Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu: Fransız makamları, bir süredir İslam’ı sözde kontrol altına almak amacıyla “Fransa İslam’ı” oluşturma çalışmaları içerisinde. Bunun için meşru zemin arıyorlar. Çok tehlikeli bir yoldalar
Abone olDışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu son dönemde belki de tarihin en yoğun diplomasi trafiğini yöneten isim olarak önemli işlere imza attı. Türkiye’yi bölgesel ve küresel ölçekte ilgilendiren çok sayıda gelişmelerin yaşandığı dönemde kritik ilişkileri yürüten Çavuşoğlu Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) bünyesinde yayımlanan Kriter dergisine gündemi değerlendirdi. Çavuşoğlu, Karabağ’ın işgal altından kurtarılmasından, KKTC seçimlerine, ABD’deki başkanlık yarışından Fransa ve Avrupa’da artan İslam karşıtlığına kadar bir çok konuda önemli açıklamalarda bulundu.
Azerbaycan'a desteğimiz tam
Türkiye, başından beri Yukarı Karabağ ihtilafının uluslararası hukuk, ilgili BM Güvenlik Konseyi ve AGİT kararları temelinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü ve uluslararası tanınmış sınırlarının dokunulmazlığını teminat altına alan barışçıl bir çözüme kavuşturulmasını destekledi.
Ancak, AGİT Minsk Grubu Eş-Başkanlarının uhdesinde yürütülen müzakere süreci, çözümsüzlükten fayda sağladığını düşünen Ermenistan nedeniyle bugüne kadar elle tutulur somut bir sonuç vermedi. Ermenistan müzakere sürecini istismar etti. Ermenistan’ın amacının, sonuç odaklı samimi bir müzakere yürütmek değil, çözümsüzlük sayesinde işgalini kalıcı kılmak, statükoyu pekiştirmek olduğu görüldü. Bugün gelinen noktanın müsebbibi Ermenistan’dır. Sahada yeni gerçekler mevcuttur.
Azerbaycan’ın tercih edeceği çözüm, bizim de kabulümüzdür. Azerbaycan’a desteğimiz tamdır. Azerbaycan, kardeşimiz olmasının yanısıra uluslararası hukuk indinde de haklı olan taraftır.
Batı, Karabağ'ın işgaline sessiz
Uluslararası insancıl hukukun ve Cenevre Sözleşmelerinin açık ihlali anlamına gelen Ermenistan’ın saldırılarına karşı Batı kamuoyunun tek taraflı sessizliği gözümüzden kaçmıyor. Ermenistan savaş suçu işlerken, bu ülkenin insanlık dışı saldırılarına sessiz kalmak, suça ortak olmaktır. Batı, ülkelerin toprak bütünlüğü konusunda seçici hareket etmeyi bırakmalıdır. Kırım’ın ilhakının gayrimeşru olduğunu teslim edenler, nasıl olur da Azerbaycan’daki işgale gözlerini kapayabilirler? Bunu yapanların Ukrayna, Gürcistan ve Moldova’nın toprak bütünlüğü konusunda söylediklerinin samimiyeti ve inandırıcılığı tartışılır. Batı kamuoyu bu çifte standardın farkına varmalıdır.
Uluslararası hukuk uyarınca bu topraklar Azerbaycan’ındır. Burada tartışılacak bir husus görmüyoruz. Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne işaret eden BM Güvenlik Konseyi’nin 822, 853, 874, 884 sayılı kararlarına atıf yapmaktan kaçınmak, bu kararların varlığını ortadan kaldırmıyor. Batılı dostlarımıza tavsiyemiz; asılsız Ermeni propagandası yerine, uluslararası hukuku esas alarak Yukarı Karabağ politikalarını belirlemeleridir.
Dış siyasette yalnız değiliz
Türkiye’nin dış politikada bir eksen kayması yaşadığına veya yalnız kaldığımıza dair ithamlar yeni değil. Türkiye ne zaman dış politikada milli çıkarları bağlamında gerekli adımları bağımsız bir şekilde atsa bu ve benzeri görüşler hemen yeniden dolaşıma sokuluyor. Biz bunu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimiz döneminde İran’a yeni yaptırımlar uygulanmasına hayır oyu verirken de, darbelere karşı çıkarken de, Doğu Akdeniz’de ülkemizin ve KKTC’nin çıkarlarını savunurken de gördük, yaşadık.
