon savcıları tarafından yeniden açılıyor.
***
"Kol kırılır yen içinde kalır" düşüncesiyle, andıçların ya da darbe planlarının üzerlerinin nasıl örtülmeye çalışıldığını biliyoruz. Genelkurmay 2. başkanlarının talimatıyla hazırlanan Psikolojik Harekât belgelerinde, kimlerin ne şekilde yıpratılmak istendiğinin de farkındayız. Peki, Poyrazköy'de ortaya çıkan lav silâhlarını bile "içi boş" diye geçiştirmek doğru mu? Hal böyle olunca, insan, ister istemez, her olayda bir bit yeniği arıyor. Keşke İlker Başbuğ, geçmişte yapılan hataları kabul edip, beyaz bir sayfa açsa, başkalarını suçlayacağına, niçin bu noktaya gelindi onun bir muhasebesini yapabilse.
Arslan Bulut'un yorumu sonraki sayfada
[PAGE]
ARSLAN BULUT (YENİÇAĞ): Ve ordu, Trabzon'a müdahale etti!
Turgut Özal döneminde İzak Alaton, Trabzon Limanı’nı Yahudi-Ermeni konsorsiyumuna devretmek için olağanüstü çaba sarf etmişti. Liman Tayyip Erdoğan döneminde Albayraklar Şirketi’ne devredildi. ABD, uzun süreden beri Trabzon ve Samsun limanlarında üs istiyordu. 1 Mart 2003 tezkeresi kabul edilseydi, bu da mümkün olacaktı.
Gürcistan-Osetya savaşı sırasında da Karadeniz’e çıkmak isteyen ABD savaş gemilerine Montrö Sözleşmesi gereği sınırlama konuldu.
Askeri uzmanlar, ABD’nin Irak işgalinden önce Samsun ve Trabzon Limanı’nı istemelerinin İran ve Orta Asya’ya yönelik stratejilerinin içinde yer alan bir yönünün de Pontus ve Büyük Ermenistan projeleri olduğunu değerlendirmişti.
* * *
Bilindiği gibi, Trabzon’un direnci, Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetleri gibi olaylar üzerinden kırılmak istenmişti. Hatta bir yazar, “Ordu, Trabzon’a müdahale etsin” bile diyebilmişti.
Aslında Trabzon’a kurulmak istenen Amerikan üssüne karşı, bölge halkının direneceği hesaplandığından, bir şehrin halkı suçlu ilân ediliyordu ki sesleri çıkmasın!
İşte ordu Trabzon’a müdahale etti ama nasıl? Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Trabzon’da Oruç Reis firkateyninde yaptığı açıklamada “Biliyorsunuz çok kısa bir dönem evvel, Trabzon’da Deniz Kuvvetleri’ne ait bir komutanlık kurduk. Kurmuş olduğumuz buradaki komutanlık, bugün için oldukça küçük, mütevazı bir birlik yapısındadır. Ancak düşüncemiz ve planlarımız, buradaki Deniz Komutanlığını daha fazla büyütmektir. Herhalde Trabzon’a da bu yakışır” dedi.
Demek ki Amerikan ordusunun Trabzon’da yeri yok!
Başbuğ’un “Gerçekten bütün Karadeniz Bölgesi’ndeki insanlarımız,Trabzonlumuz merttir. Ülkesi için gerektiği zaman hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bir bölgede bulunuyoruz” gibi övgülerden sonra Karadeniz’in damadı olduğunu da hatırlattı.
Yetmedi, Başbuğ daha sonra Oruçreis Fırkateyni’nde basın mensuplarına yaptığı açıklama üzerinde durdu ve “Özellikle basınla olan görüşmeyi herhalde niye Trabzon’da yaptığımın da özel bir anlamı var. Onu da sizlerle paylaşmak istedim. Herhalde anladınız. Trabzon çünkü önemli” dedi.
