Babama veda...
Küçüklüğüme dair hatırladığım tek tük anılarım var. Babamın bana aldığı ilk ve tek pantolonu unutmam mesela...
Küçüklüğüme dair hatırladığım tek tük anılarım var. Babamın bana
aldığı ilk ve tek pantolonu unutmam mesela...
Siyah, kadife bir pantolondu.
Gece uyumadan önce ütü tutsun diye yatağımın altına katlayıp
koyar, sabah giymek için erkenden uyanırdım. Kaç gün, kaç hafta ya
da kaç ay hiç yıkatmadan giyindim, bilmiyorum.
Babam bana bir daha hiç pantolon alamadı.6 oğlunu birden okutan bir
memurdu zira. Öyle herkese pantolon alma imkânı yoktu. En
büyüğümüze aldığı kıyafetler diğer abilerim arasında sırasıyla el
değiştirir, en son bana göre tekrar elden geçirilirdi.
Çünkü babamın en küçük oğlu bendim. Abilerimin ayak numaraları
büyüyüp ayakkabıları eskidikçe bana giydirilirdi. Ayağımdan
düşmesin diye ucuna sünger ya da eski çorap tıkılırdı
ayakkabının...
12 ya da 13 yaşındaydım sanırım.
Babamın hayata dair sıkıntılarını ilk o zaman anladım. Elimden
tuttu, Kars şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Ama yolu
uzattıkça uzatıyor. "Baba buradan kestirme yol
var" dedikçe beni çekiştiriyor, uzun yolu yürümeye
devam ediyordu. Kaç kez uyardım bilmiyorum. Son bir kez daha
uyarıp, "Ama baba buradan kestirme
gidebiliriz" deyince, suratının ortasına yerleşen
inanılmaz bir mahcubiyetle tepeme dikilip bana baktı.
"Benim burada bir esnaf amcana borcum var. Dün ödemem
gerekiyordu ama ödeyemedim. Beni görürse utanırım. Onun için yolu
uzatıyorum" dedi.
Dedim ki herhalde kıyamet kopuyor!
Şimdi geriye dönüp bakıyorum. Babamın bizim için çektiği kahır dolu
günleri şimdi daha iyi anlıyorum.
17 köyde imamlık yaptı benim babam. Ülkenin kıtlık çektiği
yıllardı. Gittiği köylerde hayatını minare, mescit ve mezarlık
duvarları yaptırmaya adadı. Oğullarını da bu işlerde ücretsiz
çalıştırdı.
Binlerce talebe yetiştirdi, insanlara camiyi sevdirmeyi
başardı.
Biraz deli tarafı da vardı. Sabah namazına gelmeyenleri öğlen
ezanından sonra minareden isim isim anons ederdi. Cemaatin çoğu da
"Biz camiye daha çok Hoca'nın korkusundan geliyoruz, çünkü
ismimizi anons edip bizi rezil ediyor" derdi.
İstanbul'a taşındığımız yılları hatırlıyorum. Askere gitmeden önce
karşısına oturdum.
"Baba eğer izin verirsen, askerlik dönüşünde geride kalan
hayatımı sizin yanınızda geçirmek istiyorum. Benim yanımda
yaşlanın. Ne yaşayacaksak beraber görelim"
dedim.
Bu söz aramızdaki bir akit oldu.
Askerlik dönüşü hayatımı onun ellerine bıraktım. Ev, bark,
çoluk çocuk derken 23 yıl aynı çatı altında yaşadık. Bir kez dahi
birbirimizin kalbini kırmadık.
Bir kez dahi "Of" demedim.
Her dara düştüğümde, her işsiz kaldığımda, her paraya
sıkıştığımda, "Merak etme oğlum, senin baban daha
ölmedi" derdi.
Gazetecilik mesleğine başlarken, "Yazdığın her satır
annenin namusu olsun. Yazdıklarına leke düşürürsen annenin namusuna
leke düşürmüş sayarım ve hakkımı helal etmem"
demişti.
Onu hiç utandırmadım.
Haksız bir dava dışında bir kez olsun tazminata mahkûm edilmedim,
tekzip yemedim!
Bir buçuk yıl önce "Hastayım" dedi, ama
hastalığının ne olduğunu söylemedi. Aldım, Davut Bayram kardeşimin
sahibi olduğu Medivia Hospital Hastanesi'ne götürdüm. Meğer küçük
idrarını yaparken canı yanıyormuş da ondan dolayı haya edip bana
söylememiş.
Doktorlar, "Prostat kanseri" dediğinde Hadi abimle
koridorda birbirimize sarılıp iki küçük çocuk gibi hıçkıra hıçkıra
ağladık.
Yatışını verdiler o gün...
Gidip eşyalarını evden getireyim dediğimde, "Süleyman,
seccademi ve Kur'an'ımı getirmeyi ihmal etme" dedi.
Herkesin konuştuğu bu fotoğrafı orada namaz kılarken çektim.
Bu hastalığın üzerinden bir yıl geçti.
Ben uzak bir yerde konferanstayken ardı ardına aradı. Konferans
sonrası aradım, "Canım kurban olsun, beni
aradın" dedim. "Sol kolum öyle bir
ağrıyor ki dayanamıyorum. Davut'tan bir randevu alsana
bana" dedi.
Meğer kanser iliklerine, kemiklerine kadar sıçramış, kemikleri
kraker haline dönüşmüş. Bir gece yorganı üzerine çekerken kolu
çatlamış.