Ben bu iddianın sahiplerine şunu sormak istiyorum: dış politikada yalnız kalmış bir ülke nasıl oluyor da üyesi bulunduğu uluslararası örgütlerde bu ölçüde etkin rol oynayabiliyor, Dönem Başkanlıkları üstlenebiliyor, Zirve ve toplantılara ev sahipliği yapabiliyor ve tüm coğrafyalarla ilişkilerini geliştirerek dünyanın en geniş beşinci diplomatik ağını kurabiliyor?
Bu nasıl bir yalnızlıktır ki; 26 ülkeyle yüksek düzeyli stratejik işbirliği süreci kurmuşuz ve merkezinde yer aldığımız coğrafyada barış ve istikrara katkı amacıyla üçlü, dörtlü ve çok taraflı formatta 14 işbirliği sürecini hayata geçirmişiz. Ayrıca “Barış için Arabuluculuk” ve “Medeniyetler İttifakı” gibi girişimlerimiz küresel ölçekte büyük kabul ve takdir görmüş. “Yeniden Asya”, “Dijital Diplomasi” ve “Antalya Diplomasi Forumu” gibi ses getiren yenilikçi projeleri hayata geçirmişiz ve ülkemizi devre dışı bırakmaya çalışan oluşumların yaşama şansı dahi olmamış?
Öte taraftan sadece 2020 içinde çok sayıda farklı örgütte Dönem Başkanlığını üstleniyoruz (Asya Parlamenterler Asamblesi, Akdeniz İçin Birlik Parlamenterler Asamblesi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Forumu, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Güney Doğu Avrupa İşbirliği Süreci, Asya İşbirliği Diyaloğu, D-8). Kıdemli Türk diplomatları bugün BM’den AGİT’e ve UNESCO’ya kadar farklı uluslararası örgütlerde en üst düzey görevlere getiriliyorlar. Son olarak, Büyükelçi Sayın Volkan Bozkır üye ülkelerin ezici çoğunluğunun desteğiyle BM 75. Genel Kurul Başkanı seçildi. Tüm bunlar ülkemize olduğu kadar Türk diplomasisine de duyulan güvenin bir tezahürüdür, “yalnızlık” iddialarına en iyi yanıttır.
Tek taraflı beklentiler problemli
Ortak çıkarlar temelinde tüm bölge ülkeleriyle dostane ilişkiler tesis etmek, dış politikamızın temel hedefleri arasında. İkili ilişkileri bölgenin refahı ve kalkınmasından da ayrı göremeyiz.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, İsrail'le ilişkilerimizi belirleyen temel parametreler arasında, bu ülkenin Filistinli kardeşlerimize karşı tutumu da yer almaktadır. Türkiye’nin, bölgemizde en büyük adaletsizliğin yaşandığı, uluslararası hukukun her gün ayaklar altına alındığı Filistin’deki duruma sessiz kalması söz konusu olamaz. İsrail’in, Türkiye ve bölgedeki tüm ülkelerle sürdürülebilir ilişkiler tesis edebilmesi için, Filistin halkının haklarını gasp etmeye son vermesi ve iki devletli çözüm hedefine zarar veren politikalarından vazgeçmesi gereklidir. Bu sadece ülkemizin değil, tüm uluslararası toplumun beklentisidir. İsrail’in bu yönde atacağı olumlu adımlara aynı şekilde mukabele etmeye hazırız.
Suudi Arabistan’la diyalog kanallarımızı her daim açık tutmaya çalışıyoruz. Ancak kendi topraklarında işlenen bir cinayetin tüm yönleriyle aydınlatılması ve adaletin tecellisi için çaba sarfetmek, bir hukuk devleti olarak Türkiye’nin sorumluluğu. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Başkonsolosluğu’nda katledilmesi hadisesini bu anlayışla ele aldık.
Keza ülkemizin Mısır devletiyle ve köklü tarihi bağlarımız bulunan Mısır halkıyla bir meselesi yoktur. Siyasi ilişkilerdeki sorunlardan iki ülke halkları arasındaki ilişkilerin olumsuz etkilenmemesi için özellikle çaba göstermekteyiz. Bu ülkelerden, diğer ülkelerle ilişkilerini sadece dar ikili menfaatler üzerinden değil, bölgesel barış, güvenlik ve istikrarı da gözetecek şekilde belirlemelerini bekliyoruz.
Kıbrıs Türkü Ada'nın ortak sahibidir
Türkiye–KKTC arasındaki ilişkiler çok özeldir. Seçimlerden bağımsız olarak Türkiye her daim haklı mücadelesinde Kıbrıs Türk halkının yanında yer almıştır. Bundan sonra da KKTC’nin güvenliği, kalkınması ve refahı için gereken desteği sağlayacaktır.