* * *
PKK açılımıyla birlikte gelişen olaylardan sonra, devletin en üst düzeyinde ve yandaş medyada “provokasyon” kelimesinin arkasına sığınarak, TSK’yı sorumlu tutanlar oldu. Dün de Tayyip Erdoğan, olayları yansıtan medyayı terör örgütünün propagandasını yapmakla suçladı.
Oysa terör örgütünün kendi tarihi içinde propaganda açısından zirveye ulaştığı dönem, son açılım dönemidir. Habur’da devlet töreniyle karşılanan ve onbinlerce kişiyi peşine takıp zafer kazanmış komutan edasıyla Diyarbakır’a kadar giden teröristler, bunu kimin sayesinde yaptı. Medya sayesinde mi?
TSK’ya yönelik ithamlar karşısında ise Tayyip Erdoğan’ın hiçbir hassasiyeti yok! Oysa, TSK’yı savunmak en başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın görevidir.
Bu konuda da Başbuğ açıklama yapmak zorunda kaldı ve “Terör olaylarını, TSK ile ilişkilendirmeyi PKK destekleyicileri ve PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri, bu amaca yönelik imali konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır. Bu düşüncelerini kapalı ve açık şekilde söyleyen veya ima edenler, bize göre, bu yaptıklarıyla Türk milletine ne kadar zavallı bir durumda olduklarını göstermektedirler” dedi.
Acı ama tablo bu!
Ali Bayramoğlu'nun yorumu sonraki sayfada
ALİ BAYRAMOĞLU (YENİ ŞAFAK): Başbuğ'un konuşması ve ordu politikası
Asker Trabzon'da ortaya çıktı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, düzenlediği basın toplantısında "Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı psikolojik harekât yürütenlere diyorum ki bulunduğunuz yol, bulunduğunuz yer doğru değildir" diyordu ve devam ediyordu:
"Terör olaylarını Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeyi, PKK destekleyicileri, PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır. Bizi en çok üzen ve yaralayan noktalardan biri, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bizlere canları emanet edilen Mehmetçikler üzerinden kanlı hesaplar yapabilenlerin olduğunun düşünülmesi, ileri sürülmesi konusudur."
Askerin kamuoyuna yaptığı siyasi açıklamalar konusunda tavrımız açık.
Olmaz, olmamalı…
Asker konuşmaz, konuşmamalı…
Ancak asker hala bir siyasi oyuncuysa, bu tür konuşmaları analiz etmek hem ordu siyasetini hem Türkiye siyasetini anlamanın kaçınılmaz yollarından birisidir…
Bu açıdan bakıldığında, Başbuğ'un basın toplantısındaki "eleştiri, savunu ve talep" arasında dolaşan tavrı dikkat çekicidir.
Tokat ve Muş olayları gibi güvenlik açısından askeri ilgilendiren olayların meydana geldiği, DTP'nin kapatılması gibi askerin kendisini müdahil hissettiği gelişmelerin yaşandığı bir esnada, Genelkurmay Başkanı'nın bir basın toplantısını "ordunun imajı meselesi"yle sınırlandırması gerçekten dikkat çekicidir.
Bu durumdan bir anlam çıkarmak gerekirse (ki gerekir) şu söylenmelidir:
Bu ve benzeri konuşmalar, mevcut karargâhın temel sorununun askerin yıpranması olduğunu göstermektedir.
Karargâhın temel politikası da bu imajı düzeltmektir.
Yıpranma süreci gerçektir.
Bu süreç 27 Nisan 2007 e-muhtırasıyla başlamıştır. Bu muhtıra 27 Temmuz'da AK Parti'ye yüzde 47 oranında oy taşımış ve askerin ilk kez bu tarz bir müdahale girişimi sonuçsuz kalmıştır; üstelik ciddi toplumsal tepki görmüştür.
