Başbakan seçilmiş bir baba mıdır?
Gezi Parkı olaylarının yıl dönümünü yaşadığımız şu günlerde sürecin oluşmasına neden olan temel dinamiklerin içinde, “iktidar kavramı ile ilişki biçimlerimizin” son derece mühim bir yer teşkil ettiğini düşünüyorum.
Gezi Parkı olaylarının yıl dönümünü yaşadığımız şu günlerde sürecin oluşmasına neden olan temel dinamiklerin içinde, “iktidar kavramı ile ilişki biçimlerimizin” son derece mühim bir yer teşkil ettiğini düşünüyorum.
Bu nedenle sizi misafir ettiğim bugünkü yazımda, gelin benimle ucundan azıcık da olsa, elimizden geldiğince bu konuyu irdelemeye çalışalım.
***
Özellikle Başbakan Erdoğan ve Ak Parti’nin 2011 sonrası siyaset dilinde öne çıkan “Yaparız, olur - en iyisini biz biliriz” mantığı toplumun belli bir kesiminde sindirilmişlik hissiyatı yaratmaya başladı.
“Taksimdeki Halil Paşa Topçu Kışlası, Çamlıca Camisi projesi, Muhteşem Yüzyıl gibi TV dizilerine müdahaleler, kürtaja bir doğum kontrol yöntemi olarak karşı çıkılması, ucube heykel ifadesinin ardından ilgili heykelin yıktırılması” gibi sayısı çoğaltılabilecek emsaller, hep egemen otoriter dilin bir tezahürü olarak algılandı. Çoğulcu yerine, çoğunlukçu bir demokrasi anlayışının emaresi gibi görüldü.
Başbakan, ailesini yöneten ve özel hayatlara müdahale eden bir baba profiline dönüşmeye başlamıştı...
Star Gazetesinde Fehmi Koru, 28 Kasım 2012 tarihinde kaleme aldığı “Tayyip Bey’i Anlamak” isimli yazısında Başbakan Erdoğan’ın yukarıda bahsetmeye çalıştığım siyaset dilinin nedenlerini bir tür pederşahilik biçimi olarak yorumluyor.
Yani özetle; “Başbakan, evlatlarının iyiliğini isteyen bir baba gibi… Bazen kızıyor, sinirleniyor. Vatandaşlarının iyiliği için özel hayatlarına müdahale etmek istiyor. Baba hissiyatıyla davranıyor.” tespitinde bulunuyor.
***
Sorunun asıl özünde olan mesele de işte tam şu “baba” kavramı...
Yakın siyasal tarihimize dönüp baktığımızda; ne geldiyse başımıza “baba gibi lider” figüründen dolayı?? gelmedi mi?
Hayatımız bizi babamız gibi kontrol eden, bizim adımıza her şeye karar veren, sorgusuz sualsiz teslim olduğumuz liderler geçidiyle dolu değil mi?
***
Binlerce yıllık “mutlak monarşi” geleneğinin getirisiyle, devlet erkine karşı “saygı duymak ile kul olmayı” birbirine karıştırarak, özgürlüğümüzü kaybettik. Ve iktidara gelen liderler, monarşinin bu genlerini üzerlerinden atamadılar.
Tabi cumhuriyet ve devrimler de “halka rağmen” payesiyle uygulanınca; “tepeden inmeci” kültür, siyaset arenamızda doğal bir seleksiyon halini aldı.
Bu nedenle, bizler yetkilerle donattığımız devlet görevlilerinin önünde el pençe olmayı, eğilip bükülmeyi marifet sanar olduk.
Devlet “yap” dedi yaptık, “git” dedi gittik, “öl” dedi öldük.
Oysa onların yönetme erkini bizden sadece bir süreliğine almış “emanetçiler” olduklarını unuttuk. Gözümüzde büyüttük de büyüttük...
Yıllarca kaymakamın önünde saygıdan konuşamadık, küçük bir meramımızı bile cesaretle anlatamadık. Belediye başkanı köyümüze geldiğinde “Kral Faysal” geliyormuşçasına telaşa kapıldık. Ağalardan korktuk, şeyhlere sığındık.
İşte hep bu “baba” kılıfının altına gizlenen otoriter, padişah kalıntısı liderler ve korkularımız yüzünden onlarla eşit haklara sahip yurttaşlar olduğumuzu unuttuk.
1500’lü yılların en önemli siyasal düşünürlerinden La Boetie, “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı eserinde, siyasal egemene karşı "insanların nasıl olup da itaat ettikleri, üstelik itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi, hatta kulluk etmeyi arzuladıkları" olgusunu tartışır.
“İnsan, neden kendi elleriyle yetkilerini devrettiği bir güç tarafından ezilsin ki…”sorusunu sorar.
Ve istemediği sürece, kimsenin onu “kul” olarak göremeyeceği fikrini savunur.
Boetie’nin dediği gibi; bizler bir toplumsal davranış ritüeli olarak devlet yetkililerine bu tarz siyaset yapma cesaretini verdik. Kendi isteğimizle “gönüllü kulluk” yapar olduk.
İstedikleri gibi yönettiler bizi. Rant sahibi oldular, zenginleştiler, kendi taraftarlarını güçlendirdiler, rakiplerini ezdiler.
Vatandaş ise bu hikâyede “tüm bu çileye göğüs germesi beklenen ve lider suntasının dediklerini onaylayan” bir karakteri oynamak zorunda kaldı.
Dahası Türkiye’deki mevcut anlayış yüzünden “milletvekili çocuğu, bakan akrabası, belediye başkanının yaveri” gibi imtiyazlar ortaya çıktı. Temel hak ve özgürlüklere sahip olmak bakımından, “lider”in yakınları ile sıradan vatandaş olmak arasında bir uçurum oluştu.
Ee nede olsa onlar ulu liderin yakınları, imtiyazlı bir sınıf!
***
Yabancı bir ülke parlamentosunun vekilini ya da cumhurbaşkanını korumasız bir biçimde metroda ya da bisikletle ofislerine giderken gördüğümüzde ise, sahip oldukları mütevazılığe şaşırdık. Hayretler içerisinde kaldık.
Çünkü sivil denetim mekanizmalarının çalıştığı bir sistemde o göreve hizmet etmek için gelmiş liderlerin halkla iletişime geçme ve yönetme biçimleri, bizim ülkemizde her zaman gördüğümüz örneklerinden oldukça farklıdır.
Halk, “baba şefkati” aramaz onlarda. Sadece görevlerini yapmasını beklerler.
Bilirler ki; liderdeki baba vurgusu arttıkça, “demokrasi” algısı azalır. Tek bir karar alıcı, tek bir yönlendirici olur.
Tüm bunlardan ötürü 2013 Gezi sürecini meydana getiren toplumsal dinamiklere bir de bu perspektifle bakmak gerekir.
Çünkü Gezi Parkı eylemi, aynı zamanda kendini seçilmiş bir baba olarak gören liderlerin ve onların geleneksel tekçi yönetim biçimlerine karşı ortaya çıkan bir reflekstir.