Durumun aciliyetini öğrenen Sağlık Bakanımız Sayın Fahrettin Koca
devreye girdi ve kendisini Marmara Üniversitesi Hastanesi'ne
yatırdık. Başhekim İsmail Cinel ve alanındaki uzman doktorlar
elinden gelen her şeyi yaptı.
Kol kırığı ameliyat edildi ama kanserin en ileri safhasına ulaştığı
belirlendi.
Zaten ne olduysa bir ay içinde oldu. O 190 boyundaki iri cüsseli
kaya gibi adam bir ay içinde günden güne erimeye başladı.
Henüz fenalaşmamışken Vahap abime, "Bana Süleyman'ı
çağır" diye talimat vermiş. Atlayıp gittim.
Önce "Bu hastane bana hiç
bakamıyor" diye nazlandı biraz.
Sonra uyudu...
Hak helalliği meselesine girmedi hiç çünkü bütün çocuklarıyla
telefonda konuştuğunda, "Hakkım size helal
olsun" derdi zaten. Son günlerine doğru durumu iyice
ağırlaşmıştı. Dili dönmüyor, gözleri açılmıyordu.
Son görüşümde, 13 yaşımdayken elimi tuttuğu gibi tuttum serum
iğnelerinden mosmor olmuş elini. "Baba vallahi ben
hala elini tuttuğun çocuk kadar çocuğum. Hiç büyümedim. Allah
aşkına beni şimdi bırakıp gitme" diye
yalvardım.
"Baba canım sana kurban olsun. Baba senin hastalığın bana
gelsin. Baba ne olursun hadi aç gözlerini. Bak buradan yürüyerek
yine evimize gideceğiz. Hadi kalk benim babam annem seni bekliyor
evimizde" dedim.
Dedim ama duydu mu bilmiyorum çünkü hiç tepki vermedi.
Şehirlerden fırka fırka gelen, hastane önlerinde bekleşen, servis
koridorlarını tıklım tıklım dolduran dostlarla beraber
ağladık, dua ettik, ama olmadı.
Bir gün sonrasıydı.
"Hani kötü haber gelir belki" korkusuyla oturduğum
koltukta öylece sızıp kalmışım.
Saat sabahın 97.45'iydi herhalde...
Ağabeyim Vahap Özışık aramış, "Süleyman'ı haberdar
edin, babam ruhunu teslim etti" demiş. Beni
uyandırdıklarında ilk tepkim, "Babam" oldu. Acı
haberi verince gayrı ihtiyari iki elimle suratıma vurmuşum.
Bütün sülalesi ve dostlarıyla birlikte babamızı aldık
hastaneden, Karacaahmet'teki gasilhaneye getirdik. 6 oğul olarak
yan yana ve karşı karşıya dizildik, babamızı yıkamaya başladık.
Allah adına yemin olsun ki ben babamı ömrü hayatımda böyle güzel
görmedim.
Dersiniz ki arşı aladan üzerine nur yağıyor. Bir beyaz güvercin
gibi bembeyaz ve birazdan doğrulup "Beni evime
götürün" diyecek kadar capcanlı yatıyordu.
Kimimiz alnından, kimimiz yanaklarından, kimimiz sakalından,
kimimiz elinden kimimiz ise ayağından öperek yıkadık ve tek tek
vedalaştık.
Babam, benim evimden çıkan ilk cenazeydi. Üç gündür tutuşturulmuş
çıra gibi cayır cayır yanıyorum. Meğer ben bugüne kadar
"Babam öldü" diyenlerin acısını hiç anlamamış,
hissedememişim.
Bir dostun söylediği gibi, meğer baban öldüğünde köksüz
kalıyormuşsun. "Yetişin" dediğimde yardımıma
koşacak 5 abim ve binlerce akrabam var ama ben kendimi sahipsiz ve
kimsesiz kalmış gibi hissediyorum.
Meğer ben babamın elinden tuttuğu o küçük yaştaki çocuk olarak
kalmışım da haberim yokmuş.
Sizinle daha önce bir fotoğraf paylaşmıştım. O fotoğrafta da
görüldüğü üzere bizde bayramlaşmalar babamın, annemin elini öpüp
alnına koymasıyla başlardı. Şimdi bir sonraki bayramı nasıl
kutlayacağız, bilmiyorum.
Sanırım gazetecilik hayatımın en uzun yazısı oldu bu yazı.
Hakkınızı helal ediniz. Ama istedim ki bir yandan acımı sizinle
paylaşayım diğer yandan da babamla sizin huzurunuzda
vedalaşayım.
Babam için geceli gündüzlü dua eden, cenazesine koşup gelen,
vefatından sonra sayısı yüz bini bulan hatimler indiren herkese ama
herkese çok teşekkür ederim.
Biz babamı sadece bizim babamız sanıyorduk. Ama gelen mesajlara,
gelen telefonlara, okunan dualara ve akıtılan göz yaşlarına
bakılırsa, babam herkesin “Ak Sakallı Babası”
olmuş da haberimiz yokmuş.
Tanısanız da tanımasanız da babama hakkınızı helal edin ve
dualarınızdan eksik etmeyin lütfen.
“Allah sana rahmet eylesin Ak Sakallı adam. Allah seni,
soyundan geldiğin Hazreti Peygamber’e komşu eylesin Seyyid Tahir
Hoca” demeniz yeterli…
Amin!