2008 Ocak ayında başlayan Ergenekon soruşturması, askerin siyasi açıdan sorgulanması ve soruşturulmasını ifade ettiği oranda, bu yıpranma sürecinin her geçen gün derinleşen ikinci ayağıdır.
Üçüncü ayak şüphe yok ki, Dağlıca, Aktütün gibi baskınların ortaya çıkardığı toplum sorularıdır. Ordunun askeri gücü ve işlevini masaya yatıran bu sorular, Ergenekon sürecindeki başka sorularla birleşince, askerin sadece askeri zaafiyetini değil, kimi hadiselerdeki sorumluluğunu da tartışmaya açmıştır.
33 askerin şehit düşmesi, Mumcu'nun öldürülmesi, PKK birlikleri etrafındaki kuşatmaların kaldırılması bunlar arasındadır.
Genelkurmay Başkanı bu gelişmelere tepki gösteriyor, daha doğrusu bu gelişmeler karşısında kaldıkları zor durumu dile getirmeye çalışıyor.
Nitekim basın toplantısında Ergenekon davasıyla ve asker ilişkisi açısından söyledikleri de bu duruma bir örnek oluşturuyordu.
Şöyle diyordu Başbuğ: "Adli makamların, ihbar mektuplarına ve gizli tanıkların verdikleri ifadelere karşı daha duyarlı ve daha dikkatli hareket etmeleri gerekir; bu gibi durumlarda Türk Silahlı Kuvvetleri ile bilgi teatisi ve iş birliğinde bulunulmasında fayda vardır; aksi durumlarda kurumlar arası çatışmalara neden olunabilir…"
Açıkçası asker açısından durum zor…
Ancak, askeri karargâh farkında değil midir ki, onların yıpratılma, psikolojik harekât olarak varsaydıkları bu hususların hemen hepsi, ordunun oynamaya çalıştığı devasa siyasi rolden hareketle kendi kendisini yıpratmasıdır.
Bu, açık bir şekilde ordunun siyasi sahneden aşağı itilmesi ve kışlasına itilmesi sürecidir.
Başbuğ zor dönemde genelkurmay başkanı oldu.
Hem ordu politikalarını zamana uyarlamak zorunda, hem ordunun siyasi rolünü mümkün olduğu kadar korumak, imajını ayakta tutmak çabasında…
Yaptığı basın toplantısı bu konumunu dışa vurmaktadır…
Bu basın toplantısı askerin siyasi konulara müdahaleden kaçındığına ya da kendisiyle ilgilenmekten buna imkân bulamadığına yeni bir delildir.
Açıkçası, bardağın dolu tarafı baskın…
Güngör Mengi'nin yorumu sonraki sayfada
[PAGE]GÜNGÖR MENGİ (VATAN): Başbuğ'un seçimi
Orduların gücünü sahip oldukları silâhlardan önce moral durumu belirler.
TSK sürekli bir psikolojik saldırının hedefidir ve başındaki komutan bulduğu her fırsattan yararlanarak ülkeyi bu tehlikeye karşı uyarmaya çalışmaktadır.
Genelkurmay Başkanı Başbuğ dün Trabzon’da önemli açıklamalar yaptı.
Bu bölgede ancak ordusu güçlü olan ülkenin bağımsızlığını ve özgürlüğünü koruma yeteneğine sahip olacağını, Türkiye’ye düşman güçlerin bu nedenle TSK’yı hedef aldığını belirterek şöyle dedi:
“Terör olaylarını TSK ile ilişkilendirmeyi PKK destekçileri yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır!”
Bir toplumda akıl, ahlâk ve adaleti komutanın çağrı yaptığı bu meslek grupları ayakta tutarlar.
Ama görüyoruz ki vicdanlarının bağımsızlığını korumakta başarı gösteremeyen “aydın”lar, rollerinin gerektirdiği sorumluluğu taşıma yeteneğinden uzaklaşıyorlar.
