Bağcılar, Moğollar ve Yunus Emre.
Türkiye genelinde, Bağcılar özelinde gördüklerimiz ve duyduklarımız, bu coğrafyanın dertli çocuklarını uykusuz bırakacak kadar büyük bir sorunun işareti. Sosyolojik bir travmanın tetikleyicisi olan bu gibi kırılma anlarının tek olumlu yanı, onurun, ahlakın ve eşrefi mahlûkat olma izzetinin insana bahşedilmiş en büyük nimet olduğunu tekrar hatırlatması.
“Nereden, nereye…” diyecek kadar veya ayaküstü sohbet kadar hızlı tüketilebilir olmayan, geçiştirilemeyecek kadar önemli ve hemen önlem alınmasını gerektirecek kadar acil bir durumla karşı karşıyayız. Yaşadıklarımız, temsil edilen medeniyetin temel taşlarını, ana kolonlarını sarsacak cinsten bir korozyona uğradığımızı işaret ediyor ve biz güçlendirme çalışmalarını, zorunluluk ve gönüllük esasına dayanan “imece usulü” ile çözmek zorunda olduğumuzun hala farkında değiliz. Çünkü toplumsal mahiyette olup toplumun bozulmasına sebebiyet verecek bir durumla, insanı bireysel olarak etkileyecek durumların şiddeti, etkisi, sorumluluğu ve cezası bir değildir.
Görülen o ki, umumun ahlak kuralları öncelikle “mahalle baskısı” gibi bir tanımlamayla itibarsızlaştırılıp, özgürlüğün önündeki en büyük engel olarak zihinlere kodlandı. Sonra toplum, bireyi denetleme konumundan alaşağı edildi ve insan, tabiatta kendi yaptığı kanunlarla baş başa kaldı. Mahallede ne iyiliği emreden ne de kötülükten meneden kalmayınca işler daha da kötüye gitti ve kötü işlerin yaşam biçimi halini almaması için ortada tutarlı, samimi bir neden kalmadı. Sonuç olarak Islahat ve Tanzimat ile başlayan ‘bize ait olmayanı yaşam biçimi haline getirme sevdamız’ doğru/yanlış ayırt etmeyen Batı düşkünlüğümüz ile birleşince ahlaki/sosyal çözülme de kaçınılmaz hale geldi.
Toplumsal çözülme ve kısmi çöküntülerin genelde iki husus etrafında cereyan ettiği söylenir; darbeler ve ekonomik krizler. Son dönem yaşadığımız içtimai sorunları düşününce, toplumu ilgilendirse dahi diğer etkenlerin umumiyetle tali öneme sahip unsurlar olarak ele alındığı ortaya çıkıyor. Fakat gelinen noktada toplumsal çözülmelerin de en az yukarıda zikredilen iki husus kadar önemli olduğunu görüyoruz. Küresel şebekelerin ellerindeki bir takım araçlarla krizlerin ya da darbelerin şiddetini artırıp azaltması durumu içtimai meselelerde de geçerliliğini koruyor. Endişelerimiz, tüm dünyaya örnek olmuş medeniyet mirasımızın köklerinin mirasyediler tarafından yenilip yok edilmesi noktasında toplanıyor. Fakat yine aynı endişeler, modern hayatın konforundan vazgeçirip bizi harekete geçirmiyor.
İçtimai hayatta bir takım bozulmalar, kötü giden bir şeyler varsa toplumda yaşayan kimse “benim suçum yok” deyip bir kenara çekilme ve bütün suçu Devlet’e atma lüksüne sahip olmadığı gibi bunun tersini de iddia edemez. Çünkü topluma karşı sorumlu olma, Kur’an’da Müslümana yüklenen ilk toplumsal vazife ve yükümlülüklerdendir. Diğer değerler, bu temel değerler üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla Müslüman ne toplumu yok sayar ne de onu ve yaptıklarını hak ve adalet timsali olarak görür. Onun ölçüsünü, Kur’an ve Hz. Peygamber (sav) belirler.
İnsanın bir başına ahlaksızlıkları, bozulmaları engellemeye yeter gücü olmayabilir. Fakat onları reddederek ve uygulamayarak; yetiştir(ece)diği çocuklarıyla da mücadele verilebileceği, farklı savunma/savaşma varyasyonları olduğu da unutulmamalıdır. Bununla beraber günümüzde esas mücadelenin, güzele, doğruya ve dosdoğru bir ahlaka ulaştıracak şekilde ibadetini yapabilen bir Müslüman olarak verilmesi, o minvalde nesil yetiştirilmesi gerektiği de ortadadır.
Yûnus Emre, Anadolu’da Moğol akınları ve yağmalarının olduğu, insanların acımasızca katledildiği, perişan olduğu yıllarda sabır ve ahlak eksenli öğretileriyle ortaya çıkmıştır. Yapılan ibadetlerin mutlaka ahlâk ve farkındalık kazandırması gerektiğini belirtmiş, ibadetlerin şekil yönünden daha ziyade, güzel ahlaka yönelten, ahlaken terbiye eden ve bir bütün olarak insanı (dolayısıyla toplumu) dönüştüren yönüne dikkat çekmiştir.
Yunus Emre’nin yaşadığı dönemin bir benzerini yaşıyoruz. Belki Moğollar yok fakat dini, toplumsal, kültürel değerlerimize ve sinir uçlarımıza açık saldırıların olduğu; insani değerlerimizin acımasızca kılıçtan geçirildiği, tahrip edildiği bir dönemden geçmediğimiz de söylenemez. Sosyal medya, TV, dijital platformlar, internet, diziler… Her taraftan, her araçla inanılmaz saldırılara maruz kalıyoruz. Buna rağmen kıpırda(ya)mıyoruz; ebabiller henüz gözükmüyor, Uhud dağı boş, Bedir savaşında olduğu gibi yardım meleklerini işaret eden rüzgâr da yok ve en acısı; Yûnus Emre’nin reçetesi duvarımızda asılı duruyor.
Twitter: @MuratCahid