Sayın Tatar’la Başbakanlığı döneminde uyumlu bir çalışma içerisinde olduk. Bu uyumumuzu, Cumhurbaşkanlığı döneminde de dayanışma ve işbirliği içerisinde sürdüreceğimize inanıyoruz. Ada’nın ortak sahibi Kıbrıs Türkü’nün egemen eşitliğinin sağlanması, Doğu Akdeniz’deki meşru hak ve çıkarlarının korunması başta olmak üzere birlikte çalışmaya devam edeceğiz.
Bazı müttefiklerimizin son dönemde GKRY ile özellikle savunma alanında işbirliklerini güçlendirdiğini görüyoruz. Bir yanda Kıbrıs’ta kapsamlı çözüm için çağrıda bulunurken, diğer yandan Ada’da iki taraf arasındaki dengeyi göz ardı etmek büyük bir çelişkidir.
Rum Yönetimi’ni bu tür adımlarla şımartmak ne Kıbrıs meselesinin çözümüne katkı sağlar ne de Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarın tesis edilmesine hizmet eder. Bu adımlar ancak uzlaşmaz tutumuyla çözümün önündeki engel olan Rum tarafını daha da cesaretlendirir, bizim kararlılığımızı ise daha da artırır.
Karar ABD halkının
ABD’de seçim sonuçları hakkında tahminde bulunmak hep güç olmuştur. Zira neticeyi ulusal düzeydeki oy oranından ziyade, eyaletlerdeki sonuçlar belirliyor. Nitekim bir önceki seçimde de, ulusal düzeyde en fazla oy alan değil, kritik eyaletlerde yarışı önde bitiren aday Başkan olmuştur.
Kaldı ki bu defaki seçimler, koronavirüs salgını, bunun ekonomi üzerindeki etkisi ve ırkçılıkla ilgili tartışmaların etkisiyle, ABD toplumunun belki de en fazla bölünmüş olduğu bir ortamda gerçekleşecek. Bu itibarla seçim sonuçlarına dair, şimdiden bir öngörüde bulunmak çok gerçekçi değil. Bizim bu konuda şu veya bu yönde bir tercih veya beklenti dile getirmemiz de söz konusu olamaz. Bu karar sadece ABD halkına aittir ve herkesin buna saygı göstermesi gerekir. Bir başka deyişle, ABD halkı kimi seçerse seçsin Türkiye olarak biz, ABD yönetimiyle yakın işbirliği içinde çalışmaya devam etmeye hazırız.
Öte yandan, Başkan adaylarından Biden başta olmak üzere, bazı ABD’li siyasetçilerin seçim kampanyası sırasında ülkemizi iç siyasi tartışmalara alet etme çabalarına şiddetle karşı çıkmaya devam edeceğimizi vurgulamak isterim.
ABD, güvenilirliğini sorgulatıyor
ABD’de yaptırımların dış politikadaki kullanımı ve etkinliği üzerinde son dönemde ciddi tartışmalar yapılıyor. Türkiye olarak dar siyasi hesaplar doğrultusunda hayata geçirilen tek taraflı yaptırımlara karşı çıktık. Neticede, dikkatlice düşünülmeden ve hesapsızca uygulanan yaptırımlar sadece hedef ülkeyi olumsuz etkilemiyor. Başta komşular ve bölge ülkeleri olmak üzere, diğerlerine de zarar veriyor. Uluslararası toplumun inandırıcılığına ve caydırıcılığına da sekte vuruyor. Keza, Türkiye, geçmişte Irak’a ve İran’a uygulanan yaptırımlardan en fazla zarar gören ülkeler arasında yer aldı.
ABD’nin son dönemde küresel ekonomideki başat konumundan da istifadeyle yaptırımları dış politikada bir araç olarak kullanmaya başladığını görüyoruz. Zaman zaman yaptırımlara tehditkâr bir dil de eşlik ediyor ki, bunun hiçbir şekilde kabul edilmesi mümkün değil. Uluslararası yaptırımlar Birleşmiş Milletler çerçevesinde ele alınmalı. Tek meşru yöntem bu.
ABD, şimdi de Rusya bağlamında tek taraflı yaptırım kararları alıyor ve bütün dünyanın bu kararlara boyun eğmesini bekliyor. Örneğin, Rusya’dan S-400 sistemleri aldığımız için Kongre’deki bazı çevreler bizi yaptırıma tabi tutmakla tehdit ediyor. Biz bu sistemleri ABD dâhil en yakın müttefiklerimizden tedarik edemediğimiz için Rusya’dan aldık. Bu konudaki haklılığımızı Başkan Trump da teslim etti.