Yargıya çağrı var
Nitekim Tokat’taki saldırının gerçekleştiği günle o kalleşliği PKK’nın üstlendiği gün arasında geçen zaman, TSK’nın kendi evlâtlarını öldürmüş olabileceği ihtimalini halkın zihninde uyandıracak imalar ve uğursuz çağrışımlarla doldurulmuştur.
Ne kadar acı ki bu hukuk ve ahlâk dışı suçlamalar, ilhamını iktidar partisinin yetkililerinden almıştır.
Tokat saldırısı için provokasyon yorumu yaptıktan sonra 16 yıl önce Bingöl’de silâhsız 33 erin şehit edilmesi olayını benzerlik iması yaparak gündeme getiren AKP’nin Propaganda Başkanı Hüseyin Çelik’in şu sözlerini unutabilir miyiz?
“Bekçi akıllıysa mahallede hırsızların kol gezdiğini yayması, hatta arada bir-iki kapıyı kendisinin yoklaması lâzım. İşte Ergenekon budur!”
Başbuğ’un uyarılarına herkes kulak vermelidir.
Ordu yedeği olmayan bir kurumdur ve onu içinde oluşmuş suç ve suçlulardan kurtarmak ne kadar gerekliyse iftiralara karşı korumak da o kadar gereklidir.
Yargıya gönderilen her ihbar mektubunun niyeti belirsiz gizli tanık ve itirafçı ifadelerinin doğru dürüst bir süzgeçten geçmeden psikolojik tahrip malzemesi olarak belli gazetelere servis edilmesi bitmelidir artık.
Başbuğ adli makamları duyarlı olmaya çağırmakta yerden göğe haklı...
Tartışılacak önerme
Ancak anlam vermekte güçlük çektiğim bir nokta var: Komutan medya ile buluşması için Trabzon’u ve Oruçreis fırkateynini özel olarak seçtiğini belirttiğine göre bu seçimler mesaj içeriyor demektir.
Orgeneral Başbuğ da saklamadı zaten bunu.
Oruçreis seçiminin cunta soruşturması nedeniyle yorulan ve yıpranan Denizcilere moral destek sağlamakla ilgili olduğunu anlayabiliyorum.
Ama Trabzon’un özel anlamı ne?
Komutan Karadeniz bölgesi insanını lâyık olduğu övgülerle yücelttikten sonra Trabzon’a ayırıcı bir tanımlama getirmiştir:
“Trabzonlumuz merttir. Ülkesi için gerektiği zaman hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan bir bölgede bulunuyoruz. Ulusal konulara bu bölge insanımızın hassasiyeti ortadadır.”
Orgeneral Başbuğ’un Trabzon’u önerme biçiminde koyması acaba yanlış anlamalara davetiye çıkarabilir mi?
Çünkü bu kentimizde yaşanan ve “ulusal konulara hassasiyet” ile açıklanması mümkün olmayan bazı eylemlerin kötü izleri henüz kaybolmamıştır.
Trabzon doğru bir seçim olsa bile bu seçime anlam yükleme zorlamaları en azından gereksiz olmuştur.
Mümtaz'er Türköne'nin yorumu sonraki sayfada
[PAGE]MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE (ZAMAN): Kim daha kahraman: İlker Başbuğ mu, Mehmet Altan mı?
Seçilen mekân sadece savaş için kullanılabilecek bir mekân. Deniz Kuvvetleri'mizin en modern savaş gemilerinden Oruç Reis Firkateyni. Kıyafet, askerlerin "arazi kıyafeti" dediği savaş kıyafeti.
