Barış değil, psikolojik harp süreci
Bu muammalığın en büyük sebebinin Barış sürecine başlanılan koşullarla içinde bulunduğumuz yeni siyasal şartların birbiriyle aynı olmamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü Barış süreci şuan, aktörlerin yeni koşullara “adapte olamaması krizi” yaşıyor
Kürt sorununda otuz yıllık düşük yoğunluklu çatışma döneminin ardından, geçtiğimiz iki yıl içerisinde ilk defa bir umut ışığı yakaladık. Çatışmasızlık, müzakere ve barış süreci…
Peki, bu fırsatı şansa dönüştürebildik mi? İşte orası muamma…
Bu muammalığın en büyük sebebi, Barış sürecine başlanılan koşullarla içinde bulunduğumuz yeni siyasal şartların birbiriyle aynı olmamasından kaynaklanıyor. Ve süreç, aktörlerin oluşan yeni koşullara “adapte olamaması krizini” yaşıyor.
Neden derseniz;
Bir kere geldiğimiz noktada, Kürt sorunu artık bir halkın sadece kamu otoritesinden talep ettiği hakların yerine getirilmesi ve buna bağlı yaşanan gayrinizami harbin sona ermesi meselesi değil. Bu bakış açısı, eksik ve yanıltıcı olabilir. Çünkü Barış Sürecinin de temel çıkış dinamiklerinden olan Arap Baharı ve sonrasına taşan bölge ülkelerinin yeniden dizaynı; Türkiye için Kürt Sorununu bir iç mesele olmaktan çıkarıp bölgesel bir mesele haline getirmiş durumdadır.
Artık bir yanda Irak Bölgesel Kürt Yönetimi, diğer yanda Suriye Kürt siyasal hareketi bize çok aktörlü ve değişkenli bir çözüm süreci tablosu sunuyor. Güney sınırlarımızda komşumuz haline gelen ve Ortadoğu’da batı demokrasileriyle yakın bir müttefik gibi hareket edebilen bir Kürt siyasal hareketi söz konusu. Ki bu durumun en belirgin örneğini sınırımızın dibindeki Kobane çatışmalarında yaşıyoruz.
Bu nedenle çözüm sürecindeki temel kafa karışıklığı ve sürecin yavaş ilerlediği iddiaları, yeni uluslararası konjonktürle tutarlı ve adapte bir iç-dış politika oluşturulamamasından kaynaklanıyor.
***
Türkiye, Kürtleri sadece kendi sınırları içinde mi dost görecek yoksa sınır dışında da mı yakın müttefik olarak algılayacak? Komşu Kürt siyasal oluşumlara bir tehdit olarak mı bakacak yoksa olası ekonomik-siyasal politikaları böylesi bir düzlemde mi değerlendirecek?
Temel sıkıntı bu... Tutarlı bir politika ve strateji ortaya koyamayışımız.
Bu nedenle gerek Ak Parti, gerekse de HDP-İmralı ve Kandil, işte tam bu kıskacın arasına sıkışmış durumda. Ortak bir irade yakalanamaması ve dahası bu konunun iç politik gündemin bir enstrümanı haline dönüştürülmesi; yakaladığımız şansın bir travma haline gelmesi tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor bizleri.
Daha vahimi ise Kobane protestolarındaki ağır sonuçlar, polisin yetkilerini güçlendiren yeni düzenlemeler, asker ve güvenlik görevlilerine yapılan suikastlar 90’ların o dehşet günlerini geri çağırıyor…
Burada yapılması gereken ilk şey, Kürt Sorununun karşısında konumumuzu yeniden güncellemek ve onu yeniden tanımlamaktır. Dış politikamızı da Esad kıskacından çıkarıp yeniden revize etmektir.
İKİNCİSİ; özellikle Kobane protestolarında yaşanan ölümler nedeniyle sürecin aktörlerinin "provakasyon – derin eller" diye nitelediği şüphelerin ısrarla üstüne gitmektir. Çünkü 90’ları hatırlanmak bile istenmeyen bir dönem yapan unsur, şeffaflığın ortadan kalkmasıydı. Kaybolan insanlar, kapanan dosyalar, kimsenin üstlenmediği saldırılar ve bu tablonun yarattığı büyük mağduriyetler idi.
Oysa şeffaflık ve sorgulanabilirlik, an itibariyle en çok ihtiyaç duyduğumuz kavramlar... Şüphelerin ortadan kaldırılması, yaşananların açık ve ulaşılabilir olması –eğer var ise- kirli tezgâhların da çökmesine neden olacaktır.
Bir ÜÇÜNCÜSÜ; şuan tüm bu süreçleri atlatabilmek ve zaman kazanmak adına bir psikolojik harp söz konusu... Kobane protestoları da bir yönüyle bu psikolojik harbin bir parçasıydı, iktidar tarafından gelen sert yanıtlar ve ilgili düzenlemeler de yine bu psikolojik savaşın bir parçası... Bu nedenle ben içinden geçtiğimiz periyodu, “Barış süreci” şemsiyesi altında “psikolojik harp süreci” olarak nitelendiriyorum. Taraflar, kamuoyu algısını ciddi biçimde mobilize etmeye çalışıyor. Ve böylece olası kazanım yada kayıplara karşı hazırlık yapıyor.
***
“Şiddetsizlik, bir anlamda şiddetlerin en kötüsüdür” der Derrida. “Analar ağlamasın” mottosuyla başlanılan Barış Sürecini, silahların yeniden konuşacağı bir konuma getirmek; bu şiddetsiz ortamda nefes alma imkânına kavuşan toplumun büyük bir öfke patlaması yaşamasına neden olacaktır. Çünkü huzurla yaşamak, hiçbir metaya eşdeğer olamayacak kadar değerli bir olgudur. Analarımızdan, evlatlarımızdan bu nimeti söküp almaya, telafisi olmayan acılara yeniden sürüklenmelerine sebep olmaya da kimsenin hakkı yok.