Konu ne olursa olsun ABD’nin özellikle müttefiklerine karşı yaptırım ve tehdit lisanı ile hareket etmesi yanlış. Bu her şeyden önce ABD’nin güvenilirliğinin sorgulanmasına yol açıyor. Bu çerçevede, gerek ABD Kongresi’nden gerek yönetimden, S-400 alımını gerekçe gösterip, Türkiye’ye karşı yaptırım gündemini ilerletmeye çalışmak yerine, yapıcı ve sorumlu bir tutum izlemelerini bekliyoruz. Diplomasi ve diyalog kanallarının her zaman açık tutulmasından ve etkin bir şekilde işletilmesinden yanayız.
Diğer taraftan, Sayın Cumhurbaşkanımızın “Dünya Beşten Büyüktür” şiarında ifade bulan anlayışımız, küresel yönetişim mekanizmalarındaki derin ve artık kemikleşmiş adaletsizlikler karşısında giderek artan reform ve yenilenme ihtiyacına dikkat çekiyor. Küresel ekonomiden siyasete kadar farklı alanlarda İkinci Dünya Savaşı sonrasının malum dengelerini yansıtan yönetişim mekanizmaları, günümüzün çok boyutlu sınamalarına, yeni tehditlere ve evrilen risklere yanıt verebilecek durumda değil.
Fransa çok tehlikeli bir yolda
Sayın Cumhurbaşkanımız ve onun şahsında Türkiye, esasen uzun zamandır Avrupa’nın, bilhassa Fransa’nın hedefinde yer alıyor. Fransız mevkidaşım Le Drian, geçtiğimiz gün Fransız Büyükelçinin istişareler için çağrılmasına yönelik açıklamasında “Birkaç gündür Türkiye’de Fransa'ya karşı yürütülen nefret dolu ve karalayıcı bir propagandadan” bahsetmişti. Bizim böyle bir kampanyamız olmaz. Ancak, Fransa bu kampanyayı Türkiye’ye karşı yıllardır yürütüyor.
Fransa gibi, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, milyonlarca Müslüman vatandaşı bulunan bir ülkenin Cumhurbaşkanı “İslam’ın krizde olduğunu”, “Aydınlanmış İslam yaratılması gerektiğini” söyleyebiliyorsa, birinin burada sorun olduğunu hatırlatması gerekiyor. Bu tür söylemleri bir aşırı sağ partinin başkanının sarf etmesi bizi şaşırtmaz. Ancak, Avrupa’nın önemli bir ülkesinin Cumhurbaşkanı böyle konuşabiliyorsa, burada bir sorun var demektir.
Diğer yandan Fransız makamları, bir süredir İslam’ı sözde kontrol altına almak amacıyla “Fransa İslam’ı” oluşturma çalışmaları içerisinde. Buna meşruiyet zemini sağlamak için de bu söylemlerden faydalanıyorlar. Bir de, “radikal İslam”la mücadele kisvesi altında bazı aşırı önlemler de almaya başladılar.
AB’nin sessiz kalması ise şaşırtıcı olmadı. Her zaman insan hakları ve demokrasi söylemiyle öne çıkan ve diğer ülkelere ders vermeye çalışan AB ve AB ülkeleri yine sınıfta kaldı. Zira ayrımcılık, ırkçılık ve İslam karşıtlığıyla mücadelenin halen ciddiye alınmadığını görüyoruz. Bu esasen Avrupa’da her alanda rastladığımız çifte standardın tezahürü.
Avrupa'da İslam karşıtlığı ve ırkçılık sistematik
Avrupa’da İslam ve yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve ırkçılık artık sistematik bir hale geldi. Ege’deki geri itmelerden kıta genelinde Müslümanlara yönelik ayrımcı muamelelere kadar bu eğilimin önümüzdeki yıllarda maalesef şiddetleneceğini, insan haklarının Avrupa bakımından ahlaki ve hukuki bağlayıcılığının zayıflayacağını öngörüyoruz.
Avrupa’nın içine düştüğü bu durum sadece vatandaşlarımızı, soydaşlarımızı veya azınlıkları değil, küresel barışı da tehdit ediyor. Tüm bu ihlal ve aykırılıkların hem düzenli ve sürekli kayıt altına alınması hem de yayınlanması gerekiyor. Biz de Dışişleri Bakanlığı olarak münhasıran İslam ve yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve ırkçılık alanlarında elimizdeki verileri her yıl özel raporlar halinde yayınlamaya başlayacağız. Böylece Avrupa’daki uluslararası hukuka aykırı eylemleri objektif biçimde dünya kamuoyuyla paylaşacağız.