Aynı kıyafetlerle kuvvet komutanları, içtima düzeninde doksan derecelik açıyla yan yana dizilmiş. Yanlış anlamamız imkânsız. Genelkurmay Başkanı bu fotoğrafın anlamına akıl erdiremeyecek olanlara da açıklama getiriyor. Konu, İlker Başbuğ'un daha önce de "asimetrik psikolojik harekât" diye nitelediği asker-terör ilişkisine yönelik süreçler ve eleştiriler. Yani Ergenekon davası ve etrafında süren tartışmalar. Savaş gemisinde, bir savaşı yönetiyormuş gibi konuşmasını "Bu konuya özellikle, bugün üzerinde beraber olduğumuz TCG Oruç Reis Firkateyni'nde değinmemin özel bir anlamı vardır. Herhalde herkes, açıkça ne demek istediğimi anlamaktadır." Çok açık bir ihsas değil, ama bir tehdit hem de silahlı bir tehdit olduğu galiba açık.
Öbür tarafta bir iktisat profesörü. Aydın bir gazeteci ve köşe yazarı. Uluslararası ekonomide değişen paradigmaları konuşmak için katıldığı canlı yayında, önüne savaş gemisinden yapılan bu basın toplantısı geliyor. Son derece doğal ve anlık tepkilerle, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un sözlerine cevap veriyor. Sözlerinin özü, bu silahlı meydan okumaya boyun eğmediğinden ibaret. Galiba tam da Başbuğ'un şikâyet ettiği "asimetrik psikolojik savaş"ın örneklerinden biri ile karşı karşıyayız. Kaleminden ve çenesinden başka gücü olmayan bir profesör, tam müsellah, savaş gemisinin güvertesinde ordusunun başındaki komutana cevap yetiştiriyor.
Bir yığın soru arasından benim aklıma gelen, başlığa aldığım soru. "Kim daha kahraman: İlker Başbuğ mu, yoksa Mehmet Altan mı?" Yanlış duran şeyleri ve başarısız yürüyen "gerçek asimetrik psikolojik harekâtı" deşifre etmek için, bu sorunun cevabını takip etmek lâzım.
İlker Başbuğ ne diyor?
Bu müsellah ve çok fazla muharip görüntü içinde Genelkurmay Başkanı sadece bir polemik yürütüyor. Polemiğin konusu ise Ergenekon davası ile gündeme gelen asker kişilerin yer aldığı iddia edilen, ordu içindeki kurumsal bir illegal yapılanmayı gündeme getiren terör plan ve eylemleri. Kafes Planı, Danıştay suikastı, Zir Vadisi bombaları, Poyrazköy kazıları, İrticayla Mücadele Eylem Planı vs. İlker Başbuğ gemi güvertesinde, savaş kıyafeti ile basına yaptığı açıklamalarda yargıya hitap ediyor ve "adlî makamların ihbar mektuplarına ve gizli tanıkların ifadelerine karşı daha duyarlı ve daha dikkatli hareket etmeleri" talimatını veriyor. Ben şahsen bu cümlenin peşinden gelen "aksi durumlarda kurumlar arası çatışmalara neden olunabileceği" uyarısından, Oruç Reis Firkateyni'nin bu "çatışma"da yer alacağı sonucunu çıkartmadım. Beşiktaş iskelesinin yanındaki Beşiktaş Adliyesi'ne bu geminin toplarını çevireceğine, savcıların da ihtimal vereceğini sanmıyorum. Ama yine de bu cümlelerin "yargıçlara talimat verilemeyeceği ve telkinde bulunulamayacağı"nı amir Anayasa'nın 138. maddesine aykırı olması durumu değişmiyor. Bir hukuk devletinde böyle bir manzara olabilir mi? Askerin siyasete müdahalesinden daha vahim bir durum. Genelkurmay Başkanı, bir savaş gemisinin güvertesine çıkıp yargıçlara mesaj verebilir mi?
Devamı daha dehşetli: "Terör olaylarını Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeyi, PKK destekleyicileri, PKK sempatizanları yapabilir. Ancak böyle ilişkilendirmeleri ve bu amaca yönelik imalı konuşmaları siyasiler, akademisyenler ve medya mensupları yapamaz, yapmamalıdır." Bu ifade Ergenekon davasını toptan reddetmiyor mu? İfade muğlak, ama TSK bünyesinde görevli her subayın, Ergenekon'da aklanması lâzım. Bir darbe davası ve bu darbenin şartlarını oluşturmak için girişilen ve planlanan provokatif terör eylemlerini "Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkilendirmeden" nasıl ortaya çıkartabiliriz? "İrticayla Mücadele Eylem Planı"na "kâğıt parçası" diyen ve savcılara "bu belgenin sahte olduğunu ispatlama" görevi veren kişi, bu sözlerin de sahibi değil mi?
"Toplumsal huzura giden yolun, ortak değerlerimizin güçlendirilmesinde olduğunu düşünüyoruz. Farklılıklara elbette saygılı olmalıyız. Ancak farklılıklara saygılı olmak her zaman farklılıklarımızı öne çıkarmayı da gerektirmez." İlker Başbuğ'un bu sözlerindeki "farklılıkları öne çıkartmayın" uyarısına itiraz edenler olabilir. Ama genel olarak ortak değerlere, toplumsal huzura yapılan vurgu güzel. Sorun sadece bu sözlerin bir savaş gemisinin güvertesinde, silahlı bir güç gösterisi eşliğinde söylenmesi. Çelişki burada. Bu sözleri koca ordunun başındaki komutanın bir tehdit havasında telaffuz etmesi. Ve bu ayrıntı bir ülkeyi medeni ülkelerin fersah fersah uzağına düşüren esaslı bir ölçüyü veriyor. Tekrarlamaktan çekinmeyelim: Genelkurmay Başkanı'nın bir savaş gemisinin güvertesinde yüksek komuta heyetinin huzurunda kendi kurumunu ilgilendiren bir dava ile ilgili yargıçlara talimat verdiği, siyasetçileri, akademisyenleri ve medya mensuplarını hizaya çekmeye kalktığı bir ülke medenî bir ülke olabilir mi?
Bir hukuk devleti olamayacağı zaten ortada. Allah aşkına bu manzaranın Türkiye'ye yakıştığını söyleyen biri çıksın. Bu ülkenin dışarıya karşı korunması için benim vergilerimle alınmış bir savaş gemisinde, benim vergilerimle maaşları ödenen komutan nasıl herkesi hizaya çekmeye, tehditler savurmaya cesaret edebilir? Allah aşkına söyleyin: Benim ülkem bu komutanlara müstehak mı?
Asıl can alıcı soruya dönelim: Bu ülkenin askerleri mi, yoksa aydınları mı daha kahraman? O kadar silahın arasından korkutucu bir fonun önünde meydan okumak mı daha cesurca? Yoksa Mehmet Altan'ın yaptığı gibi televizyonda canlı yayında bu yüksek perdeden çekilen zılgıta çatır çatır cevap vermek mi? Kim daha cesur ve kahraman?
Sonuç: Kahraman aydınlara sahip olduğuna göre, bu ülkenin hâlâ medenî bir ülke olma şansı mevcut. Ve dahi sorunlarını silaha müracaat etmeden barışçı yöntemlerle çözme, sağduyu ile birliğini ve dirliğini tesis etme ihtimali hâlâ var. Çünkü en az silahın gölgesinde konuşulabilenler kadar cesurca şeyleri söyleyebilen aydınları var.
Ahmet Taşgetiren'in yorumu sonraki sayfada
[PAGE]AHMET TAŞGETİREN (BUGÜN): Başbuğ ve asimetrik savaş
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, dün sürpriz bir açıklama ile bir kere daha kamuoyu önüne çıktı.
Yüzü asıktı, tepkiliydi.
Bir kere daha, "TSK'ya karşı asimetrik savaş verildiği" vurgusu yaptı.
Bu defa, özellikle terörle mücadelede TSK adına zaaf sergilendiği tartışmalarından rahatsızlık duyulmuştu.
"Bizi en çok üzen ve yaralayan noktalardan birisi ise TSK içinde bizlere canları emanet edilen Mehmetçikler üzerinden kanlı hesaplar yapabilenlerin TSK içinde olduğunun düşünülebilmesi, ileri sürülebilmesi konusudur."
Son olarak Reşadiye'deki 7 şehit olayında, daha önce Bingöl'deki 33 askerin şehit edilmesi olayında kamuoyuna kuşkular yansımıştı.
Dağlıca, Aktütün baskınlarında yaşananlar, pimi çekilmiş el bombası olayındaki asker kayıpları, tartışma malzemeleri durumundaydı.
Eleştirilerde bir komuta zaafına ya da "terörün devamında TSK içinde birilerinin çıkarı bulunduğu" iddiasına işaret edilmekteydi.
Tabii bu arada, TSK'nın güvenlik alanındaki görevlerde zaaf sergilenirken, siyaseti yönlendirmek gibi bir misyona yönelmesi, bunun için TSK içinde örgütlenmeler oluşması da eleştiriler arasındaydı.
"TSK'ya kötü niyetli saldırılar olmaz" gibi kategorik bir reddi sağlıklı bulmam ama "ülke güvenliği" gibi bir alanla sınırlanmaksızın, Türkiye'nin gündelik tartışmaları içinde, bu kadar yoğun biçimde yer alan bir kurum ve onun içindeki insanların eleştirilere hedef olması da kaçınılmazdır.
TSK bu eleştirileri, en üst seviyeden öfkeli tepkilerle cevaplamak yerine, hem kendi alanını güvenlikle sınırlamayı başarmalı, hem işaret edilen zaafları gidermeli, hem de çok daha makul bir iletişimi tercih etmeli.
Kabul edilmeli ki, bu kadar sık biçimde, kamuoyu önünde çatık kaşlı açıklama yapmak da demokratik ülke geleneği değil.
MELİH AŞIK (Milliyet): Başbuğ tedirgin
Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ dün Trabzon’da, Oruç Reis fırkateyninde yaptığı konuşmada kimi belli medya organlarına karşı TSK’yı savundu. İlginçtir, TSK düşman karşısında değil kendi ülkesinin bir kısım basını karşısında zorlanıyor.
Başbuğ diyor ki:
“Ne acıdır ki, özellikle Türkiye’de medyanın bir kısmının var oluşlarının temel nedeni, gerçeklere ve doğrulara dayanmayan, önyargılı ve özel amaç taşıyan eleştiriler yaparak, TSK’yı haksız yere her gün gündemde tutmak ve TSK aleyhine kampanya yürütmektir. Bunlar aynı zamanda kendilerini demokrasinin savunucusu olarak da göstermektedir...”
* * *
TSK içinde cuntacı - darbeci gelişmeler varsa elbet izlenmeli, eleştirilmeli.
Ancak yandaş medya eleştirmiyor, TSK’yı yalan haber, asılsız haber ve komplolarla dağıtmaya ve çökertmeye çalışıyor.
Bu gazetelerden birinin CIA tarafından kurdurulduğu yaygın kanaat.
Diğerleri ise (TRT dahil) AKP yanlısı olup “yandaş basın” diye anılıyor.
İktidara göbekten bağlı yandaş basının TSK’ya karşı tertiplere girişmesi neyin göstergesidir?
AKP’nin TSK’ya karşı sabotaj ve tertipleri perde arkasından desteklediğinin...
Aslında hedefte olan yalnızca TSK değil.. Dikkat buyrun... İktidara boyun eğmeyen “yargı” ve “medya” da aynı şekilde hedeftedir.
Nedir bu kurumların ortak niteliği?
Laik cumhuriyeti savunan... Ya da bir başka deyişle dinci tek parti iktidarının önüne dikilebilecek son kurumlar olmaları...
Tehlikede olan Cumhuriyet’tir.